text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Diyojen ( "Diogenis o Kunikos, Diogenes"), MÖ 412 (ya da MÖ 404) - MÖ 323 yılları arasında yaşamış Kinik felsefesinin öncüsü ünlü filozoftur. Sinop'ta doğmuş Korint'te ölmüştür. Sinoplu Diyojen ve "Kinik Diyojen" olarak da bilinmektedir. Diyojen, medeniyeti reddetmiş ve medeniyet içerisinde medeniyetten uzak bir şekilde yaşamaya çalışmış bir antik çağ filozofudur.
Sıklıkla 10.- 11. yüzyılda aynı bölgelerde yaşamış Bizans subayı, dönemin prensesi "Evdoksia" ile evlenerek imparator olan 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Alparslan'a yenilen "Romen Diyojen" (IV. Romanos Diogenes) ile karıştırılmaktadır.
Yaşamı.
MÖ 412 (veya MÖ 404) yılında dönemin Yunan kolonisi olan Karadeniz'in Sinope (Sinop) ilinde doğmuştur. Yaşamının Sinop'ta geçen ilk yılları hakkında babası "Hicesias"’in kuyumcu ve sarraf olduğu bilgisi haricinde fazla kaynak yoktur. Babası ve Diyojen'in kalpazanlık ve para tahribatı suçuyla Atina'ya sürgün edildiği bilinmektedir. Arkeolojik kazılarla 4. yüzyıla ait "Hicesias" imzası taşıyan dövülmüş demirden keski madeni paralar çıkarılmış olsa da siyasi veya mali nedenlerle tahrip edilmiş olması olası olan bu paraların tahribat nedenini açıklayan bulgu ve kaynak yoktur.
Atina.
Diyojen, sürgün edilen babasıyla Yunanistan'a gitmiştir. Kısa bir süre sonra onu terk eden “Manes” adındaki köle ile geldiği Atina'da dönemin medeniyetine karşı çıkmış bir köpek gibi yaşamaya karar vermiş, böylece "kynikos" (köpeksi) adını almıştır. Dinde, davranışta, giyimde, barınmada, yiyecek ve terbiyede bütün geleneği reddetmiştir.
Atina'da tanıştığı Sinizm öğretisinin kurucusu Antisthenes kendi felsefe ve öğretisini Diyojen'e öğretmiştir. Sokrates’ten ders alan Antisthenes, Sokrates’in ölümünden sonra kendi okulunun başına geçip gerçek erdemin kişinin kendine egemen olmasına, tutkularından ve öbür insanlara bağımlılıktan kurtulmasına dayanan kinik felsefesinin kurucularından olmuştur. Diyojen, Antisthenes’in doğaya uygun yaşam çağrısına uymuştur. Hayatını son derece fakir olarak geçiren Diyojen'in içinde yaşadığı bir fıçısı ve bir çanağı vardır. Rivayetlere göre bir gün bir çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu gördüğünde “Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti” diyerek elindeki çanağı da atmıştır.
Korint.
Aegina'ya giderken korsanlar tarafından kaçırılıp "Xeniades" isminde bir adama satılarak Korint’e geldiği rivayeti yaygın olan Diyojen, Xeniades'in iki oğluna öğretmenlik yapmıştır. Hayatının kalanını yaşadığı Korint'te sokak yaşamını sürdürmediği, erdemli bir bilgine dönüştüğü de rivayet edilmektedir.
Büyük İskender ve Diyojen.
Aristoteles’in öğrencisi olan Büyük İskender felsefeye meraklı, filozoflara değer veren bir hükümdardır. Korint’e gelen Büyük İskender, Diyojen’i ziyaret etmiş ve bir dileği olup olmadığını sormuştur. O ise bu soruya “"Gölge etme başka ihsan istemem."” yanıtını vermiştir. Verdiği cevabın asıl hali işaret parmağıyla güneşi göstererek, ""Benden bana veremeyeceğin şeyi esirgeme" şeklindedir. Daha sonraları İskender bu olay üzerine "Ünlü imparator Büyük İskender olmasaydım 'Diyojen' olmak isterdim"" demiştir.
Ölümü.
Kuduz bir köpeğin ısırması, çiğ ahtapot yeme alışkanlığına bağlı olarak ya da nefesini tutarak intihar ettiği gibi pek çok ölüm sebebi rivayet edilmekle birlikte, bugün ölüm nedeni hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Platon'un "Çılgın Sokrat" dediği, çok güzel konuşan, üstün zekası ile herkesi etkileyebilen bu ünlü Kinik filozof bütün gariplik, anormal hal ve tavırlarına rağmen saygı görmüş, ölümünden sonra anısına Korintoslular bir köpeğin yaslandığı mermer bir sütun dikmiştir.
Türkiye'de de Diyojen'in anısını yaşatmak için 2006 yılında Sinop'un girişine heykeli dikilmiştir. Elinde fener ve yanında köpeğiyle birlikte tasvir edilen yaklaşık altı metrelik mermer Diyojen heykeli, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü öğretim görevlisi Turan Baş önderliğinde 25 kişilik ekip tarafından altı ayda hazırlanmıştır.
Felsefesi.
Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır. İnsanın kendi kendine yeterli olabilmesi gerektiğini savunmuştur. Uygarlaşmanın getirdiği kurallara ve araçlara bağlı olan bir yaşamı reddetmiş, yaşamın doğal ve sade olması gerektiğine inanmıştır.
Kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısından ise sefil denebilecek bir yaşam sürer. Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmiş, dolayısıyla uzlaşımsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur.
İstifçilik sendromu.
Zaman içerisinde Diyojen, onun yaşam biçimine benzer yaşayan insanlar için bir yakıştırma olmuştur. Bu benzetme psikiyatride de kullanılmaya başlanmış ve kendilerine bakmayan insanlar Diyojen'e benzetilerek, hastalıklarına "Diyojen sendromu" adı verilmiştir. Bu hastalar normalde sosyokültürel seviyesi yüksek insanlar olup, bu tip bir davranış bozukluğuna çok yavaş geçmektedirler. İlk olarak etraflarında olup bitenlerle temaslarını kesen bu hastalar genellikle yalnız yaşarlar ya da etraflarındaki yakınlarının farkında değildirler. Anti-sosyalleşip çoğunlukla kir pas içinde, dağınık bir ortamda yaşamaya başlayarak çöp toplamaya (syllogomania) da başlayabilmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15597",
"len_data": 5565,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Afrika, hem yüzölçümü hem de nüfus bakımından Asya'dan sonra dünyanın en büyük ikinci kıtasıdır. Yaklaşık 30.065.000 km²lik alanı ile dünya topraklarının %20,4'ünü kapsamaktadır. 1.340.598.000 kişi yani Dünya nüfusunun %16.72'sini barındırmaktadır.
Afrika kıtası; kuzeyde Akdeniz, kuzeydoğuda Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz, doğu ve güneydoğuda Hint Okyanusu ve batıda Atlas Okyanusu tarafından sınırlandırılır.
Bu sayfa Afrikanın coğrafî kapsamına giren ülkeleri; bayrakları, başkentleri, para birimleri, resmî dilleri, yüzölçümleri, nüfusları ve coğrafî konumunu gösteren haritalar ile listelemektedir. Bu liste Birleşmiş Milletler (BM) üyesi devletleri ve diğer topraklara (BM tarafından tanınmayan devletler ve bağımlı topraklar) bölünmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15602",
"len_data": 745,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Aliterasyon edebi sanat türüdür. Şiir ya da düzyazıda bir uyum yaratmak amacıyla, aynı sesin veya hecenin tekrarlanmasına "aliterasyon" denir.
Örneğin:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15610",
"len_data": 151,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.17
}
|
Berceste; edebiyatta öz, güzel, latif, ince anlamlı, kolayca hatırlanan, yapısı sağlam dize ya da beyittir.
Genel anlamda bir şiirdeki en güzel dize ya da beyit de denebilir.
Bazı berceste örnekleri:
Tevbeler ittim ki itmeyim tevbe.
Tevbeye tevbe-i nasuh olsun.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15611",
"len_data": 261,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.13
}
|
Şiirde söyleyişleri kulağa sert gelen sözcükleri tanımlar.
Uyumu konuya göre ayarlayan önemli bir anlatım şeklidir. Örneğin, sanatçı şiddet, büyüklük, vakar, ölüm, korku, savaş gibi konuları anlatırken ya da işlerken, sözcükleri de anlattığı konuya uygun düşecek kalın sesliler arasından seçer. Savaşı anlatırken çekâçâk, gülbank gibi sözcüklerin kullanılması gibi. Bu tür kalın seslilere elfâz-ı cezele, taşıdıkları niteliğe de cezâlet denir.
Örneğin:
Saflar düzüp hücum hücum edilecek hayl-i düşmene
Dehşet âsimân u zemîn pür-figân olur
Evc-i havâda çekâçâk ı tigden
Âvaz-ı ra'd u sâika reh-gümkünân olur
Nefi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15613",
"len_data": 611,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.54
}
|
Halk edebiyatında âşıkların karşılıklı şiir söylemesidir. Kelimenin kökeninde iki anlam vardır: 1. "Atmak:" Birbirine laf atmak manası. 2. "Aytışmak:" Karşılıklı konuşmak, deyişmek (Ayıtmak/Aytmak: Konuşmak). Sözcüğün eski biçimi Aytışma şeklindedir. Deyişme de denir.
En az iki âşık kendi kendilerine ya da bilirkişiler ve dinleyiciler karşısında belli kurallar çerçevesinde şiir yarışı yaparlar. Birbirlerini denerler, ustalıklarıyla öne çıkmaya çalışırlar.
Atışmadaki yarışın yerini karşılıklı övgü ve tanışmanın aldığı buluşmalara ağırlama denir.
Sıralama.
Deyişme şu sırayla yapılır:
Merhabalaşma, giriş bölümüdür. Âşıklar, birbirlerini ve dinleyicileri "Hoşgeldiniz", "Sefa geldiniz", "Merhaba" gibi sözcüklerle rediflerine bağlanan kafiyelerle dörtlükler kurarak selamlar.
İkinci bölümde âşıklar kendi ustalarının şiirlerinden örnekler söyler.
Tekerleme bölümü denilen üçüncü bölüm asıl deyişme bölümüdür. Ev sahibi ya da yaşlı bir kişi düz ya da geniş ayakla deyişmeyi açar. Âşıklar konu ve bend sınırlaması olmaksızın verilen oyun üzerinden deyişmeye başlar. Âşıklar asıl ustalıklarını ve sanatçılıklarını burada göstermeye çalışır. İlk ayak bitince diğer âşık yeni bir ayak açar. Deyişme sürdükçe ayaklar darayak halini alır. Deyişme karşılıklı soru-yanıt şekline döner. Âşıklar böylece birbirlerinin bilgi ve sanatlarını ölçer. Bir şekilde karşısındakini söz söylemez haline getiren âşık deyişmeyi kazanır.
Deyişmenin sonunda da âşıklar birbirlerini rahatlatmak, gönül almak için karşılıklı koşmalar söyler. Birbirlerini överek hoşgörü örneğiyle deyişmeyi bitirirler.
Örnek.
Âşık Şenlik ile âşık Feryadî’nin deyişmesi:
Şenlik:
Şöhretin vezir payında
Rütbesiyle şana layık
Oturuşun o duruşun
Hem sultana hana layık"
Feryadî:
Sefa geldin gözüm üzere
Olsam mihmana layık
Şeyhülislam, sadrazam
Doğru Al’Osman’a layık"
Şenlik:
Seninle oldum taaşşuk
Gözlerime geldi ışık
Duymadım sen kime aşık
Dillerin Kur’an’a layık"
Feryadî:
Bu düşkün gönlüm açarsın
Selim Sırat’ı geçersin
Kevser ırmaktan içersin
Olasan cihana layık"
Şenlik:
"Kul şenliği eder hürmet
Rikabın kıldım ziyaret
Sana nasip olsun cennet
Huriye gılmana layık"
Feryadî:
Sefil Feryadî göresen
Meram maksûda eresen
Sancak altında durusan
Habîb-i Rahman’a layık"
Lebdeğmez.
Dudakların birbirine değmesiyle çıkan harfleri kullanmadan yapılan atışmaya "lebdeğmez" veya "dudak değmez" denir. Aşıklar dudaklarının arasına, dik pozisyonda bir iğne yerleştirip "doğaçlama" olarak, içinde "b, f, p, m, v" harfleri bulunmayan sözcükler kullanarak hem çalarlar hem de atışırlar. Örneğin;
"Çekil izzetle, uzlet kûşesinde
Aziz ol, derd-i şöhretden cüdâ ol"(Ahmed Remzi Akyürek)
beytinde, sesli harflerden sonra dudakların birbirine dağmesiyle çıkabilecek olan b, f, p, m, v harleri kullanılmayarak lebdeğmez sanatı yapılmıştır.
Diğer halk edebiyatları.
Ayrıca Kazak ve Kırgız halk edebiyatında Aytış olarak bilinen, ( ), (, ), iki Akın (Âşık) arasında düzenlenen bir şarkı yarışması da vardır. Her bir akın genellikle ulusal enstrümanları (Kırgızların kopuz, Kazakların dombra) tıngırdatıp bir dizi konuda kendiliğinden uyaklı koşukta birbirlerine yanıt verir. Onlar (eğer karşı cinsten iseler) birbirlerinin tarzına, cinaslı siyasi açıklamalar yapmak ve düz bir şekilde atışarak birbirlerini, ama hepsi iyi mizahlı yapılır; Kırgızca akın sık sık bir iyi niyetli olması gerektiğinin söylemli atışı olabilir. İftira gibi her türlü özel izne rağmen, Kazakistan'da devlet başkanına karşı siyasi açıklamalar yapılmış Akın Vakası'nın var olduğu bilinmektedir.
Kırgız Akınlar bu nedenle iyi bir canlandırmayla (ve onların izleyici tarafından farkında olmaları önemlidir) bazı zor soyutlamaları (örneğin, canlı seyirci olmadan bir stüdyoda) gerçekleştirmektedirler. Seyirci genellikle bir yarışmada kazanan üzerinde oyu, bu resmi bir süreç olmasa da, birçok kişi "hissediyor" olabilir (herkes açıkça bunu ifade etmeden), seyirci hangi akının sadece kalabalık dinamikleri ile bir kazanan olduğu üzerine yakınlaşmıştır.
Genellikle Akınlar aynı milliyetten diğer Akınlarla yarışırlar, ancak Kırgız ve Kazak Türkçeleri arasında karşılıklı yüksek düzeyde anlaşılabilirlik nedeniyle, hatta son yıllarda, Kırgız ve Kazak Akınların birbirlerine karşı yarıştığı durumlar olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15614",
"len_data": 4219,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.34
}
|
Muammalar, divan şiirinde, başta Esma'ül Hüsna (Allah’ın doksan dokuz güzel ismi) olmak üzere konusu insan ismi olan manzum bilmeceler. Kelime "gizli, örtülü, anlaşılması güç veya işaret remiz yoluyla söylenmiş söz" anlamlarına gelir. Muammalar lügazlardan farklıdır. Muammalar Allah'ın isimlerinden biri veya insan ismi için düzenlenirken lügazlar her şey hakkında düzenlenirler. Yalnız muammaların bazen lügaz, hatta âşık edebiyatında bir çeşit bilmece (âşkı -muamma) karşılığı olarak da kullanıldığı görülür. Muamma alanında en çok eser veren şairimiz Emri (Edirneli Emrullah Çelebi) olmuştur. Muammanın düzenlenmesinde ebced hesabı kullanılır. Burada sorulan bir isimdir. Muamma söyleyenlere muamma-guy, muammayı çözene ise muamma-küşa denir. Genellikle çözüm ikinci mısradadır. Arap edebiyatından İran edebiyatına onlardan da Türk edebiyatına geçmiştir. Türk edebiyatında Ahmedi ilk muamma yazan kişidir. Muamma söyleyen diğer şahsiyetler: Mu'in, Emri, Sürur.
Örnek:
Bende yok sab-ü sükun sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre
Nabi "(Na ve bi Farsçada olumsuzluk ekleridir yani iki tane 'yok' birleşince "Nabi" olur.)"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15618",
"len_data": 1147,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.7
}
|
Rubai, aruz ölçüsüyle yazılır. Birimi dörtlüktür. 4 dizelik (mısralık) bir Divan Edebiyatı nazım biçimidir.
Gelişimi ve yapısı.
Rubailerde birinci, ikinci, dördüncü dizeler uyaklı, üçüncü dize ise serbesttir. Kafiye düzeni aaxa şeklindedir. İki beyitlik kıtalar biçiminde yazılmış rubailer de vardır. Her dizesi birbiriyle uyaklı rubailere "rubai-i musarra" ya da "terane" adı verilir. Rubainin, aruzun hezec bahrinden 24 kalıbı bulunur. Bunlardan; mef'ûlü birimiyle başlayan 12 kalıba "ahreb", mef'ûlün birimiyle başlayan öbür 12 kalıba da "ahrem" denir. Kalıpların sonu "fâül" ya da "fa" birimiyle biter.
Rubainin her dizesi ayrı bir ölçüde olabildiği gibi, dört dizesi de aynı ölçüde olabilir. Türk divan şiirinde daha çok ahreb kalıbına rastlanır. Rubailer genellikle mahlassız şiirlerdir. Ve divan şairlerinin divanlarının sonunda rubaiyyat başlığı altında sıralanırlar. Bu türün en bilindik şairi Ömer Hayyam’dır.
Türk edebiyatında Mevlana’nın Farsça yazdığı felsefi rubailer bu türün hızla yayılmasını sağladı. Kara Fazlî, Fuzûlî 16. yüzyılda bu türün en usta örneklerini verdiler. Divan edebiyatında 17. yüzyıl rubainin altın çağı oldu. Azmizade Haleti, yazdığı bin kadar rubai ile "en büyük Osmanlı rubai şairi" olarak tanındı. Cumhuriyet döneminin en büyük rubai ustası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır. Arif Nihat Asya ise rubailerini "Rubaiyyat-ı Arif " adlı eserinde yer almıştır
Örnekler.
Seni aramaktan dünyanın başı dertte;
Zengine de göründüğün yok, fakire de;
Sen konuşursun da biz sağır mıyız yoksa,
Hep kör müyüz, sen varsın da görünürde.
En doğrusu, dosta düşmana iyilik etmen;
İyilik seven kötülük edemez zaten.
Dostuna kötülük ettin mi düşmanın olur:
Düşmanınsa dostun olur, iyilik edersen.
Ya Rab dilimi sehv-ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr-ü riyâdan sakla
Basdım reh-i vâdî-i rubâîye kadem
Tan'ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla
Nef'î
Ahvâl-i cihânı her zaman söyleşelim
Amma gam-ı aşkımız nihân söyleşelim
Ey vâkıf-ı râz-ı aşk olan ârif-i cân
Ney gibi seninle bî-zebân söyleşelim
Azmizade Haleti
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15619",
"len_data": 2012,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.4
}
|
Bilge Karasu (9 Ocak 1930, İstanbul - 13 Temmuz 1995, Ankara), Türk öykü, roman, deneme yazarıdır. Aynı zamanda felsefeci yanı olan Karasu, metinlerinde felsefi sorunları işlemiş ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olarak görülmüştür. Postmodern romanın Türkiye'deki önemli isimleri arasında değerlendirilmektedir.
Yaşamı.
Bilge Karasu 1930'da İstanbul'da dünyaya geldi. Genellikle sanıldığının aksine, Musevi asıllı Osmanlı siyasetçi Emanuel Karasu ve onun yeğeni dünyaca ünlü yoğurt şirketi Danone Grubu'nun kurucusu İzak Karasu ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmamakla birlikte, Bilge Karasu'nun daha sonra Müslümanlığı seçmiş bulunan anne ve babası da Musevi asıllıdır. Şişli Terakki Lisesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1963 yılında, Rockefeller bursuyla gittiği Avrupa'dan 1964'te dönerek çevirmenliğe başladı. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde ve Ankara Radyosu dış yayınlar servisinde çalıştı. Ankara Radyosu için radyo oyunları yazdı. 1974 yılından ölümüne kadar Hacettepe Üniversitesi' Felsefe bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ankara'da Nilgün Sokak'ta yıllarca küçük bir bodrum katında yaşadı. 14 Temmuz 1995'te pankreas kanseri tedavisi sürerken Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde öldü. Karşıyaka Mezarlığı’na gömüldü.
Çalışmaları.
Yazmaya 17 yaşında başladı. İlk yazısı 1950'de, ilk öyküsü de 1952'de Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nde yayımlanan Bilge Karasu, bireyin sorunlarına ağırlık veren, onun günlük hayatındaki açmazlarını işleyen bir yazardır. Her insanın hayatında en az birkaç kere kafasından geçirdiği ya da yaşadığı "sevgi", "dostluk", "yalnızlık", "tutku", "inanç/inançsızlık", "korku" ve "ölüm" gibi kavramları imgesel bir dille anlatır. Okuyucu günlük hayatına tanıklık ettiği hikâyedeki kahramanda ya da kişilerde kendinden parçalar bulur. Böylece kullanılan imgeleri de rahatlıkla bilinçaltında kendi yaşamına göre şekillendirip yorumlar, hikâyeyle okur arasında bir bağ oluşur. Çünkü Karasu, insanla/insanüstüyü, olağanla/olağanüstüyü yapaylığa düşmeden, metnin doğal akışı/hayatın da kurgusal akışı içinde verir Okurun hayal gücünü bir noktaya kadar özgür bırakır. Karasu kelimelerini özenle seçer. Dili işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış, oynanmış bir dildir. Kullandığı arı Türkçe başka yazarlarda yapay ve zorlama dururken, onun metinlerinde hoş bir tat bırakır. Çünkü ritim düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş, kurgulanmış, kusursuz olması istenmiş bir dille yazılmıştır.
Türkçe edebiyatın en özgün kalemlerinden biri olan Karasu "Gece" adlı kitabıyla Amerika'da verilen "Pegasus Ödülü"nü kazanan tek Türk yazardır; bu ödülle birlikte kitapları İngilizceye çevrilmiş ve ABD'nin çeşitli üniversitelerinde romanı Türk edebiyatı üzerine konferanslar vermiştir.
Ölümünden önce yayınlanan kitabı "Narla İncire Gazel" (1995), ölümünden sonra 1996'da yayınlanan son kitabı ise "Altı Ay Bir Güz"dür.
2017 yılında, Mustafa Arslantunalı, bir nehir söyleşi olarak planlanan ancak Karasu'nun vefatıyla yarım kalan söyleşilerini "Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir" adıyla yayımladı.
Anısına.
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi 13-14 Aralık 2010 tarihlerinde Bilge Karasu’nun doğumunun 80, ölümünün 15.yılı dolayısıyla "Altı Ay Bir Güz" başlığı altında Uluslararası Bilge Karasu Sempozyumu düzenledi. Başkanlığını Talat Halman'ın yaptığı sempozyuma Bilge Karasu'dan İngilizceye yaptığı çevirilerle 2004'te ABD'nin en önemli çeviri ödülünü (National Translation Award) kazanan Aron Aji ve kimi kitaplarını Fransızcaya çeviren Alain Mascarou ile edebiyat dünyasından isimler katıldılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15620",
"len_data": 3624,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.38
}
|
Esat Mahmut Karakurt (1902, İstanbul - 15 Temmuz 1977, İstanbul), özellikle "Kadın İsterse" adlı romanıyla bilinen Türk yazardır.
Şura-yı Devlet üyesi Urfalı Mahmut Nedim Bey'in oğludur. Kadıköy Sultanisi'ni, İstanbul Diş Hekimliği Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Avukatlık, gazetecilik, Galatasaray Lisesi'nde Türkçe öğretmenliği yaptı. TBMM X. ve XI. Dönem Şanlıurfa milletvekilliği ile Cumhuriyet Senatosu Şanlıurfa Üyeliği (15 Ekim 1961 - 5 Haziran 1966) yapmıştır. İlk yazıları muhabir olarak çalıştığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınlandı. Daha sonra çalıştığı İleri, İkdam, Cumhuriyet, Tasvir, Yeni Sabah gibi gazetelerdeki polisiye olayları konu alan röportajlarıyla tanındı. Küçük öyküler yazdı. Ama daha çok çoğu sinemaya uyarlanan, olaya dayalı aşk ve serüven romanlarıyla ün kazandı. 1977'de ölen yazar Zincirlikuyu Mezarlığı'nda defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15621",
"len_data": 888,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.16
}
|
Nikos Kazancakis () (d. 18 Şubat 1883, Kandiye, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 26 Ekim 1957, Freiburg, Almanya), Yunan yazar, şair, siyasetçi ve filozof.
20. yüzyılın en önemli Yunan felsefecisi olduğu ve eserleri yabancı dillere en çok çevrilmiş olan Yunan yazarlardan olduğu düşünülmektedir. Fakat şu anki şöhretine, 1964 yılında gösterime girmiş olan Michael Cacoyannis'in yönetmiş olduğu "Zorba" adlı sinema filmiyle kavuşmuştur. Bu film, aynı ismi taşıyan kendi kitabından uyarlanmıştır.
Yaşamı.
1883. 18 Şubat'ta (yeni takvime göre 3 Mart'ta) Girit'in merkez kenti İrakleio'da doğar.
1889. Giritli isyancıların adayı Türklerden kurtarmak için başarısızlıkla sonuçlanacak girişimi; Kazancakis ailesi altı aylığına Yunanistan'a gider.
1897-1898. Bu kez başarıyla sonuçlanacak başka bir Girit isyanı; babası güvenlik için onu Naksos adasına götürür ve orada Katolik papazların yönettiği “Kutsal Haç Ticaret Okulu’na (Ecole Commerciale Sainte Croix) kaydettirir. Böylece içinde Fransızca sevgisi kök salar.
1902. Liseyi bitirir, Atina’da Hukuk Fakültesine girer.
1906. Öğrenciliği sırasında ilk romanı "Yılan ve Zambak" “Όφις και Kρίνο" yayımlanır.
1907. "Şafak Söküyor" "Ξημερώνει" draması ile Atina Üniversitesi'ndeki bir yarışmada birincilik ödülü alır. Paris'e gider.
1908. Paris'te, Sorbonne Üniversitesi'nde lisans üstü çalışmalar yaparken, bir taraftan da Collège de France'da Henry Bergson'un seminerlerini izler; Nietzsche üzerindeki çalışmalarını devam ettirir; "Kırık Ruhlar" "Σπασμένες Ψυχές" başlıklı romanını bitirir.
1909. Nietzsche ile ilgili çalışmalarını bitirir, “Friedrich Nietzsche’nin Felsefesinde Hak ve Devlet” konulu tezini yazar; "Usta Başı" “Ο Πρωτομάστορας” dramasını yazar; İtalya üzerinden Girit'e döner; Nietzsche ile ilgili çalışmalarını ve tek perdelik bir tragedya olan "Komedia"’yı “Κωμωδία” yayımlar.
1910. Atina. İrakleiolu yazar ve entelektüel Galatea Alexiou ile evlenmeden birlikte yaşarlar. Geçimini Fransızca, Almanca, İngilizce ve Eski Yunancadan çeviriler yaparak sağlar.
1911. Galatea Alexiou ile evlenirler.
1912. Birinci Balkan Savaşı patlayınca gönüllü olarak orduya katılır, Başbakan Venizelos'un bürosuna atanır.
1914. Şair arkadaşı Angelos Sikelianos ile birlikte kırk gün Aynoroz'u dolaşırlar.
1915. Yine Sikelianos ile birlikte Yunanistan'ı dolaşırlar. Tolstoy'u okur ve dinin edebiyattan daha önemli olduğuna karar verir, Tolstoy'un bıraktığı yerden başlamak için yemin eder.
1917. Bir maden işçisi olan Giorgis Zorbas ile tanışır, savaş sırasında düşük kalitede de olsa kömür ihtiyacının artması üzerine, onunla birlikte Peloponnes'te linyit madeni işletme girişiminde bulunurlar.
1918. İsviçre'ye gider, Nietzsche'nin yaşadığı yerlere hac ziyareti yapar.
1919. Venizelos'un isteği üzerine Sosyal Refah Bakanlığı'nda Genel Müdürlük görevini kabul ederek Temmuz ayında Kafkasya'ya, 150.000 Yunan'ın kurtarılması için gider. Döndükten sonra, Paris'te barış görüşmelerini yürüten Venizelos'a raporunu vermek için onun yanına gider, konferansa katılır. Yunanistan'a döndükten sonra göçmenlerin Batı Trakya ve Makedonya'daki iskân faaliyetlerini yönetir; bu süreç boyunca yaşadıklarını "Yeniden Çarmıha Gerilen Hristόs" “O Xριστός Ξανασταυρώνεται” başlıklı romanında kullanır.
1920. Kasım seçimlerinde Venizelos'un Liberal Partisi'nin kaybetmesi üzerine Bakanlıktaki görevinden ayrılır ve Paris'e gider.
1921. Almanya'ya bir seyahat yapar, Şubatta Yunanistan'a döner.
1922. 19 Mayıs'tan Ağustos sonuna kadar Viyana'dadır. Savaş sonrası çöküntü günlerinde Budizm ile ilgili el yazmalarını inceler ve Buddha'nın hayatı üzerine bir piyes yazmaya başlar. Oradayken yüzünde egzama hastalığı çıkar, profesör Wilhelm Stekel bunu “azizlerin hastalığı” olarak adlandırır. Eylülde Almanya'ya geçer ve o günlerde Yunan ordusunun “Küçük Asya Felaketi”nin haberini alır. Milliyetçi fikirlerinden ayrılarak komünist devrimcilerin safına geçer. Özellikle Rahel Lipstein adındaki bir kadından ve onun hücresindeki radikal genç kadınlardan etkilenir ve "Buddha" “"Bούδα” piyesini paramparça ederek ona yeni bir biçim vermeye çalışır. Aynı zamanda "Çileci’"ye “Ασκητή” başlar, niyeti komünist eylemcilikle Budist pasifizmini uzlaştırmaktır. Hayali Sovyetler Birliği'ne yerleşmektir, Rusça dersleri almaya başlar.
1923. Viyana ve Berlin'de geçirdiği günler Atina'da ikamet eden Galatea'ya gönderdiği "Kazancakis’ten Galatea’ya Mektuplarda" “Γράμματα του Kαζαντζάκη στη Γαλάτεια” belgelenmiştir. Çileci'yi “Ασκητή” tamamlar, "Buddha" "Bούδα” üzerindeki çalışmalarını sürdürür. Haziranda Nietzsche'nin doğum yeri Naumburg'a hac ziyareti yapar.
1924. İtalya'da üç ay geçiren Kazancakis saplantılı simgelerinden olan Pompeii'yi ziyaret eder, sonra Assisi'ye yerleşir, "Buddha’"yı "Bούδα” orada tamamlar ve hayatı boyunca sürecek "Aziz Francesco müritliği" başlar. Atina'ya döner ve Eleni Samiou ile tanışır. İrakleio'ya döner, Küçük Asya'dan gelen mülteci ve terhis edilmiş askerlerin kurduğu bir komünist hücre için manevi önderlik yapar. "Odysseia"’sını "Oδύσσειας" planlamaya başlar ve herhalde o günlerde Sempozyum'unu "Συμπόσιο" yazar.
1925. Politikaya karışması tutuklanmasına yol açar, ancak 24 saat sonra serbest bırakılır. "Odysseia"’nın "Oδύσσειας" ilk altı rapsodisini yazar. Eleni Samiou ile ilişkisi derinleşir. Ekimde Atinalı bir gazeteci olarak Sovyetler Birliği'ne gider, izlenimlerini uzun makaleler serisi olarak yayımlar.
1926. Galatea ile boşanırlar. Galatea başka birisi ile evlenmesine rağmen mesleki kariyerini Galatea Kazancakis adı altında sürdürür. Kazancakis, yine bir gazete muhabiri olarak Filistin ve Kıbrıs'a yolculuk yapar. Ağustosta diktatör Primo de Rivera ile röportaj yapmak için İspanya'ya gider; Ekimde Roma'da Mussolini ile bir röportaj yapar. Kasımda gelecekteki öğrencisi, edebi ajanı, sırdaşı ve biyografı Pandelis Prevelakis ile tanışır.
1927. Yine bir gazete muhabiri olarak Mısır ve Sina'yı ziyaret eder. Mayısta "Odysseia"’sını "Oδύσσειας" tamamlamak için Aegina adasında yalnızlığına çekilir. Ekim ayı sonlarında Rusya'ya bir yolculuk daha yapar, bu kez Devrim'in onuncu yıl kutlamaları için Sovyet Hükûmetinin davetlisi olarak. Orada Henri Barbusse ile karşılaşır. Barış Konferansı'nda bir söylev verir; Panait İstrati ile tanışır ve Kafkasya'ya bir yolculuk yaparlar; iki arkadaş Sovyetler Birliği'ndeki siyasal ve entelektüel eylem hayatını paylaşmak için yemin ederler. Kazancakis, İstrati'yi Atina'ya getirir, bir gazete makalesi ile Yunan kamuoyuna tanıtır.
1928. 11 Ocak'ta Kazancakis ve İstrati Alhabra Tiyatrosunda Rus deneyimini öven söylevler verirler, toplantı dışarıda bir sokak eylemine dönüşür; Kazancakis, hakkında yasal işlem yapılmakla, İstrati ise ülke dışına çıkarılmakla tehdit edilirler. İkisi birlikte, Nisanda Rusya'ya dönerler, Kiev'e; Kazancakis Rus Devrimi hakkında bir film senaryosu yazar. Haziranda Moskova'da Gorki ile görüşürler. Kazancakis Yunanistan'daki toplumsal koşullar hakkında "Pravda"’da makaleler yayımlar; sonra bu kez Lenin’in yaşamı hakkında bir film senaryosu yazmayı üstlenir. İstrati ile Kuzey Rusya’ya, Murmansk’a kadar bir yolculuk yaparlar. Temmuzda, Barbusse’ün "Monde" dergisi, Kazancakis’in İstrati tarafından kaleme alınan bir portresini yayımlar; bu, Kazancakis’in Avrupa edebiyat çevrelerine ilk tanıtılışıdır. Ağustos sonlarında Kazancakis ve İstrati, Eleni Samiou ve İstrati’nin arkadaşı Bilili Baud-Bovy ile birleşirler ve “Kızıl Yıldızı İzleyiş” başlıklı bir ortak makaleler dizisi yazmak için Güney Rusya'ya uzun bir yolculuk yapmayı kararlaştırırlar. Fakat birdenbire İstrati ile aralarında siyasal görüş ayrılıkları nedeniyle bir yabancılaşma başlar.
1929. Kazancakis, şimdi yalnız olarak, Rusya'yı boydan boya dolaşmaya devam eder. Nisanda Almanya'ya gider ve orada Sovyetler birliği hakkında konferanslar vermeye ve makaleler yazmaya girişir. Mayısta Çekoslovakya'daki ücra bir çiftlik evine yerleşir ve Fransızca olarak, daha sonra başlığını "Toda-Raba" olarak değiştireceği romanı, Moscou a crie'yi, "Kapetan Mihalis’"in "Kαπετάν Mιχάλη" habercilerinden birisi olan "Kapetan Elia"’yı Fransızca olarak yazar. Bunlar Batı Avrupa’da bir kariyer geliştirmek için ilk girişimleridir.
1930. Geçimini sağlamak için iki ciltlik "Rus Edebiyatı Tarihi" “Iστορία της Pωσικής Λογοτεχνίας" hazırlar, aynı zamanda Atina'daki yayımcılar için Fransızcadan çocuk öyküleri çevirir. Yunan yetkililer "Çileci"’den “Ασκητή” ötürü onu ateistlik ile suçlarlar ve yargılamakla tehdit ederler; Kazancakis önce Paris'te, sonra da Nice'te kalır.
1931. Yunanistan'a dönüş, yine Aegina'ya yerleşir; Fransızca - Yunanca (demotik ve aynı zamanda katharevusa) bir sözlük hazırlar. Haziranda Paris'tedir; “Sömürge Sergisi”ni ziyaret eder, bu ona "Odysseia"’sının üçüncü taslağındaki Afrika sahneleri için esin verir.
1932. Kazancakis ve Prevelakis mali sıkıntılarını hafifletmek için film senaryoları ve çeviriler de içinde olmak üzere bir iş birliği planı yaparlar, ancak planları büyük ölçüde başarısızlığa uğrar. Kazancakis diğer işlerinin yanı sıra, 45 gün içinde Dante’nin "İlahi Komedya"’sının tamamını üçer dizelik bentler halinde Yunancaya çevirir “Θεία Kωμωδία“. Kariyer yapmak için İspanya'ya gider, bir antoloji için İspanyol şiirlerini çevirmeye başlar.
1933. İspanya izlenimlerini kaleme alır. “"Generali"” El Greco için bir "terzina" tamamlar, gelecekteki otobiyografisinin tohumunu, "Greco’ya Rapor"’u "Aναφορά στον Γκρέκο". Maddi zorluklar nedeniyle İspanya'da kalamaz, Aegina'ya dönerek "Odysseia"’sının "Oδύσσειας" dördüncü taslağını yazmaya girişir. "Dante" çevirisini gözden geçirir ve bir dizi "terzina"lar hazırlar.
1934. Geçimini sağlamak için ilkokul ikinci ve üçüncü sınıflar için ders kitapları hazırlar, Eğitim Bakanlığı bunlardan birisini kabul eder ve bir süreliğine de olsa mali sıkıntısı azalır.
1935. "Odysseia"’sının "Oδύσσειας" beşinci taslağını tamamladıktan sonra, daha çok gezi notları yazabilmek için Japonya ve Çin'e bir deniz yolculuğu yapar. Dönüşünden sonra Aegina'da bir arsa satın alır.
1936. Hâlâ yurt dışında kariyer yapmak için Uzak Doğu izlenimlerini Fransızca olarak "Le Jardin des rochers" ("Kayalı Bahçe" -O Bραχόκηπος) başlıklı romanına yerleştirir. Aynı zamanda "Kapetan Mihalis" temasının yeni bir versiyonunu tamamlar ve ona “Mon Pere” (Babam) adını verir. Kazanç sağlamak için Yunan Kraliyet Tiyatrosu'nda sahnelenmek üzere Pirandello'nun "Questa sera si recita a soggetto" (Bu Akşam Doğaçlama Yapıyoruz) başlıklı eserini çevirir “Aπόψε αυτοσχεδιάζουμε”; sonra sağlığında bilinmeyen kendi Pirandellovari eserini, "Othello’nun Dönüşü"’nü "O Oθέλλος ξαναγυρίζει" yazar. Daha sonra Goethe'nin "Faust", "Bölüm I"’i çevirir. Ekim ve Kasımda Kathimerini gazetesinin muhabiri olarak İspanyol iç savaşında bulunur, Franco ve Unamuno ile röportaj yapar. Aegina’daki evi tamamlanır, bu onun ilk daimi meskenidir.
1937. Aegina’da, "Odysseia"’sının "Oδύσσειας" altıncı taslağını tamamlar, İspanya ile ilgili bir gezi kitabı yayımlanır. Eylülde bir Peloponnes gezisi yapar. İzlenimleri makale olarak olarak yayımlanır ki bunlar daha sonraları "Mora’ya Yolculuk" "Tαξίδι στο Mοριά” başlıklı kitabı olacaktır. Yunanistan Kraliyet Tiyatrosu için "Bal Arısı" ”Μέλισσα” başlıklı bir tragedya yazar.
1938. "Odysseia"’sının sekizinci ve sonuncu taslağının lüks baskısını denetler, basım Aralık sonunda gerçekleşir. Yüzünde 1922’de Viyana’da iken oluşan egzama nükseder.
1939. "Akritas" başlıklı 33.333 dizeden oluşacak yeni bir destan planlar. Temmuzdan Kasıma kadar British Council’in konuğu olarak İngiltere’dedir. Stratford-on-Avon’da ikamet ederken İoulianos “Ιουλιανός” başlıklı bir tragedya yazar.
1940. "İngiltere"’yi “Αγγλία” yazar ve "Akritas"’ı “Aκρίτας” tasarlamaya devam eder, "Mon Pere"’i revize eder. Geçimini sağlamaya yönelik olarak çocuklar için romanımsı biyografiler yazar. "Mussolini’nin" Yunanistan’ı işgal etmesi Kazancakis’i Yunan milliyetçiliği konusunda ikilemde bırakır.
1941. Almanlar Yunan ana karasını ve sonra Girit’i işgal edince, Kazancakis acısını kendisini işe vererek hafifletmeye çalışır. "Buddha" dramasının ilk taslağını tamamlar, "Dante" çevirisini revize eder ve özgün başlığı "Zorbas’ın Azizce Hayatı" “Tο Συναξάρι του Zορμπά” olan bir roman yazmaya başlar.
1942. Savaş boyunca kendisini Aegina'da izole eder, politikaya yeniden girmek için en kısa sürede yazı yazmayı bırakmaya yemin eder. Almanların üç gün kalmasına izin verdiği Atina'da Profesör İannis Kakridis ile buluşur; Homeros'un İliada'sının çağdaş Yunancaya yeni bir çevirisi konusunda iş birliği yapmak için anlaşırlar. Kazancakis ilk taslağı Ağustos ve Ekim arasında tamamlar; sonra Hristόs üzerine "Hristόs’un Anıları" “T' Aπομνημονεύματα του Xριστού" başlıklı yeni bir roman planlar -gelecekteki "Sonuncu Ayartan"’ın tohumudur bu.
1943. Alman işgalinin yarattığı yoksunluklara rağmen Kazancakis ateşli çalışmasıyla "Buddha", "Aleksis Zorbas" ve "İliada" çevirisinin ikinci taslaklarını tamamlar. Sonra Aeschylus’un Prometheus "üçlemesinin" yeni bir versiyonunu yazar.
1944. İlkbahar ve yazda, "Kapodistrias" "Kαποδίστριας" ve "Konstantinos Palaiologos" "Kωνσταντίνος Παλαιολόγος” başlıklı tiyatro yapıtlarını yazar. Bunlar "Prometheus üçlemesi" ile birlikte arkaik, Bizantik ve çağdaş Yunanistan'ı içerirler. Almanların geri çekilmesinden sonra, Kazancakis hemen Atina'ya taşınır ve orada “Dekemvriana” (Aralık ayı olayları) olarak adlandırılan iç savaşın tanığı olur.
1945. Yeminini yerine getirerek politikaya yeniden girer; komünist olmayan dağınık sol grupları birleştirmeyi amaçlayan sosyalist bir partinin lideri olur. Atina Akademisi'ne kabulü iki oy farkla reddedilir. Alman zulümlerinin kanıtlarını toplaması için hükûmet tarafından Girit'e gönderilir. Birliktelikleri uzun zamandır süren Eleni Samiou ile Kasımda evlenirler. Sofoulis'in koalisyon hükûmetinde sandalyesiz bakan olarak yer alır.
1946. Sosyal demokrat partilerin birleşmesi üzerine Bakanlık görevinden istifa eder. Yunan Yazarlar Birliği Kazancakis ve Sikelianos'u Nobel Ödülü için aday olarak gösterir. Haziranda yurt dışında kırk gün kalmak için Yunanistan'dan ayrılır, ancak bu ayrılık ölümüne kadar sürecektir. Yazı İngiltere'de geçirir ve orada "Yokuş" “O Aνήφορος" başlıklı bir roman yazar, o da "Kapetan Mihalis"’in habercilerinden birisidir. Eylülde Fransız hükümetinin davetlisi olarak Paris’e taşınır. Yunanistan’daki siyasal koşullar onu yurt dışında kalmaya zorlar.
1947. Tiyatro eseri "İoulianos"’unu “Ιουλιανός” kendisi Fransızcaya çevirir, "Zorbas" Paris'te yayımlanır. UNESCO'da görev alır, işi özellikle Doğu ve Batı arasında olmak üzere, kültürler arasında bir köprü oluşması için dünya klasiklerinin çevirilerini kolaylaştırmaktır.
1948. Kendisinin yazdığı tiyatro eserlerini çevirmeye devam eder. Martta, kendini tamamen yazmaya vermek için UNESCO'daki görevinden istifa eder. Kazancakis ve Eleni Antibes'e taşınırlar ve orada hemen tiyatro eseri "Sodom ve Gomorra’"yı "Σόδομα και Γόμορρα" yazmaya başlar. İngiltere, A.B.D., İsveç ve Çekoslovakya'daki yayımcılar "Aleksis Zorbas’"ı yayımlamayı kabul ederler. Kazancakis, "Yeniden Çarmıha Gerilen Hristόs"’un "O Xριστός Ξανασταυρώνεται" ilk taslağını üç ayda yazar, sonraki iki ayı onu revize etmekle geçirir.
1949. Yunanistan iç savaşını ele alan "Kardeş Katilleri" "Aδερφοφάδες" romanına başlar. Onu iki tiyatro eseri izler, "Kouros" "Kούρος" ve "Kristof Kolomb" "Xριστόφορος Kολόμβο”. Egzama yine yüzünde görünür, kaplıca tedavisi için Vichy'ye gider. Aralıkta "Kapetan Mihalis"’e başlar.
1950. Bu roman onu Temmuz sonuna kadar uğraştırır. Kasımda "Sonuncu Ayartan" ‘a döner.
1951. "Sonuncu Ayartan"’ın ilk taslağını tamamlar, sonra "Konstantinos Palaiologos"’u "Kωνσταντίνος Παλαιολόγος” revize eder.
1952. Başarı kendi problemlerini de getirir: Kazancakis, kendisini çeşitli ülkelerden gittikçe artan çevirmenler ve yayımcıların meşguliyeti içinde bulur; yüzündeki hastalıktan da gittikçe daha çok rahatsız olur. O ve Eleni, yazı çok-sevgili Assisili Aziz Francesco'nun tadını çıkararak İtalya'da geçirirler. Ciddi bir göz enfeksiyonu yüzünden Hollanda'daki bir hastaneye giderler, tedavi olurken bir taraftan da Aziz Francesco'nun hayatını inceler. Romanları Büyük Britanya, Norveç, İsveç, Hollanda, Danimarka, Finlandiya ve Almanya'da yayımlanmaya devam eder, fakat Yunanistan'da değil.
1953. Paris'te bir hastaneye yatırılır, gözündeki enfeksiyondan hâlâ çekmektedir (sonunda sağ gözünü kaybeder). İncelemeler, muhtemelen yüzünde yıllardır devam eden hastalık izlerinden kaynaklanan lenf bozukluğu olduğunu ortaya çıkarır. Antibes'e geri dönüş; "İlyada" çevirilerini mükemmelleştirmek için Profesör Kakridis ile bir ay geçirirler. "Tanrının Yoksulu" "O Φτωχούλης του Θεού" romanını yazar. Ortodoks Kilisesi, "Kapetan Mihalis"‘in kimi sayfaları ve "Sonuncu Ayartan"‘ın tamamında kutsallığa saygısızlıktan dolayı Kazancakis hakkında kovuşturma yapar; bu kitaplardan ikincisi hâlâ Yunanca olarak yayımlanmamıştır.
1954. Papa, "Sonuncu Ayartan"‘ı Roma Katolik Yasak Kitaplar İndeksine alır. Kazancakis Vatikan’a Hristiyanlık savunucularından Tertullian’ın sözlerini içeren bir telgraf çeker: “Ad tuum, Domine, tribunal appello” (Arzımı senin mahkemene sunuyorum, Tanrım.) Aynı sözleri Atina'daki Ortodoks hiyerarşisine de söyler ve ekler: “Kutsal Pederler, siz bana lanetinizi verdiniz. Ben size kutsamamı veriyorum: Vicdanınız benimki kadar temiz olsun ve benim gibi ahlaklı ve dindar olasınız.” Kazancakis yazın "Odysseia"’sını İngilizceye çeviren Kimon Friar ile her gün iş birliği yapar. Aralıkta "Sodom ve Gomorra’"sının Almanya, Mannheim'daki ilk gösterimine katılır ve sonra tedavi görmek için Freiburg im Breisgau'daki bir hastaneye yatar. Hastalığına lenf kanseri tanısı konulur.
1955. Kazancakis ve Eleni, Lugano, İsviçre'de bir ay dinlenirler. Kazancakis orada entelektüel biyografisine başlar, "Greko’ya Rapor"’a. 11 Ağustosta Gunsbach’ta, Albert Schweitzer’i ziyaret ederler. Antibes’e dönüş. Kraliyet ailesinden önemli bir kişinin Kazancakis’ten yana çıkması ve hükümete müdahalesi üzerine "Sonuncu Ayartan" nihayet Yunanistan’da yayımlanır.
1956. Haziranda, Viyana’da “Barış Ödülü”nü alır. Kimon Friar ile iş birliği yapmaya devam eder. Nobel ödülünü son anda Juan Ramon Jimenez’e kaptırır.
1957. Kazancakis’in Kimon Friar ile iş birliği sürer. Pierre Sipriot ile yaptığı uzun bir görüşme Paris Radyosu’nda altı bölüm halinde yayınlanır. Kazancakis ve Eleni Çin hükümetinin davetlisi olarak Çin’e giderler. Dönüşleri Japonya üzerinden olacağı için Kanton’da çiçek ve kolera aşısı olmak zorunda kalır. Kopenhag’a geldiklerinde aşı yeri şişer ve kolu kangrene dönmeye başlar. Tedavisi için Freiburg im Breisgau’daki hastaneye yatar. Kriz geçer. Kutlamak için Albert Schweitzer ziyaretine gelir, fakat sonra bir Asya gribi salgını zaten zayıf düşmüş bir haldeyken onu hemen yener. 26 Ekimde, 74 yaşındayken ölür. Cenazesi Atina’ya gelir. Yunan Ortodoks Kilisesi katafalkta gösterilmesine izin vermez. Cenaze İrakleio Metropolitlik Kilisesi’nde teşhir edileceği Girit’e getirilir. Büyük bir halk kitlesi cenazeyi defnedileceği Venedik Surları’nın üstündeki mezar yerine kadar izler. Daha sonra, mezarına Kazancakis’in kendisinin seçmiş olduğu yazıt işlenir. "Δεν ελπίζω τίποτα. Δεν φοβούμαι τίποτα. Eίμαι ελεύθερος." (Den elpizo tipota. Den fovume tipota. İme eleftheros. – Hiçbir şey ummuyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm.)
Eserleri.
İlk yapıtı, "Karma Nirvami" takma ismini kullanarak 1906 yılında yazmış olduğu öykü formundaki eseri "Yılan ve Zambak"'tır. 1909 yılında ise "Komedi" adındaki tek perdelik oyununu kaleme almıştır. Bu oyunda kullanmış olduğu, daha çok 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygın olarak kendisini Sartre ve Camus gibi yazarların eserlerinde gösterecek olan varoluşçu temalar göze çarpmaktadır. 1910'da, Paris'teki eğitimini tamamladıktan sonra, popüler bir Yunan mitine dayanan, "İnşaat Ustası" adlı trajedisini yazıya geçirmiştir.
1924'te yazmaya başladığı ve 1938'de yayımlanana kadar yedi defa yeniden yazdığı "Odysseia" kendisinin en önemli eseri olarak görülmektedir. Bu çalışma 33.333 misradan oluşmaktadır ve Homeros'un Odysseia adlı eserini, yazarın bıraktığı yerden, yapısal olarak tamamen koruyarak devam ettirip tamamlamayı amaçlamıştır.
Romanlar:
Şiirler.
Odysseia
Çeviriler:
Denemeler ve Gezi Kitapları:
Oyunlar:
Filmler.
Nikos Kazancakis'in yapıtlarına dayalı filmler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15622",
"len_data": 20232,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Hürriyet, Türkiye'de yayımlanan günlük gazete. 1 Mayıs 1948 tarihinde Sedat Simavi tarafından kurulmuş olup, günümüzde Demirören Holding bünyesinde bulunmaktadır.
Tarihi.
Gazete, 1948'de Sedat Simavi tarafından kurulmuş ve 1 Mayıs 1948'de "Ürdün ve Irak orduları Filistin'e girdi" manşetiyle ilk sayısını yayınlamıştır. Sedat Simavi'nin 1953'te ölmesinden sonra yönetimi ortaklaşa üstlenen oğulları Haldun Simavi ve Erol Simavi döneminde de gazete, aynı çizgiyi sürdürmüştür. Haldun Simavi'nin Web Ofset grubunu oluşturarak 1971'de ayrılmasından sonra gazete tümüyle Erol Simavi'nin yönetimine geçti. 1971 sonrasında sırasıyla İzmir, Ankara, Adana ve Erzurum'da bürolar açan "Hürriyet" 1973'te ofset baskı sistemine geçerek özellikle renkli fotoğraf kullanımıyla büyük avantaj sağladı.
7 Mart 1990'da, gazetenin Yönetim Kurulu Üyesi, yazarı ve eski Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, arabasına binerken uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. 1 Mayıs 1988 tarihinde logosu değiştirilen "Hürriyet", 1992 yılında Erol Aksoy, Dinç Bilgin ve Haldun Simavi'nin ortak girişimi haline geldi. 1994 yılında, yüzde 70 hissesi Doğan Yayın Holding tarafından satın alınan "Hürriyet", Doğan Yayın Holding'e bağlı olarak yayım yapmıştır. 20 yıldır gazetenin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Ertuğrul Özkök, 29 Aralık 2009 tarihi itibarıyla yerini Enis Berberoğlu'na bırakmıştır. 25 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan Hande Fırat imzalı "7 Eleştiriye 7 Yanıt - Karargâh Rahatsız" başlıklı manşet ile ilgili haberden kısa bir süre sonra, 1 Mart 2017 tarihinde Sedat Ergin Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrılarak yerine Fikret Bila atanmıştır. Gazetenin Demirören Holding tarafından alınmasından sonra görevinden ayrılan Fikret Bila'nın yerine, Vahap Munyar Genel Yayın Yönetmenliğine atandı. "Hürriyet"'te 43 gazetecinin işine son verilmesinin ardından gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Vahap Munyar da görevinden ayrıldı. Vahap Munyar'dan boşalan Genel Yayın Yönetmenliğine 6 Kasım 2019'da Ahmet Hakan getirildi.
22 Mart 2018'de Demirören Holding tarafından satın alınmıştır. Satın alma sonrası yaklaşık 50 yazar toplu olarak işten çıkarıldı. Bu işten çıkarmalar üst yönetim tarafından gazetenin genel yayın yönetmeni Vahap Munyar'a haber verilmeden yapıldı. Bu olayın üzerine Vahap Munyar da istifa etti.
1997'den itibaren yayın yapan "Hürriyet" gazetesinin internet haber sitesi Türkiye genelinde Nisan 2020 istatistiklerine göre en çok ziyaret edilen siteler sıralamasında, Türkiye genelinde 7., dünya genelinde ise 395. sıradadır. Gazetenin internet sitesi "hurriyet.com.tr", Haziran 2011'de 9,5 milyon ziyaretçisiyle Avrupa’da en çok ziyaret edilen dördüncü haber sitesi oldu.
Ekleri.
İlk 1950 yılında "Hürriyet" ile birlikte ek olarak verilen "Hürriyet Pazar" karikatür formatındadır. Yıllar içerisinde içerik ve görsel olarak yenilenen "Hürriyet Pazar" gazetesi; "Hürriyet Pazar" ilavesi, "Pazar Extra", "Pazar Kelebek", "Kelebek Pazar" gibi isimlerde yayınlanmıştır.
Hürriyet Pazar.
Hürriyet gazetesi eki "Hürriyet Pazar" 1950 yılından bugüne kadar verilen ektir. 24 Nisan 2011 tarihinde ek formatından gazete formatına dönüştürülmüştür. "Türkiye'nin yeni Pazar tutkusu olacak" sloganıyla lanse edilen "Hürriyet Pazar"ın içeriği genişletilmiştir. Yazarlar bünyesine Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök gibi yazarları ekleyen gazete 36 sayfa olarak basılmaktadır.
Hürriyet Kampüs.
"Hürriyet Kampüs" gazete eki 2010 Mart tarihinden itibaren çeşitli üniversitelerin kampüslerinde bulunmaktadır. Bu gazeteyle genç nüfusa seslenen "Hürriyet" çeşitli festival ve yarışmalar da düzenlemektedir.
Hürriyet E-yaşam.
Gazetenin her ayın ikinci ve son Cuması çıkan teknoloji konulu ilavesi. 2002 yılı Kasım ayında yayın hayatına başlamıştır. Gazetenin Yayın Yönetmeni Yurtsan Atakan'dır. Yardımcı editörlüğünü sırasıyla Hüseyin Gönüllü, Erdal Kaplanseren, Levent Daşkıran ve Serbülent Aksayar yürütmüştür. Yazarları Siyami Kahyaoğlu, Yurtsan Atakan, Erkan Çelebi, Edip Emil Öymen, Halil Aksu, Batuhan Okur, Ersan Atakan, Levent Pekcan, Aslı Yurtseven ve Selim Demirpençe'dir.
2008'in kasım ayında ekin yayınına son verilmiştir.
Hürriyet Kitap Sanat.
3 Şubat 2017 tarihinden itibaren her Cuma yayınlanmaya başlamıştır.
Avrupa baskısı.
"Hürriyet", Almanya'ya çalışmak için giden Türk işçilerinin gazete ve haber gereksinimini karşılamak amacıyla, 1964 yılından başlayarak uçakla Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine gönderilmeye başlandı. Talebin artması üzerine 1970'lerin başında gazetenin Almanya'da da basılmasına karar verildi.
Günümüzde, Almanya'nın Frankfurt şehri yakınlarındaki tesislerinde "Hürriyet" gazetesinin basımı devam etmektedir.
Yakala.co.
2010 yılında "Hürriyet" ortaklığıyla kurulan bir grup indirim sitesidir. Türkiye genelinde 6 ilde (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya ve Adana) faaliyet göstermiştir.
yakala.co markası 2010 yılında interaktif reklam birliği IAB Amerika'nın lisansıyla düzenlenen Mixx Awards'da ürün lansmanı kategorisinde Golden Mixx, sosyal pazarlama kategorisinde Gümüş Mixx olmak üzere iki ödül kazandı.
16 Aralık 2022 tarihi itibarıyla faaliyetlerine son vermiştir.
"Karargâh Rahatsız" olayı.
25 Şubat 2017 tarihinde "Hürriyet" gazetesinde, Hande Fırat tarafından kaleme alınan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'a yönelik eleştirilere cevap niteliği taşıyan bir haber, manşetten “7 Eleştiriye 7 Yanıt” başlığıyla; orta sayfada ise “Karargâh Rahatsız” başlığıyla yayımlandı.
Haber yayınlandıktan kısa süre sonra Cem Küçük, Hilal Kaplan, Turgay Güler, Ömer Turan gibi gazeteciler, Twitter üzerinden çok ağır tepki gösterdi; manşet, "Cumhuriyet" gazetesinin 2003'te attığı "Genç Subaylar Rahatsız" manşetine benzetildi ve askerî darbe iması içerdiği iddia edildi. Aydın Doğan ve Hande Fırat hedef gösterildi ve haklarında soruşturma açılması için çağrı yapıldı.
Tepkiler üzerine aynı gün açıklama yapan "Hürriyet" gazetesi, haberi yazan Hande Fırat'ın Genelkurmay Başkanlığı İletişim Dairesi'nden aldığı yanıtları haberleştirdiğini belirtti ve askerî darbe imaları hakkında ‘iftirada sınır tanımazlığın en uç örneklerinden biri’ dedi.
Tepkiler.
Habere karşı sosyal medya, görsel ve yazılı medyadan gelen tepkiler sonrası Bakırköy Başsavcılığı, yapılan suç duyurusu üzerine soruşturma başlattı. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut manşetle ilgili "Halkı kendi ordusu ile karşı karşıya getirmeye çalışanlar, mutlaka bunun hesabını verecekler" demiş, Başbakan Binali Yıldırım gazete maneşetiyle ilgili olarak "Hükümete ayar vermeye çalışıyorlar" diyerek tepki göstermiş, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile görüşmüştür. 28 Şubat tarihinde Recep Tayyip Erdoğan ve Hulusi Akar'ın Pakistan'a hareketinde önce havalimanında basın açıklaması yapmış, gazetenin haberi için "Bizi kendi içimizde birbirimize düşürmeye çalışıyorsa, bunun bedelini de ağır ödeyecektir" dedi. 1 Mart 2017 tarihli Hürriyette ise karikatürist Latif Demirci'nin çizdiği, asker kamuflajı desenli bir kapının tokmağına "Please do not disturb / Lütfen rahatsız etmeyiniz" yazılı uyarı levhasının asılı olduğu görülen karikatürist yayınlanmıştır.
Gazeteye yönelik saldırılar.
6 Eylül 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir televizyon programında yaptığı bazı açıklamalar, "Hürriyet" gazatesinin resmî twitter adresinden “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan "#Dağlıca" açıklaması: '400 milletvekili alınsaydı bunlar olmazdı.'” ifadeleri ile yayınladı. Gazete, tweeti "#Dağlıca" hashtag'ının "isabetli" olmadığı ve "bilgiyi bir an önce okurlara ulaştırma çabasından kaynaklanan bir yanlışlık" olduğu gerekçesi ile on dakika sonra yayından kaldırdı. Bu sırada Hilal Kaplan ve Cemile Bayraktar Twitter üzerinden Hürriyet Gazetesi'ni protesto çağrısı yaptılar. Ardından yaklaşık 200 kişilik bir grup saat 23.30 sıralarında Hürriyet Dünyası'nın İstanbul Bağcılar'da bulunan, "Radikal" ve Doğan Haber Ajansı gazetecilerini de barındıran binasına taş ve sopalarla saldırıda bulundu. Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, 20 Mayıs 2021 tarihinde yayınladığı bir videoda AKP'li bir milletvekilinin ricası üzerine saldırıyı gerçekleştirmeye yardımcı olduğunu açıkladı.
7 Eylül 2015 tarihinde gazetenin İstanbul ve Ankara'daki merkezlerine yönelik ikinci bir saldırı gerçekleştirildi. Kalabalık bir grup polis engelini aşarak gazetenin Ankara'daki binasına taş ve sopalarla hasar verdi ve sloganlar attı. Ayrıca dört el silah sesi duyuldu.
Gazetenin avukatları, Hürriyet Dünyası'na saldırı esnasında kalabalığın arasında bulunan AK Parti Gençlik Kolları Başkanı, üyeleri ve AK Parti İstanbul Milletvekili Abdurrahim Boynukalın hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Ayrıca, İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın söylemediği sözü çarpıtarak, algı operasyonu" yapıldığı gerekçesiyle "Hürriyet" gazetesi internet sitesinin yetkilileri hakkında soruşturma başlattı. Gazete'ye yönelik saldırılar Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye Gazeteciler Federasyonu, TÜSİAD, Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçiliği ve Avrupa Birliği Konseyi tarafından kınandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15628",
"len_data": 9062,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.04
}
|
Radikal, Doğan Yayın Holding'e ait günlük gazetedir. 1996'da yayın hayatına başlayan gazetenin basılı yayını Haziran 2014'te, dijital yayını Mart 2016'da son bulmuştur.
Tarihçe.
"Radikal" gazetesi 1996 yılında basılı olarak yayına başlamıştır. Amerikan "The New York Times" ve İngiliz "The Guardian" gazetesinin versiyonudur. "Radikal İki", "Radikal Kitap" ve "Radikal Hayat" isimli ekleri bulunmaktaydı. 28 Mart 1998'de internet üzerinden de yayıncılığa başlayan Radikal, 17 Ekim 2010 tarihinden itibaren tabloid boyda yayınlanmaya başlamıştır.
"Radikal", zarar ettiği gerekçesiyle basılı yayınını 21 Haziran 2014 tarihinde sonlandırıp dijital gazeteciliğe geçmiştir.
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Ezgi Başaran, 2 Aralık 2015 tarihinde görevini Cem Erciyes'e bıraktı.
Kapatılması.
22 Mart 2016 tarihinde, "Radikal"in internet yayının da 2016 yılı Mart ayının sonu itibarıyla son bulacağı, "Radikal Kitap"ın ise Hürriyet bünyesinde çıkmaya devam edeceği duyurulmuştur. Bazı yazarlar kapatma kararına tepki gösterdi ve kapatma kararının kendilerine bildirilmediğini, kararı Twitter'dan öğrendiklerini söylediler.
"Radikal"in aktif köşe yazarları 'Veda' yazılarını "Radikal"in sitesinde 4 Nisan 2016 tarihinde yayınladılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15629",
"len_data": 1228,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.07
}
|
Sekizler Grubu veya kısa kullanımıyla G8, bir uluslararası hükûmetler formu olup, günümüzde üyeleri olan Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Rusya, Birleşik Krallık ve ABD ülkeleri, dünya ekonomisinin yaklaşık %65'ini temsil ederler. İlk dönemde altı ülkeden oluşan ve o dönemde G6 diye adlandırılan gruba, önce Kanada (1976) ve sonra Rusya (1997)'nın dahil olmasıyla grup, G8 ülkeleri olarak anılmaya başlanmıştır. Grup, yıl boyunca konferanslar ve politik araştırmalar yapar. Grup ülkeleri, 1975'ten beri yıllık ekonomi zirveleri düzenlemektedirler. Üye ülkelerin hükûmet başkanlarının yıllık zirve toplantısına katılması ile doruğuna ulaşır. Her yıl G8 üye devletleri grubun başkanlık görevini üzerine alır. Başkanlığı elinde bulunduran ülke, grubun gündemini belirler ve o yılki toplantı için ev sahipliği yapar. 2007 için başkanlık sırası Almanya'dadır ve 33'üncü G8 toplantısı için Heiligendamm şehrinde 6-8 Haziran'da ev sahipliği yapmıştır.
Avrupa Birliği, toplantılarda Avrupa Komisyon başkanı tarafından temsil edilir.
Tarih.
Dünyanın büyük endüstrileşmiş demokrasilerinin forum fikri, 1973 petrol krizini takiben ve ondan sonra gelen global durgunluktan ortaya çıkmıştır. 1975 yılında Fransa başkanı Valery Giscard d'Estaing, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD hükûmet başkanlarını Rambouillet şehrinde toplantıya davet etti. Altı lider, dönerli bir başkanlık altında organize edilen yıllık toplantıya G6 (altılı grup) şeklinde mutabık kaldılar. Takip eden yıl, Birleşik Devletler Başkanı Gerald Ford'un önerisiyle Kanada gruba katıldı ve grup G7 adını aldı.
1997 yılında Rusya, gruba dahil oldu.
Yıllık toplantılar.
Yıllık G8 liderler toplantısı dünyanın en güçlü sekiz hükûmet başlarınca düzenlenir. Bu nedenle uluslararası bir toplantıdır. Haber medyası tarafından isteklice gözlenir ve rapor edilir. G8 başkanlığını elinde bulunduran ülke yıllık toplantının organizasyonundan ve ev sahipliğinden sorumludur. Toplantılar genellikle yıl ortasında yapılır ve üç gün sürer.
Yapı ve Aktiviteler.
G8'in gayri resmi bir forum olduğu tasarlanır. Ve bu nedenle uluslararası organizasyonlardan Birleşmiş Milletler veya Dünya Bankası benzeri bir yönetim yapısına ihtiyaç duyar. Grup başkanlığı üye ülkelerde yıllık sıra ile çalışır. Her bir dönem Ocak ayının birinci günü başlar. Başkanlığı elinde bulunduran ülke planlama ve bakanlığa ait seviye toplantılar serisinden ev sahipliği yapma sorumluluğundadır. Bakanlığa ait toplantılar, bakanlara çeşitli bakanlık görevi için
ortak veya global konuları ilgilendiren maddeleri tartışma sorumluluğunu beraberinde getirir. Konuların genişliği sağlık, kanun uygulama, iş, ekonomik ve sosyal gelişme, enerji, çevre, dış ilişkiler, adalet ve içişleri, terörizm ve ticareti kapsar.
Ekonomik Güç.
G8'in temsil eden sekiz ülke dünya nüfusunun yaklaşık % 14'ünü teşkil eder. Fakat dünyanın ekonomik verimlilik ölçüsü olan brüt iç hasılanın üçte ikisinden sorumludurlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15630",
"len_data": 2932,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.38
}
|
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, (İngilizce: "General Agreement on Tariffs and Trade") uluslararası ticareti, haklar ve sorumluluklar açısından düzenleyen çok taraflı bir anlaşmadır.
1947'de 23 ülke tarafından imzalanan bir anlaşma ile kurulmuştur. 1 Ocak 1948'de de yürürlüğe girmiştir. GATT'ın kuruluş amacı, "ithalat vergilerini azaltmak, uluslararası ticaretin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve ticarette ayırımcı uygulamalara son vermek" olarak belirlenmişti. Arthur Dunkel kuruluşun mimarı olarak bilinir. 23 kurucu üye, 45 bin kalem malın gümrük tarifinde karşılıklı taviz vermiştir.
Dünya Ticaret Örgütü (WTO), 1 Ocak 1995'te, uluslararası ticaretin en etkin kurumu olarak, Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması'nın (GATT) yerine kurulmuştur.
Amaçları.
GATT'ın amaçlarına bakıldığında;
Anlaşmada belirtilmemiş olan temel düşünce ise;
Dünyadaki savaş hal durumunu yaşamamak adına uluslararası ekonomik işbirliğinin temelini atma durumunun oluşturulması düşüncesi oluşmuş olmakla beraber bu adımda gereken birliktelik anlayışıyla ülkelerin toplumsal ve ekonomik yapısını geliştirme adı altında faaliyetler oluşturulmuş ve uluslararası ticari ilişkilerin serbestliğini sağlama yolunda adımlar atılarak bu hususta yeni kuruluşlar oluşturma düşüncesi ile yaptırımlarda bulunma eylemleri beraberinde gelmiştir. Bu eylemlerin oluşumu hususunda belli başlı kuruluşlar meydana gelmiş ve bunları ele alacak olursak bu kuruluşlar "Bretton Woods "adı altında geçen IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşları saymamız mümkündür.Mali açıdan da yaptırımlara bakacak olursak uluslararası mali alanlarda beraberlik sağlanmış olup aynı hususu ticari ilişkilerin serbestliği konusunda da gerçekleştirme isteğini doğurmuştur.Bu durum neticesiyle oluşturulmak istenen düşünce bağlamında ülkeleri temsil eden liderler tarafından bir kuruluş yaptırımı düşüncesi doğmuş ve bu kuruluş "Uluslararası Ticaret Örgütü" adı altında uluslararası bir örgütün doğması açısından adımlar atılarak bu bağlamda girişimler bulunulmuş. Uluslararası Ticaret Örgütü'nün oluşumu ile ilgili müzakereler sürerken belli başlı mallarda tarife indirimi yapma hususu geçmiş ve uluslararası bu örgütün diğer ülkelerce de kabul görmesi ve oluşumunda desteği alması bağlamı neticelik gösterene kadar bu indirimi oluşturmak ve işleyişe girmesi bakımından 1947 Ekim'de 23 ülkenin temsilcileri ile bir araya gelinerek kısa ve belli bir süre için nitelendirilmiş olunan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'nı kendi aralarında imzalamışlardır. Kısa ve belli bir süre olarak nitelendirilmişti bu anlaşma fakat bu şekilde değerlendirilmesine rağmen oluşumundan daha fazla etki göstermiş olup dünya ticaretinde fazlasıyla yer almış ve kabul görülmüştür. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşmasını oluşumunu ele alacak olursak; yurt içinde üretilen malı yurt dışına satma bağlamında fiyatı olağan duruma göre ticari öngörüler bağlamında dışsatımcı ülkede üretilmiş şeylerin kullanılıp harcanması, birbiri ile örtüşen ürün ve olaylar hususunda da karşılaştırılabilir ve fiyat değeri bakımından daha düşük çerçevede olması durumunda görüşmeye konu olan ürünün elden çıkarmak amacıyla fiyatını büyük ölçüde düşürerek satma yani şöyle diyecek olursak farklı bir ülkenin pazarına olağan değerinden daha düşük fiyatta sokulması durumu kabul görür. Mal kazancı ereğiyle yürütülen her türlü alım satım ilişkileri çok taraflı hususları oluşturan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nın öncelikli amaç haline getirmiş olduğu husus üye olan devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde hakka ve hukuka uygun bir biçimde olması gerektiği ve bu oluşturulan ticari ilişkilerinde tam rekabetin doğurmuş olduğu ortam koşulları altında bunun sağlanmasının ve ticari ilişkilerde serbestlik ortamı olması hususunda açık bir ticaret ortamı yaratmaktadır. GATT kapsamış olduğu içerik bakımından dört ilke yaptırımından oluşmaktadır. Bu ilkeleri genel bir biçimde ele alacak olursak, gümrük vergilerinin azaltılarak vadesi uzatılması yapılmış olan bu hususlarda ulusal bağlamda kimseyi kimseden ayırmaksızın bu açıdan yasal olan yaptırımlar koyarak bu hususun önüne geçebilme durumu yaratmıştır. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması bütünlük bağlamında Ocak 1948 tarihinde yürülüğe girmiş olmasıyla beraber dış ticari ilişkilerin serbest olması ve bu bağlamda ilerlenmesi için ortam sağlanmıştır. GATT' ın içeriği ile oluşturulmuş olan 1947 ve 1948 yıllarında ticari ilişkiler açısından oluşturulmuş sekiz çok taraflı müzakere görüşmeleri gerçekleşmiş ve bu düzeyde yapılmış olan görüşmeler neticesinde 1993 tarihinde Uruguay Turu tam anlamıyla oluşturulmuş olup, bu gelişmeler sonucunda da Dünya Ticaret Örgütü'nün oluşumu da tamamlanmıştır. Oluşturulmuş olan Uruguay Müzakereleri bağlamında alınan kararlar neticesinde oluşturulmuş olan DTÖ Ocak 1995'te yürülüğe girmiş olup yasal tabanı oturtmuş ve yasal gücü artmış olmakla beraber birçok ticaret konularını kendi arasında kapsayarak bir araya katmış ve bu bağlamda Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'nın yerine geçmiştir. Başında ülkelerin birliktelik bağlamında oluşturmuş oldukları işbirliği hususuna dayalı ilkede yapılan müzakereler hususuna dayanmakta olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'na göre aralarında ayrım bulunmuş olan uzun soluklu yani devamlı nitelikte olan DTÖ yaşanan zıtlıklara son verme bağlamında belli koşullarla yürütmeyi sağlayan haklarla meydana gelmiştir. Uruguay Müzakerelerinin önemli nitelikteki sonuç bağlamına bakacak olursak devletlerin ödün verdikleri hususlarda kendilerini geliştirmeleri ile beraber yetkisi altında bulunan oranlar kapsamında ticaretle ilgili yapılmış olan girişimlerin yükselmesidir. Gümrük Tarife ve Ticaret Anlaşması bakımından bazı ayrıklıklar dışında bütünüyle engellenmesini ve bu kapsamda ilerleyen tarifeler üzerinde gittikçe düşürülmesi hususuna bağlanmıştır. Mesela tarım ürünlerindeki tarifeleri düşünecek olursak %100 büyüklükteki kuruluşun yetkisi altında bulunmaktadır. Bu kapsamda geçerliliğini sürdüren belli başlı hususlar mal ticari ilişkileriyle ilgili 1994 yılında Gümrük Tarifesi ve Ticaret Anlaşması diğer 12 anlaşmada bulunmaktadır. Gümrük Ticaret Anlaşması yaşanan ticari ilişkilerde ekonomik olarak; parasal ve mali konularda arz ve talebin bir araya gelip, karşılaştığı alanlarda ticaret girişiminin gerçekleştirilmesi ve yürütülmesi için gerekli olan şartları içerisinde barındıran ve bu işte kullanılan malların tümünü piyasalarda ve ticaretin önündeki engelleri de devlet müdahalesinin ortadan kaldırılması gerektiği hususunda duran bu noktada amacını yürüten küresel bir sistemler bütünüdür. Oluşturulmuş olan bu sistem kapsamında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmasınca üye olan ülkeler arasında oluşturulmuş olan ticari ilişkiler hususunda, hukuksal bir yaptırım hakkı olan ve bu hukuksal yaptırım hakkını elde etmek adına yaptırımlarda bulunan yani isteğe uygun olabilmesi için gereğini tümüyle yerine getirmiş olması ve bu yükümlülüklerin içermiş olduğu durumları bütünüyle kapsamış olup bu düzenle toplum üyelerinin kendisine uyulmasını sağlayıp, toplumca benimsenmiş her türlü buyurucu ve yasaklayıcı düzenlemeleri içerisinde barındırarak yapısal olarak da aynı bağlamda düzenlenmesi gereken yol ve yöntemlerin tamamıdır. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'nın en ayırıcı belirgin özelliği olarak şunu niteleyebiliriz, yönetim biçimi hususunda üye olmuş olan ülkeler kapsamında belli bir biçim kazanmış olması ve kuruluş olarak ortaya konulması hususu olmuştur. Alınmış olan kararlar, birçok kimseyi içine almış olup, birçok kişinin bir araya gelmesi sonucu oluşan yani ortaklaşa alınmış kararlar mekanizması bütününü oluşturuyor ise Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'nın düzenini ve özünü meydana getirmiş olmaktadır.
Üyelik esasları.
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması gereğince bir ülkenin bu kapsamda üye olabilmesi bakımından var olan üye ülkelerin oy çoğunluğu ile bir sonuca varılması gerektiğini belirtmiştir. Egemenliğini ilan etmiş ülkelerin sayısının gittikçe artması sonucunda üye devletler sayısında da bir etki yaratmış ve bu bağlamda üye devletler sayısında bir artış söz konusu olmuştur.
Yapısı ve yönetimi.
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması'nın 4 temel ilkesi vardır. Bunları ele alıp açıklayacak olursak şu şekilde;
Dünya Ticaret Örgütü Gümrük Tarifeleri Ticaret Anlaşması bağlamında uygulanma alanına konulan son görüşmeler neticesinde 1995 tarihinde Uruguay Turu neticesinde Dünya Ticaret Örgütü oluşturulmuştur. Dünya Ticaret Örgütü'ne gelecek olursak üye sayıları 157 olmuş olup 27 tane ülke de izleyen durumdadır. Kuruluş ve amaçlarına gelecek olursak, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmasına nazaran daha geniş ve kapsamlı gayeleri vardır. Hakka ve hukuka uygun bir şekilde üye olan devletlerin daha iyi bir sonuç elde etmek amacıyla göstermiş oldukları yöntemler ticari ilişkiler bütününde serbest yani herhangi bir engelle karşılaşma durumu olmayacak bir biçimde geçişe uygun bir ticari yöntem oluşturarak bu kapsamdaki karşılıklı bağı ilerleterek daha farklı boyutta üye olan ülkelere tam anlamıyla iş alanı açma durumunu yaratmak istenmiştir. Dünya Ticaret Örgütü yapılmış olan Uruguay Round görüşmeleri neticesinde hukuksal 29 farklı çok taraflı belgeyi ve geniş bir perspektif bütünüyle ele alıp 25 Bakanlar Bildirisini Marekeş'te onaylamış ve 15 Nisan 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü Anlaşması ile meydana gelmiştir.
Hâla Dünya Ticaret Örgütü 'nün başta gelen ve öne çıkan konusu Doha'da gerçekleşen 2001 senesinin Kasım ayında oluşturulmuş olan Dördüncü Bakanlar Konferası ile beraber Dünya Ticaret Örgütü Kalkınma Turu bağlamında oluşturulan ticari görüşmeler için yapılmış olan çok taraflı ticari müzakereleri olmuştur.
İlk olarak bahsedilmiş olduğu biçimde Dünya Ticaret Örgütü, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmasına nazaran daha kapsamlı açıdan ele almış olarak nitelendiriliyordu aslında birbirlerinden tamamen farklı olup bununla birlikte oluşturuluş içeriği olarak da kendine özgüdür. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Örgütü zaten oluşum amacı itibarıylade ele alacak olursak Uluslararası Ticaret Örgütü'nü oluşturma çerçevesiyle ilerlemiş olan bu doğrultuda çeşitli yaptırımları içerisinde bulunduran çok taraflı nitelikte olan bir anlaşmadır. Kısa süreli oluşturulmuş olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması yalnızca mal ticari ilişkilerini ele alırken Dünya Ticaret Örgütü onun yanı sıra ticari nitelikte yer alan hakları da ele alır. Dünya Ticaret Örgütü ilişkiler arasındaki sorunları çözümleme bağlamında Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmasına nazaran daha çabuk bir biçimde çalışma gösterip ilerleme hususunda kendi kendine işleyen organların işleyiş biçimine sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15633",
"len_data": 10660,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.3
}
|
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), (İngilizce: "World Trade Organization," WTO) çok taraflı ticaret sisteminin yasal ve kurumsal organıdır. WTO, hükûmetlerin iç ticaret yasalarını ve düzenlemelerini nasıl yapacakları hususunda yasal bir çerçeve ortaya koymakta olup toplu görüşmeler ve müzakereler yoluyla ülkeler arasında ticari ilişkilerin geliştirildiği bir platformdur.
Kuruluş ve Fonksiyonları.
WTO, 1 Ocak 1995'te kurulmuştur. Uruguay Round'a taraf olan ülkeler 15 Aralık 1993'te görüşmeleri tamamlamış ve Fas'ın Marakeş kentinde Nisan 1994'te "Nihai Karar" bakanlar tarafından imzalanmıştır. 15 Nisan 1994'te ilan edilen Marakeş Deklarasyonu, Uruguay Round'u görüşmelerini onaylamış ve Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) altında gerçekleştirilen yedi görüşmenin "dünya ekonomisini güçlendirdiği ve daha fazla ticaret, yatırım, istihdam ve gelir artışı sağladığı"nı ilan etmiştir. WTO, Uruguay Round'u görüşmelerinin şekillendiği ve bir anlaşmadır ve GATT'ın devamıdır.
WTO, sadece üyelik açısından (1994 sonunda 128 üye) GATT'tan fazla değil, aynı zamanda, uygulandığı ticari faaliyetler ve ticaret politikalar açısından da daha geniş bir alanı kapsamaktadır. GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen "fikir ticareti"'ni de kapsamaktadır.
WTO'nun esas fonksiyonları; topyekûn olarak WTO'yu oluşturan çok taraflı ticaret görüşmelerini yönetmek ve uygulamak, çok taraflı ticaret görüşmelerinde bir forum olarak görev yapmak, ticari anlaşmazlıklarına çözüm aramak, millî ticaret politikalarını denetlemek ve bu amaçlarla global ekonomik politika yapımında görevli uluslararası kuruluşlarla işbirliğine gitmektir.
WTO anlaşması, tarımdan, tekstile ve konfeksiyona, hizmetlerden fikrî mülkiyet hakları kurallarına kadar, değişik alanlarda 29 ayrı metinden oluşmaktadır. Bunlara ilave olarak WTO üyelerine ilave sorumluluklar ve taahhütler yükleyen, ilave 25 deklarasyon, karar ve anlaşma da bulunmaktadır. WTO kuralları geleneksel olarak hassas sektörler olarak kabul edilen tarım malları ticareti, tekstil ve konfeksiyon ürünlerini de kapsamaktadır. Tarımda kabul edilen kurallar piyasaya giriş şartlarını, yerli üretimi destekleme kurallarını, ihracat teşvik uygulamalarını ve gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı kurallarını içermektedir. Tekstil ve konfeksiyonda yeni kurallar "Çok Elyaflılar Anlaşması"'ndan sonra 10 yıllık bir geçiş dönemi ile WTO kurallarına dahil olacaktır.
Hizmetler ticaretindeki ilk anlaşma; üyelerin kapsamı, millî uygulamalar ve piyasaya giriş konularındaki yükümlülüklerinden bahsetmekte ve hizmetler ticaretinin daha da liberalleştirilmesi hususunda genel bir çerçeve çizmektedir. Devam eden görüşmeler halihazırda finansal hizmetlerde piyasaya giriş taahhütleri, temel iletişim sektörleri, deniz nakliyatı ve insanların sınırdan sınıra geçişi hakkındadır. Görüşmelerde diğer bir ilk de fikrî mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönüdür (TRIPS). Bu anlaşma, sadece telif hakları, patent hakları gibi yeni fikrî mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmamakta, ayrıca coğrafi işaretler, endüstri dizaynı, ticaret markaları ve ticaret sırları ve know-how (süreç bilgisi) haklarını da koruma altına almaktadır. Mal ticaretinde WTO kuralları, anti-damping uygulamaları, teşvikler ve karşı uygulamalar, gümrük uygulamaları ve ithalat lisansı konularını da kapsamaktadır. Kurallar, şayet bu uygulamalar gündeme geldiğinde ne gibi kuralların tatbik edileceğini de açıklamaktadır.
Yukarıda değinilen anlaşmalarla pek çok basit ve temel ilkeler hep birlikte yeni çok taraflı ticaret sistemini meydana getirmektedir. GATT'ın ana kuralları, üyeler arasında ve ithalat ile yerli üretim arasında ayrım yapmayı yasaklamaktadır. Mesela Madde I " En Çok Kayırılan Ülke " (MFN) fıkrasında herhangi bir ülkenin bir ülkeye uyguladığı imtiyazın başka ülkelere uygulanandan daha az olamayacağı belirtilmektedir. Ayrım yapmamanın bir diğer şekli de "ulusal muamele"dir ve mallar bir piyasaya girdiğinde en az yurt içinde üretilen mallar kadar kayırılabileceği belirtilmektedir.
Tarife İndirimleri.
GATT'ın 1948'de kuruluşunu takiben ortalama tarife seviyesi toplam yedi görüşmeyle kademeli olarak indirilmiştir. Uruguay Round bu başarılara bir yenisini eklemiştir. Ortalama tarife seviyeleri önemli ölçüde düşerken genel bağlı tarife seviyeleri de önemli miktarda artmıştır. Tarife indirimleri yoluyla piyasaya giriş taahhütleri Uruguay Round'unda toplam 22.500 sayfalık ulusal tarife listelerinde yer almaktadır.
Pek çok kısımda beş yılda tamamlanacak olan tarife indirimleri gelişmiş ülkelerin sanayi ürünleri tarifelerinde toplam % 40'lık bir indirim sağlayan, ortalama % 6,3 olan tarifeleri, % 3,8'e indirmektedir ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan sanayi ürünleri ithalatı değer olarak % 20'den % 44'e çıkaracaktır. Tarife yapısının daha yüksek kısmında yer alan ve % 15'in üzerinde tarifeleri kapsayan tüm kaynaklardan gelişmiş ülkelere yapılan ithalat; % 7'den % 5'e ve gelişmekte olan ülkelerden yapılan ithalatta % 9'dan % 5'e düşmüştür.
WTO ve GATT arasındaki farklar.
WTO, sadece GATT'ın biraz genişletilmiş bir şekli değil, aksine tamamen değişik bir yapıya ve farklı bir karaktere sahiptir. İkisi arasındaki temel farklılıklar şöyle sıralanabilir;
1947 GATT anlaşması 1995 yılının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır ve bu suretle tüm GATT üyelerinin WTO anlaşmasını kabul etmeleri için gerekli süre sağlanmıştır. Fakat GATT, "GATT 1994" şeklinde WTO anlaşmasının bir parçası olarak uluslararası mal ticaretini etkileyen ana hususları belirlemeye devam edecektir.
WTO Karar Alma Yöntemleri.
WTO, GATT'ın geleneksel olarak karar alırken kullandığı yöntem oylama değil, fakat fikir birliği (concensus) yöntemidir. Bu prosedür üyelere, bazen çok taraflı ticaret sisteminin yararına oluşan görüş birliğine katılınsa da, kendi çıkarlarını, iyi bir şekilde göz önüne alınması imkânını sağlamaktadır. Görüş birliğinin sağlanamadığı durumlarda WTO, oylama yöntemini kullanmaktadır. Bu gibi durumlarda her ülke bir oy kullanarak, karar oy çokluğuyla alınmaktadır.
WTO Anlaşması'nda kabul edilen dört değişik oylama yöntemi bulunmaktadır.
WTO'da Anlaşmazlıkların Çözülmesi.
Anlaşmazlıkların çözümü sistemi, WTO'nun uluslararası ticaret sistemine güvenlik ve öngörü sağlayan bir unsurdur ve bu sistem sayesinde WTO üyeleri, uluslararası ticaret kurallarının aleyhlerine ihlali durumunda kendileri bir girişimde bulunmamakta, fakat çok taraflı anlaşmazlıkların çözümü sisteminin bu durumu çözmesini istemektedirler.
İlke olarak imtiyazlar, verilen cezaya konu sektörle aynı olan sektöre verilmelidir. Şayet bu uygulanabilir değil veya etkin değilse, imtiyazlar anlaşmada yer alan farklı bir sektöre de verilebilir.
Her durumda WTO'nun Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) kabul edilen tavsiyelerin ve kuralların uygulanmasını izlemekte ve her türlü anlaşmazlığa konu olan durum, tamamen ortadan kalkmadıkça gündeminde bulunmaya devam etmektedir.
Kalkınmakta olan ülkelere ve geçiş ekonomilerine yardım.
1994 yılı sonunda 128 GATT üyesi ülkeden 97'sini oluşturan gelişmekte olan ülkeler ve hâlen piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkeler WTO'nun üye sayısı arttıkça, örgütte ağırlıkları daha da artmaktadır. Sonuç olarak; adı geçen ülkelerin ihtiyaç ve problemlerine büyük önem verilmektedir. Örnek olarak WTO Sekreterliği kendi başına veya diğer uluslararası organizasyonlarla işbirliğine giderek seminerler düzenlemekte ve WTO taahhütlerini uygulamada veya çok taraflı ticaret görüşmelerine etkin olarak katılmada ilgili ülke hükûmetlerine veya yetkili uzmanlarına teknik işbirliği imkânı sağlamaktadır. Bazı WTO faaliyetleriyle ilgili olarak ticaret politikaları ve anlaşmazlıkların çözümü konuları dahil olmak üzere, özel kurslar verilmektedir. Dahası gelişmekte olan ülkelere ve bunların içinde özellikle en az gelişmiş olan ülkelere kendi ihracatları ile ilgili olarak, ticaret ve tarife bilgileri hakkında ve bu ülkelerin WTO'ya katılmaları konusunda yardım edilmektedir.
Ticaret ve Çevre.
WTO, ticaret ve çevre konularını birbirine bağlamaktadır. Bu konuda 1995 yılında aşağıdaki konularla ilgilenmek üzere bir komite kurulmuştur; çoktaraflı çevre anlaşmaları, sürdürebilir büyüme, çevre ve ticaret, piyasalara giriş; özellikle gelişmekte olan ülkelere yapılan ihracatın geliştirilmesi, yurt içinde ticareti yasaklanan malların ticareti, ambalaj; etiket ve diğer dönüşümlü malzemelerin ticaretle ilgili mevzuatlarda birbirine uyumlu olmasının sağlanmaktır.
2001 yılında başlatılan çerçevesinde ise, Ticaret ve Çevre Komitesi kurulmuş ve söz konusu komitenin, çevresel ürünlerde pazara giriş, çoktaraflı çevre anlaşmaları - WTO ilişkisi ve çevreye duyarlı ticaret pratiklerinin geliştirilmesi gibi konularda görevlendirilmesi karara bağlanmıştır.
Üyeler.
WTO'nun 164 üyesi bulunmaktadır. Son katılan üye 30 Kasım 2015 'te örgüte dahil olan Kazakistan'dır. Üyeler; Antigua ve Barbuda, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bahreyn, Bangladeş, Barbados, Belçika, Belize, Bolivya, Botsvana, Brezilya, Brunei, Burkina Faso, Burundi, Yeşil Burun Adaları, Kanada, Orta Afrika Cumhuriyeti, Şili, Kazakistan, Kolombiya, Kosta Rika, Fildişi Sahili, Kazakistan, Küba, Kıbrıs, Kırgızistan, Çin, Çekya, Danimarka, Cibuti, Dominika, Dominik Cumhuriyeti, Mısır, El Salvador, Estonya, Finlandiya, Fransa, Gabon, Almanya, Gana, Yunanistan, Grenada, Guatemala, Gine, Yeni Gine, Guyana, Honduras, Hong Kong, Macaristan, İzlanda, Hindistan, Endonezya, İrlanda, İsrail, İtalya, Jamaika, Japonya, Kenya, Güney Kore, Kuveyt, Lesotho, Lihtenştayn, Lüksemburg, Makau, Madagaskar, Malavi, Malezya, Maldivler, Mali, Malta, Moritanya, Mauritius, Meksika, Fas, Mozambik, Myanmar, Namibya, Hollanda, Hollanda Antilleri, Yeni Zelanda, Nikaragua, Nijerya, Norveç, Pakistan, Paraguay, Peru, Filipinler, Polonya, Portekiz, Romanya, Saint Lucia, St. Vincent ve Grenadinler, Senegal, Sierra Leone, Singapur, Slovakya, Slovenya, Güney Afrika, İspanya, Sri Lanka, Surinam, Esvatini, İsveç, İsviçre, Tanzanya, Tayland, Togo, Trinidad ve Tobago, Tunus, Türkiye, Uganda, Birleşik Krallık, ABD, Ukrayna, Uruguay, Venezuela, Zambiya, Zimbabve, Rusya, Karadağ, Tacikistan, Vanuatu, Yemen, Samoa, Moğolistan ve Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti'dir.
Yapı.
WTO'nun en yetkili birimi, WTO'ya üye ülke temsilcilerinden oluşan, iki yılda en az bir kez toplanan ve çok taraflı ticaret görüşmeleri ile ilgili sorunlarda karar vermekle yetkili olan, Bakanlar Konferansı'dır.
WTO'nun günlük işlerini yürütmek üzere pek çok alt birim kurulmuştur. Bunlardan yine WTO üyelerinden oluşan Genel Konsey; Bakanlar Konferansına rapor vermekle sorumludur. Rutin işleri Bakanlar Konseyi adına yapan Genel Konsey, iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlar; anlaşmazlık çözüm prosedürlerini idare eden, Anlaşmazlık Çözüm Organı (DSB) ve her bir WTO üyesinin ticaret politikalarını düzenli olarak değerlendiren, Ticaret Politikaları Değerlendirme Organı (TPRB)'dır.
Genel Konsey sorumluluklarını, üç ana organa devretmiştir. Bunlar; Mal Ticareti Konseyi, Hizmet Ticareti Konseyi, Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi'dir. Mal Ticareti Konseyi; her ne kadar her anlaşma kendi özel denetleme organına sahipse de, mal ticaretine konu olan anlaşmaların takibi ve uygulanmasını denetlemektedir. Diğer iki Konsey de kendi sorumluluk alanlarına giren anlaşmaların takibi ve uygulamasını denetlemekle sorumludurlar ve gerekli durumlarda kendi alt birimlerini kurmakla yetkilidirler.
WTO Genel Konseyi, Anlaşmazlıkların Çözümü Organı (DSB) olarak toplanabilir ve Uruguay Round'u Nihai Senedi'nde yer alan herhangi bir anlaşmadan kaynaklanan, anlaşmazlıklarla ilgili olarak karar verir. Bu sebeple DSB, paneller kurmak, ceza vermek, verilen raporları yeniden görüşmek, karar ve tavsiyelerin uygulanmasının takibini yürütmek ve tavsiyelerin uygulanmaması durumunda, misilleme kararları vermekle yetkilidir.
WTO anlaşmazlıkları önleme mekanizması, anlaşmazlığa taraf olanların her birine temyiz yoluna gitme imkânı tanımaktadır. Temyiz başvuruları DSB tarafından kurulan bir daimi Temyiz Organı tarafından cevaplandırılmaktadır. Bu Temyiz Organı WTO üyelerini temsil eden yedi kişiden oluşmaktadır ve dört yıl görevde kalmaktadır. Bu kişilerin, herhangi bir hükûmete bağlı olmamaları, hukuk ve uluslararası ticaret alanında tanınan, bilgili kişiler olmaları gerekmektedir.
Cenevre'de bulunan WTO sekreterliği 450 personele sahiptir, bir Genel Müdür ve üç Genel Müdür Yardımcısı tarafından idare edilmektedir. Sekreterliğin gelişmekte olan ülkelere ve özellikle az gelişmiş ülkelere teknik yardım sağlamak gibi, özel bir sorumluluğu da bulunmaktadır. WTO ekonomistleri ve istatistikçileri, ticaret politikaları ve performansı hakkında araştırmalar yaparken; hukuk uzmanları, WTO kurallarının uygulanması ile ilgili ticaret anlaşmazlıklarının çözülmesi konularında çalışmaktadırlar. Sekreterliğin işlerinin pek çoğu yeni üyelerle anlaşmaların başlatılması ve üyelikle ilgili olarak hükûmetlere tavsiyelerde bulunmakla ilgilidir.
WTO bütçesi 83 milyon USD'dır ve ülkelerin katkıları ticarette aldıkları paya göre belirlenmektedir. WTO bütçesinin bir kısmı Uluslararası Ticaret Merkezi (ITC)'ne gitmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15636",
"len_data": 13115,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.57
}
|
Baron Giulio Cesare Andrea Evola (19 Mayıs 1898 - 11 Haziran 1974), İtalyan siyasi, felsefi, tarihi ve gelenekselci bakış açısından ezoterik konularda yazıları olan bir yazardır. Nazi Almanyasınca düşünceleri ve yazıları tasdik görmemesine rağmen Evola, Nazilerin "Ari (Aryan) kökenlere dönüş" fikirlerini desteklemesiyle ve çağdaş düzene karşın aykırılıkçı fikirleriyle Batı dünyasında tanınmıştır.
Mito del sangue ("Kanın Mitolojisi") yazısı ile beden ırkçılığına karşı ruhsal ırkçılığı önemsedi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15642",
"len_data": 498,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Gai Eaton (1 Ocak 1921 - 26 Şubat 2010), Britanyalı yazar ve diplomat. Müslüman olduktan sonra ismini Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid olarak değiştirdi. 29 yaşında Müslüman oldu. 18 yıl Britanya Dışişleri'nde diplomat olarak görev yaptı. 26 Şubat 2010 tarihinde öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15643",
"len_data": 266,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.07
}
|
Anguilla, Karayipler'de bulunan bir Britanya Denizaşırı Toprakları bölgesidir. Adanın başkenti The Valley'dir.
Etimoloji.
Anguilla adı pek çok Latin dilinde ('; ', ', ') yılanbalığından türetilmiştir. Sebebi adanın yılanbalığı şeklinde olmasından gelir.
Coğrafya.
Küçük Antiller'deki Rüzgâraltı Adaları'nın en kuzeyinde bulunan ada devleti, Porto Riko ve Virgin Adaları'nın doğusunda ve Saint Martin'in de kuzeyinde yer almaktadır. Anguilla'nın ana adasının boyutları yaklaşık olarak 16 mil (26 km) uzunluğunda ve 3 mil (5 km) genişliğinde olup, bu ada dışında pek çok ufak adadan ve kalıcı yaşamın olmadığı kayalıklardan oluşur. Toplam olarak tüm adalarla yüzölçümü 90 km²'dir. 2006 yılı tahminlerine göre nüfus ise 13.500'dir.
Tarihçe.
Adadaki mağaralarda tespit edilen resimler ile birlikte keşfi yapılan arkeolojik buluntular, Aravaklar'ın ada üzerinde uzun yüzyıllardır yaşadığını ortaya koymuştur.
Sömürge döneminde, Kristof Kolomb'un 1493-1496 arası yaptığı ikinci keşif yolculuğunda gözlemlenmesine rağmen ilk kolonileşme 1650 yılında yaşanmıştır. Söz konusu yıl Saint Kitts adasından gelen İrlandalılar ve Britanyalılar adanın ilk Avrupalı yerleşimciler olmuştur. Fransa kısa bir süre ada üzerinde hakimiyet kurmaya çalışsa da bunda başarılı olamamıştır. 1667'deki Breda Antlaşması ile ada İngilizler tarafından geri alındı. Ada 19. yüzyıla kadar Britanya sömürge bölgesi olarak direkt Büyük Britanya tarafından yönetildi. 1825 yılında Saint Christopher, Nevis adaları ile birleştirilerek Saint Christopher-Nevis-Anguilla kolonisi olarak yönetilmiştir. Sömürge bölgesinin yönetimi Saint Christopher adası üzerinden yürütülmekteydi. Anguilla, bu birliktelikte adalarının göz ardı edildiğini düşündükleri için 1872 ve 1958 yıllarında olmak üzere iki defa birliğin lav edilmesini talep etti ancak bu talep kabul edilmedi. Adalar birliği 1958 yılında kısa bir süre varlığını sürdüren Batı Hint Adaları Federasyonu'nun bir parçası haline getirildi. Federasyon, 1962 yılında lağvedilince adalar birliği "ilişkili devlet" statüsü alarak Büyük Britanya ile ilişkili devlet konumuna getirilmiştir.1967 yılında adada çıkan huzursuzluklar sonucu Saint Christopher tarafından atanan polis memurları adadan kovularak adada referandum düzenlenmiş ve referandum sonucuna göre de Anguilla, birlikten ayrıldığını ilan etmiştir. Bu adımın ardından "direkt Büyük Britanya himayesi altına alınırız" düşüncesinin gerçekleşmemesinin ardından ada 12 Temmuz 1967 yılında Anguilla Cumhuriyeti ile bağımsızlığını ilan etti. Britanya kabul etmediği bu adıma karşılık adaya asker gönderme kararı aldı.
Anguilla, Britanya ile yaptığı görüşmelerde "1971 Anguilla Yasası" ile adanın birlikten kesin olarak ayrılmasını sağlamış, "1980 Anguilla Yasası" ile de resmî olarak birlikten ayrılmıştır. Anguilla, 1982 yılında Britanya Denizaşırı Toprakları statüsünü elde etmiştir.
Büyük Britanya'nın Brexit sonucu Avrupa Birliği'nden ayrılmasının ardından adadaki bağımsızlık yanlılarının oylarının artışta olduğu ifade edilmektedir. Adanın, AB üyesi Hollanda ve Fransa hakimiyeti altındaki komşu ada Saint Martin ile ticaretinin kısıtlamalara tâbi tutulmasının yanı sıra Brexit sürecinde ada halkına oy hakkı tanınmaması adada genel bir memnuniyetsizlik oluşturmuştur.
Nüfus.
2006 verilene göre Anguilla'nın nüfusu 13.477'dir. Toplumun %90,08'i kölelerin soyundan Afrika'dan nakledilen siyahidir. Artan oranda olan beyaz ırk mensupları %3,74 ile ve melez topluluk %4,65 ile Anguilla toplumunu oluşturur. (değerler 2001 sayımından alınmıştır).
2001 sayımına göre nüfusun %72'si Anguillian halkı iken %28'i başka yerlerden göç etmiş insanlardır. Bu göç eden insanlar arasında Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, St Kitts & Nevis, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika ve Nijerya vatandaşları vardır.
2006 ve 2007 yıllarında büyük turizm yatırımlarının devreye girmesi sonucu ortaya çıkan iş gücü eksikliğinden dolayı çok sayıda Çin, Hindistan ve Meksika'dan gelen işçi ülkeye göç etmiştir.
Yönetim.
Anguilla'nın başkenti The Valley'dir. Her yıl 30 Mayıs günü Anguilla Günü adıyla millî bayram olarak kutlanır. Ülkenin anayasası 1 Nisan 1982'de kabul edilmiş ve 1990'da değişikliğe uğramıştır. Hukuk sistemi, İngiliz hukuku temel alınarak düzenlenmiştir.
Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar.
Anguilla, CARICOM (Karayipler Topluluğu ve Ortak Pazarı), CDB (Karayipler Kalkınma Bankası), Interpol (Uluslararası Polis Teşkilatı), OECS (Doğu Karayip Devletleri Örgütü) ve ECLAC (Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Komisyonu) üyesidir.
Ekonomi.
Anguilla'nın ince plaj kumu ülke topraklarının büyük bölümünü kapsadığından tarım için uygun değildir ve ülke doğal kaynaklar yönünden de zengin değildir. Ana ekonomik kaynağı turizm, "offshore" şirketler ve bankalar ile birlikte balıkçılıktır. Vergi avantajları nedeniyle pek çok sigorta ve finans kurumlarının genel merkezleri Anguilla kurulmuştur.
2008 yılındaki Dünya çapındaki büyük ekonomik krizden önce Anguilla'nın ekonomisi hızlı bir şekilde büyümekteydi. Özellikle turizm sektörü uluslararası şirketlerin yatırımları ile birlikte bu büyümenin öncülerindendi.
Anguilla'nın para birimi Doğu Karayip doları olmasına rağmen ülke çapında Amerikan doları da yaygın olarak kullanılır. Ülkenin para birimi 1 ABD doları = 2.68 EC$ olacak şekilde sabitlenmiştir.
Ülkenin ekonomisi, özellikle turizm sektörü, 1995 yılının sonlarında Luis Kasırgası'nın etkisiyle gerileme yaşamıştır ancak 1996 yılında bunu telafi etmiştir. Bu dönemde özellikle oteller ekonomik krize girmiştir. Bir başka ekonomik gerileme 2000 yılında Lenny Kasırgası sonrası yaşandı.
Anguilla hiçbir kurum veya kişiyi, sermaye, mülk, kâr veya başka bir kazancından dolayı vergiye tâbi tutmaması ile "vergi cenneti" olarak bilinir. Nisan 2011'de, bir açığa karşı konulan %3'lük "Geçici İstikrar Vergisi", Anguilla'nın ilk gelir vergisi olarak tarihe geçti.
Ülkeye ait olan .ai alan adı uzantısı gelişen yapay zeka teknolojisi ve bu domaine ilginin artması sonucu ülke 2023 yılında milli gelirinin %10'una karşılık gelen 32 milyon dolar gelir elde ettiğini açıkladı. Bu geliri ise ücretsiz sağlık hizmetlerinde kullanıldığını belirttiler.
Ulaşım ve taşımacılık.
Havayolu.
Anguilla'da ulaşım büyük ölçüde Clayton J. Lloyd Uluslararası Havalimanı ile sağlanmaktadır. (4 Temmuz 2010 öncesi Wallblake Havaalanı olarak bilinmekteydi). Havaalanının ana pisti uzunluktadır ve orta büyüklükte uçaklara hizmet verebilir. Havaalanı aynı zamanda çevredeki diğer Karayip Adaları'na hizmet vermekte, bölgesel havayolu firması LIAT ile diğer yerel charter havayolları da buradan hizmet vermektedir. Amerika veya Avrupa'dan direkt tarifeli seferler olmasa da Cape Air firması San Juan, Porto Riko'dan tarifeli seferler düzenlemektedir.
Karayaolu.
Adada taksiler dışında halk taşımacılığı yoktur. Pek çok ada ülkesinde olduğu gibi trafik soldan akar.
Denizyolu.
Saint Martin ile Anguilla arasında düzenli feribot seferleri vardır. Marigot, St. Martin'den Anguilla'ya denizyolu ile ulaşım 20 dakika sürmektedir. Ayrıca feribot iskelesinden direkt havaalanına servisler bulunmaktadır. Bu ulaşım Anguilla ile St. Martin veya St. Maarten arasında en çok kullanılan ulaşım yöntemidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15644",
"len_data": 7162,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Turks ve Caicos Adaları (İngilizce: Turks and Caicos Islands, and ya da ; kısaltması: TCI), Karayipler'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nda Britanya Denizaşırı Toprakları olan ve iki takımadadan oluşan adalar grubu. Turks ve Caicos Adaları, Bahamalar ile birlikte Lucayan Adaları'nı oluşturmaktadır.
Etimoloji.
Turks ve Caicos Adaları, adını Turk's cap kaktüsü (Melocactus intortus) Türklerin fesine benzediği için ve Taino dilindeki 'adalar dizisi' anlamına gelen "caya hico"'dan alır.
Siyaset.
Turks ve Caicos Adaları bir Britanya Denizaşırı Topraklarıdır. Bir Britanya bölgesi olarak hükûmdarı, Dışişleri Bakanlığı'nın tavsiyesi üzerine hükûmdar tarafından atanan bir vali tarafından temsil edilen Birleşik Krallık Kralı III. Charles'tır. Bölgenin ilk başbakanı McCartney ilk olarak 30 Ağustos 1976'da bir anayasa kabul etti. Millî bayram olan Anayasa Günü, her yıl 30 Ağustos'ta kutlanıyor.
Bölgenin yasal sistemi, Jamaika ve Bahamalar'dan kabul edilen az sayıda yasa ile Britanya ortak hukukuna dayanmaktadır. Oy verme hakkı 18 yaşın üzerindekilere tanınmıştır ve genel oy ilkesi uygulanır. İngilizce resmî dildir. Grand Turk, Turks ve Caicos Adaları'nın idarî ve siyasi başkentidir ve Cockburn Town 1766'dan beri hükûmetin merkezi olmuştur.
Turks ve Caicos Adaları Karayip Kalkınma Bankası'nın bir üyesidir, Evrensel Posta Birliği üyesidir CARICOM'da bir ortağı ve bir Interpol alt bürosu vardır. Birleşmiş Milletler Sömürgecilik Özel Komitesi, Birleşmiş Milletler Kendi Kendini Yönetmeyen Bölgeler listesindeki bölgeyi içerir.
2016 seçimlerinde Halkların Demokratik Hareketi galip geldi.
Turks ve Caicos Adaları, bölge komiserleri tarafından yönetilen altı idarî bölgeye (ikisi Turks Adaları'nda ve dört tanesi Caicos Adaları'nda) ayrılmıştır. Meclis Binası için, Turks ve Caicos Adaları 15 seçim bölgesine ayrılmıştır (Turks Adalarında dördü ve Caicos Adaları'nda on bir tanesi).
Coğrafya.
Turks ve Caicos Adaları, Karayipler'de, Kuzey Atlas Okyanusu'nda, Bahamalar'ın güneydoğusunda yer alırlar. Koordinatları; 21° 45' Kuzey enlemi, 71° 35' Batı boylamı. 389 km sahil şeridine sahiptir.
Tropikal iklime sahip olup, arazi yapısı alçak, düz kireçtaşları, büyük bataklıklar arazi yapısını oluşturlar.
38 adadan oluşur. Bunlardan sadece 8'inde yerleşim vardır. 1962'de Jamaika'nın bağımsızlığını ilân etmesinden sonra bu adalar Birleşik Krallık'a bağlı kalmayı tercih etti.
Nüfus.
Toplam nüfusu 42.953'tür.
Başkent.
Bu adalar zincirinin idari ve siyasi başkenti dolayısıyla tüm hükûmet binaları ve bakanlıklar Grand Turk adasındaki Cockburn Town şehrindedir.
Ekonomi.
Turks ve Caicos Adaları'nın ekonomisi genel olarak turizme dayanmaktadır. Ekvatoral bölgede olması nedeniyle ülke yıl boyu turist çekmektedir. Bunun yanında küçük çaplı tropikal meyve ihracatları da ülke ekonomisine katkı sağlayan etkenlerdendir. 1999 verilerine göre, GSYMH'si 128 milyon dolar. İhracatı 4.7 milyon dolar olan adanın en büyük ihracat ortakları ABD ve Birleşik Krallık'tır. Adanın başlıca ihracat ürünü ise ıstakozdur. Adanın en büyük ithalat ortakları arasında yine ABD ve İngiltere. Bu iki ülkeden 50 milyon dolar civarında gıda, meşrubat, tütün, giyecek, sanayi malları ve yapı malzemeleri ithal ediliyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15648",
"len_data": 3189,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.34
}
|
Anubis ("Anpu"), Antik Mısır mitolojisine göre ölüm ve cenaze tanrısıdır. Osiris ve Nephthys'in oğludur. Çakalların mezarlar etrafında dolaşması nedeniyle çakal başlı Anubis ölümle beraber anılır. Daha sonra Set tarafından öldürülen Osiris'i mumyaladığı için mumyalama tanrısı olmuştur. Görevi tüm ölüleri korumak ve yüceltmektir. Bu yüzden mumyalamayla görevli kişiler Anubis maskesi takarlardı. Ölen kişi diğer dünyada yargılanırken Anubis ona yardım eder. Anubis diğer dünyada ölülerin koruyucusu ve ölüler kentinin efendisidir. Anubis, Antik Mısır tanrıları arasında en saygın olanlarındandır. Ölüleri tekrar hayata döndürme gibi bir özelliği de olduğu sanılmaktadır. Yüzünde bir çakal ısırığı vardır. Kutsal mumyalayıcı olarak da bilinir.
Anubis çoğunlukla Yeraltının Tanrısı olarak tanınsa da, Set'in elindeki ölümünden beri Duat'ı (Yeraltı) Osiris yönetmektedir. Anubis ölüler dünyasına bir bekçidir.
Anubis'in çakal başlı olma sebebi ise mezarların etrafında çakalların dolaşmasıdır. Mezarlar da Anubis'i ilgilendirdiğinden çakal başlı olarak tasvir edilmiştir. Anubis'in izi neredeyse tüm mezarlarda görülür.
Antik Mısır inancına göre Anubis'in mezarları koruma gücüne sahip olduğu bilinmektedir. Bu yüzden mezarların girişine mezarları korusun diye Anubis heykelleri konulmuştur.
Terazisinde ölünün ruhunu temsil eden kalbi ile Adaletin tanrıçası Ma'at'ın tüyünü tartar. İyi birinin kalbi tüye karşı hafif gelir ve ölünün ruhunu gökyüzüne bir daha doğması için gönderir. Eğer kötülük yapmış biri ise tüy hafif gelir ki bu durumda o kişinin ruhu yer altı ülkesine yılanlara gönderilir. Bu da sonsuz azap demektir.
Anubis en çok bilinen Mısır tanrılarından biriydi. Doğruluk tüyüne karşı ölünün yüreğini tartarken, Anubis ahirete kimin gideceginin kararını verme konusunda Osiris'e yardım ederdi.
Anubis'in rolü, ölüye yeraltında rehberlik etmekti ve bu ona Mısırlılarda özel bir önem vermekteydi.
Yeryüzündeki hayattan çok, onları ilgilendiren yer altı tanrısı olan Osiris'in diyarındaki sonraki yaşamdı. Anubis'e bütün bu ölümlerinde ‘temiz’ olarak yargılanmak isteyenlerden dolayı saygı duyulurdu ki diğer dünyaya rahatça gidebilsinler. Kalbi doğruluk tüyünden daha hafif ya da eşit olarak tartılan kişi yer altı dünyasında Osiris'e sunulurdu.
Ek olarak, Anubis bedenin çürümesini engelleyen mumyalamanın mucidi olarak bilinirdi. Mumyalanan bir Mısırlı'nın ruhu yargılanır yargılanmaz daha önceden içinde bulunduğu bedene tekrar girebilirdi. Anubis eğer orada vücudu korumazsa kurtuluş ve dolayısıyla ahiret olmazdı.
Anubis'in tasviri.
Anubis çoğunlukla bir çakalın ya da kurdun siyah başı ile insan formunda tasvir edilirdi.
Bu özellik mezarlık çevrelerinde dolaşan birçok vahşi köpeğin temsili olmalıydı. Bunlar mezarlıkların resmi olmayan gardiyanları olarak belirtilmişlerdir, daha sonrasında ise köpek-başlı Anubis'le bağlantıları kurulmuştur.
Anubis genellikle uzun adım atmış ya da ayakta durmuş şekilde canlandırılırdı fakat bazen yere uzanmış ya da çömelmiş tam bir hayvan formunda gösterilirdi. Yine siyah renkte olarak, Mısır tapınaklarında bulunan tanrıların heykellerini içeren tapınak olan naos şeklinde bir tabutun üzerine eğilmiş vaziyette olabilirdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15650",
"len_data": 3178,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.33
}
|
Mann Cermen bir soyadı, anlamı "adam" ya da "erkek".
Bu soyadı taşıyan arasında bulunan kişiler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15658",
"len_data": 97,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.37
}
|
Miles Dewey Davis III (26 Mayıs 1926 - 28 Eylül 1991), Amerikalı caz trompetçisi, şef ve bestecidir.
East St. Louis'de orta hâlli bir ailede büyüyüp, müziğin farkına 6-7 yaşlarında varan Miles Davis babasının ona hediye ettiği trompetle müziğe ilk adımlarını attı. İlk trompet hocası Elwood Buchanan'ın ona çok emeği geçmiş, onu çok etkilemiştir. İkinci hocası bay Gustav kendi ürettiği trompet ağızlıklarından birini de Miles için yapmıştı. Bu ağızlık özgün sesini yakalamasında hayatî rol oynamıştır. Okuduğu okulun orkestrasında ve birkaç R&B grubunda çalmaya başladı. Cazı keşfedince Charlie Parker ve Dizzy Gillespie'nin sesine hayran kaldı.
Dizzy ve Bird'de onu beğendiler ve New York'a davet ettiler. New York'ta gündüzleri müzik okulu Julliard'a gidiyordu. Miles Davis fazla zaman harcamayıp Parker ile 1946'dan 1948'e kadar çaldı. Bu onun ilk tecrübesiydi. Sonra J. J. Johnson, Lee Konitz, Gerry Mulligan, John Lewis ve Max Roach gibi mükemmel caz ustalarından oluşan bir grupta çaldı ve sonucu "Birth Of The Cool" albümü oldu.
1950'lilerin başlarında John Coltrane, Red Garland, Paul Chambers, Philly Joe Jones gibi isimlerle çalıştı. Bu grup çok popüler oldu ve Cookin', Steamin', Workin' ve Relaxin' gibi albümler yaptılar. Gil Evans ile çalışırken Porgy and Bess ve Sketches of Spain gibi başarılı albümler yaptılar. En güzel albümlerinden birisi Coltrane, Cannonball Adderley, Bill Evans, Paul Chambers ve Philly Joe Jones ile yaptığı Kind Of Blue albümüdür. 1960'lı yıllarda Miles Davis, Wayne Shorter, Herbie Hancock, Tony Williams ve Ron Carter ile çalıştı. Biraz daha tecrübî ve karışık, özgün bir caz icra ettiler. Hülâsa 6-disk setli The Complete Columbia Studio Recordings (1965-1968) albümü ortaya çıktı.
1970'li yıllarda Miles Davis gençlerin rock müziği cazı tercih ettiklerini fark etti. Ve müziğinde elektro-gitar, bas gitar, org ve amfiye bağlı trompet kullanmaya başladı. Neticesinde "Bitches Brew" isimli albümü 400.000 sattı ve tarihe en çok satan caz albümü olarak geçti. 1970 ve 1980'lerde aynı tarzda devam etti.
Başrolünü Jeanne Moreau'nun oynadığı Louis Malle'in ünlü kara filmi 'Ölüm Asansorü'ne yaptığı müzik bir kült objesi haline gelmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15659",
"len_data": 2183,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.53
}
|
Sefil Selimi, Asıl adı Ahmet Günbulut (d. 26 Ağustos 1933, Şarkışla - ö. 30 Aralık 2003, Sivas), yazar, türkü yazarı.
Yaşamı.
İlkokul'dan sonra iki yıl ortaokula devam ettikten sonra geçim sıkıntısı nedeniyle okulu bıraktı. Okuldan ayrıldıktan sonra şiire merak sardı. Ümmü Gülsüm adında bir kızı kaçırdı. Bir terzinin yanında çırak olarak çalışmaya başladı. Evliliğinin ikinci yılında bir kızları oldu. Kadir gecesi doğduğu için de adını Kadriye koydular.
1954 yılında Mamak Muhabere Okulu'nda terzi olarak askerliğini yaptı. Terhis olduktan sonra Şarkışla'da bir dükkân açıp terziliğe başladı.
İlk kitabı olan "Yar Badesi"ni tamamladı ve 1963 yılında yayımladı. 1966'da Konya'da düzenlenen Aşıklar Bayramı'na katıldı, çok başarılı oldu. Bu arada "Kevser Irmağı" ve "Ah Edip Çırpınan Bülbüle Döndüm" türkülerini de 1966 yılında yine Şarkışla'lı olan sanatçı İhsan Öztürk, o dönemin ünlü sanatçılarından Nurettin Dadaloğlu'na vererek Plağa okuttu. 1968 yılında turist olarak Hollanda'ya gitti. 1972 yılına kadar orada çalıştı.
"Yalınkat", "Çoban Pınarı" adlı kitapları ve "Kevser Irmağında Saki Olan Yar", "Kimse Bana Yaren Olmaz, Yar Olmaz", "Ah Edip Çırpınan Bülbüle Döndüm", "Gök Kubbe Altında Yerin Üstünde", "Mezarlıkta Mezar Taşı" gibi türküyü halk kültürüne kazandırdı.
Sefil Selimi hakkında beş kitap hazırlandı. Üniversitelerde üç tez çalışması yaptırıldı. Hakkında yazılan son kitap ölmeden bir ay önce "Aşık Sefil Selimi İrfan Okulu" adıyla Ahmet Özdemir imzasıyla yayınlandı.
Sefil Selimi, Daha sonra Sivas Karşıyaka Mahallesi'ndeki tek katlı evinin kömürlüğünde 30 Aralık 2003'te çıkan yangının ardından geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15662",
"len_data": 1667,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Saf Aklın Eleştirisi ya da Arı Usun Eleştirisi (Almanca: Kritik der reinen Vernunft) Immanuel Kant'ın 1781'de basılan ve en önemli eserleri arasında kabul edilen kitabıdır. Temel olarak Hume'un, olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğu önermesinin kanıtlanamaz olduğu fikrinden yola çıkarak saf aklın mümkün olamayacağına dair ürettiği skeptik bakışına çözüm getirmeye çalışır. "İlk Eleştiri" olarak da anılan bu eseri, Pratik Aklın Eleştirisi (1788) ve Yargı Gücünün Eleştirisi (1790) eserleri takip etmiştir.
"A priori" ve "a posteriori".
Kant, öncelikle saf ve ampirik (deneysel) bilgi arasındaki ayrımı belirler. Tüm bilgiler tecrübe ile başlasa da, bu tüm bilgilerin tecrübeden kaynaklandığı anlamına gelmez. Kant, tecrübe ve algıdan bağımsız olarak edinilen bilgiye "a priori" adını verir. Saf bilgi ise içinde ampirik ögeler bulundurmayan bilgidir. Matematik, a priori bilginin deneyden bağımsız olarak gelebileceği noktaya bir örnektir. Doğruluğu sadece tecrübeye dayalı olarak belirlenebilen önermeler için ise "a posteriori" terimini kullanır.
Analitik ve sentetik yargılar.
Bunun dışında Saf Aklın Eleştirisi'nde analitik ve sentetik yargılar olmak üzere iki ayrı kavram daha tanımlanır. Analitik bir önerme, B yükleminin A öznesinin zaten tanım olarak bir özelliği olduğu önermelerdir. "Hiçbir bekar evli değildir." önermesi gibi. Sentetik önermelerde ise A öznesi, içinde B yüklemini barındırmaz. "Tüm insanlar 5 metreden kısadır" önermesi her ne kadar doğru olsa da 'insan' tanım olarak böyle bir boy limitini içermediği için sentetik bir önermedir; bize kavramlar değil dünya hakkında bilgi verir.
Hume'un skeptisizmine çözüm.
Bu tanımlara göre tüm analitik önermeler "a priori"'dir. Kant'a göre çözülmesi gereken problem, sentetik bir önermenin nasıl a priori olabileceğidir. Sentetik yargıların çoğu a posteriori olsa da Geometri ile ilgili önermeleri ve "Her olayın bir nedeni vardır." gibi önermelerin bu kategoriye girdiğini söyler. Bunun nasıl mümkün olacağını açıklarken Kant algıyı/sezgileri devreye sokar. Gözlediğimiz şekliyle Dünya, nesnelerin bir toplamı değil; algılarımızdan bağımsız düşünemeyeceğimiz bir temsildir. Uzay ve zaman da algılardan bağımsız düşünülemez. Numenler Dünyası (bize gözüktüğü şekliyle değil kendi olduğu şekliyle Dünya) uzay ve zamandan bağımsızdır. Bu aslında hem emprisizm hem de rasyonalizm eleştirisi olarak görülebilir: Bilincin dünyayı pasif olarak algıladığına dair emprisist görüş yanlış olduğu gibi her bilgiye saf akılla ulaşılabileceğine dair rasyonalist görüş de yanlıştır. Bunun nedeni bilginin hem algılar tarafından alınan ham verilere hem de kavramlara dayalı olmasıdır. Teorik bilgi sadece gözüktüğü şekliyle dünyaya dair olabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15671",
"len_data": 2711,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.3
}
|
Çitlembik ("Celtis"), yaklaşık 60-70 tür barındıran, her yıl yaprak döken bir ağaç cinsidir. Kuzey Yarıkürenin ılıman iklime sahip bölgelerine yayılmış, Güney Avrupa, Güney Asya ve Doğu Asya, Güney ve Orta Kuzey Amerika ve Güney ve Orta Afrika'da bulunan bir bitkidir. Genellikle orta büyüklükte ağaçlardır, boyları 10-25 metre uzunluğundadır, nadiren 40 metre uzunluğa ulaşabilirler.
Eskiden Ulmaceae familyası veya kendi familyası olan Celtidaceae'ye yerleştirilse de, APG (Angiosperm Phylogeny Group) tarafından yapılan genetik analizler sonucu Cannabaceae familyasına yerleştirmenin en uygun olduğu ortaya çıkmış ve cins bu familyaya yerleştirilmiştir.
Basit yaprakları yaklaşık 3–15 cm uzunluğunda, yumurta şeklinde, sivri uçlu ve kenarları tırtıklıdır.
Meyvesi sert çekirdekli-eriksi, 6–10 mm çapındadır ve birçok hayvan türü tarafından yenilebilir; kuru ama tatlı bir tada sahiptir.
Bazı türleri süs ağacı olarak yetiştirilmekte ve susuzluğa karşı dayanıklılığı için tercih edilmektedir.
İstanbul'da bu ağaca "çitlenbik" denir. Ancak, Akdeniz ve Ege bölgelerinde "çitlenbik" adı "Pistacia terebinthus" için kullanılır. Çukurova'da bu ağaca "dardağan" adı verilir. Hekimhan, Arguvan (Arguvan Kirazı), Malatya ve Sivas dolaylarında bu ağaca "Dağın" adı verilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15680",
"len_data": 1272,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Kazdağı göknarı ("Abies nordmanniana" subsp. "equi-trojani"), çamgiller (Pinaceae) familyasından Türkiye'de yalnızca Kazdağı'nda yetişen endemik bir göknar alt türü.
30 metreye kadar boylanabilir. Tomurcukları bol reçinelidir. Yan sürgünlerin uçlarındaki tomurcukların sayısı 5-7 arasıdır. Kozalaklar tepenin en üst ucunda bir yıl önceki sürgünler üzerinde oluşurlar. Sürgün üzerinde dik dururlar ve 15–20 cm boylanabilirler. Silindir şeklinde olan kozalakların dış pulları, iç puldan daha uzun ve uçları geriye doğru kıvrıktır. Yaşlı ağaçlarda ise kabuk kalın ve çatlaklıdır.
İğne yaprakları uzun sürgünler üzerinde tek tek ışığa yönelik olarak tarak biçiminde dizilmişlerdir. İğne yapraklar sürgün ucuna doğru daralırlar. Işık yapraklarının uçları sivri diğerleri ise küt veya kertiklidir. Yapraklar yassı ve iki yüzlüdür. Yaprağın üst yüzü hafif olukludur, alt yüzünde ise iki tane belirgini gümüşi renkte beyaz stoma bandı bulunur. İğne yapraklar sürgünler üzerinde uzun süre, 7-10 yıl kalır. Düştüğü veya koparıldığında, sürgün üzerinde yuvarlak, iç içe iki daire halinde çukurca bir iz bırakır.
Kazdağı köknarının gövde kabuğu açık gri renkli, ince ve düzgündür.
Genç yaşlardan itibaren kazık kök yaparlar. Toprak ve rutubet istekleri fazladır. Işık istekleri azdır, gölgeye dayanıklıdır. Hızlı büyür.
Endemik bir türdür. Türkiye'de Kazdağlarında bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15683",
"len_data": 1362,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.72
}
|
Uludağ göknarı ("Abies nordmanniana" subsp. "bornmulleriana"), çamgiller (Pinaceae) familyasından 30-40 metre boylanabilen, bir göknar alt türü. Yöresel olarak küner, verdinar (Bolu), iledenaz (Kastamonu) gibi isimlerle de bilinir. Doğal yayılım aralığı sadece Anadolu'da bulunan endemik bir alttürdür. Bolu Sülüklügöl tabiat parkı Ankara Çamkoru tabiat parkında bulunur.
Morfolojik özellikleri.
Piramidal gelişme gösterir, tepeden, tabana kadar çok sık dallıdır. Gövde kabuğu gridir. Alt dallar yanlara doğru yatay uzanır. Yan sürgünlerin ucundaki tomurcuklar reçinelidir. İğne yaprakları 2-3,5 cm boyunda, parlak koyu yeşil, uç kısımları hafif oyukludur. Yaprakların alt yüzündeki iki adet belirgin, gümüşî renkli stoma bandı, aynı zamanda yapraklarının üst yüzeyinde de görülür.
Ortalama 15–16 cm boyunda ve 5 cm çapında kırmızı-kahverengi kozalakları vardır. Dallar üzerinde dik duran kozalakların dış pulları, iç pullarından daha uzundur ve bol reçinelidir. Dış pullar sivri bir uçla sonuçlanır ve geriye doğru kıvrıktır.
Ekolojik istekleri.
Toprak ve rutubet istekleri fazladır, ışık istekleri azdır, gölgeye dayanıklıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15685",
"len_data": 1129,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Büyük kozalaklı ardıç ("Juniperus macrocarpa"), servigiller (Cupressaceae) familyasından çoğunlukla çalı, ender olarak da 5-6 metre boylarında, dalları yukarıya yönelik bir ardıç türü.
İğne yapraklar sert değil, yumuşak ve elastikidir. Sürgünler belirgin biçimde üç köşelidir. Tüm doğal ardıç taksonları içinde tohumu ve kozalağı en büyük olanıdır.
Bir Akdeniz bitkisi olup, kozalak iri, 12–18 mm. çapında, mat, taze iken mavimsi üzeri dumanlı, olgunlaşınca kırmızı kahverengi ve siyahımsıdır.
İzmir ve Aydın çevrelerinde doğal olarak bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15688",
"len_data": 543,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Elektrik sigortası, alternatif ve doğru akım devrelerinde kullanılan cihazları ve bu cihazlara mahsus iletkenleri, aşırı akımlardan koruyarak devreleri ve cihazı hasardan kurtaran açma elemanlarına denir. Sigortalar evlerde, elektrik santrallerinde, endüstri tesislerinde, kumanda panolarında, elektrikle çalışan bütün aletlerde kullanılır.
Yapı.
Sigorta, bir çift elektrik terminali arasına monte edilmiş ve (genellikle) yanıcı olmayan bir mahfaza ile çevrelenmiş, devre iletkenlerine kıyasla küçük bir kesite sahip metal bir şerit veya tel sigorta elemanından oluşur. Sigorta, korunan devreden geçen tüm akımı taşımak için seri şeklinde düzenlenmiştir. Elemanın direnci, akım geçişi nedeniyle elektrik enerjisi ısı enerjisine dönüşür. Elemanın boyutu ve yapısı (amper olarak) belirlenir, böylece normal bir akım için oluşan ısı, elemanın yüksek bir sıcaklığa ulaşmasına neden olmaz. Çok yüksek bir akım geçerse, eleman daha yüksek bir sıcaklığa çıkar ve ya doğrudan erir ya da sigorta içindeki lehim'li bir bağlantıyı eriterek devreyi açar.
Sigorta elemanı, kararlı ve öngörülebilir özellikler sağlamak için çinko, bakır, gümüş, alüminyum veya bunlar veya diğer çeşitli metaller arasındaki alaşımlardan yapılmıştır. Sigorta ideal olarak nominal akımını süresiz olarak taşır ve küçük bir fazlalıkta hızla erir. Eleman, küçük zararsız akım dalgalanmalarından zarar görmemeli ve muhtemelen yıllarca hizmet verdikten sonra oksitlenmemeli veya davranışını değiştirmemelidir.
Sigorta elemanları ısınma etkisini artıracak şekilde şekillendirilebilir. Büyük sigortalarda, akım birden fazla metal şerit arasında bölünebilir. Çift elemanlı bir sigorta, kısa devrede anında eriyen bir metal şerit içerebilir ve ayrıca kısa devreye kıyasla düşük değerlerin uzun süreli aşırı yüklenmesine yanıt veren düşük erime noktalı bir lehim bağlantısı içerebilir. Sigorta elemanları çelik veya krom nikel teller ile desteklenebilir, böylece eleman üzerinde herhangi bir gerilim oluşmaz ancak eleman parçalarının ayrılma hızını artırmak için bir yay eklenebilir.
Sigorta elemanı hava ile veya arkın söndürülmesini hızlandıran malzemelerle çevrelenebilir. Silis'li kum veya iletken olmayan sıvılar kullanılabilir.
Yapısına göre iki çeşit sigorta vardır:
Bıçaklı sigorta.
Bu sigorta akım değeri yüksek ve daha fazla güç isteyerek çalışan devrelerde kullanılırlar. Bunlar NH tipi olup, tekrar sarılmazlar, yenisi ile değiştirilirler.
Otomatik sigorta.
Bu sigorta umumiyetle hassas ve çok hassas devrelerde kullanılır. (Ölçüm ve araştırma laboratuvarlarında, kumanda panolarında). Kumanda devresini herhangi bir kısa devreye maruz bırakmamak gayesiyle kullanılır. Akım değeri düşük olan bu sigortalar attıklarında şalter iner. Şalter kaldırılınca devreden tekrar akım geçer. Günümüzde evlerde ve iş yerlerinde pratik olması sebebiyle yaygın olarak kullanılmaktadır.
Bu tip sigortalarda, temel olarak iki şekilde devre kesilir.
Ani yüksek akımda, sigorta devreyi kesecek olan mekanizmayı bir elektromıknatıs vasıtası ile tetikler.
Uzun süreli limit akımda ise, sigorta, devreyi kesecek olan mekanizmayı bir bi-metalik şerit vasıtası ile tetikler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15690",
"len_data": 3119,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.55
}
|
Muz ("Musa"), Güneydoğu Asya'nın tropikal bölgelerinde doğal olarak yetişen bir ağaçsı bitkiye ve bu bitkinin yeşil kabuklu (bazı türlerinde kırmızı veya pembe kabuklu) uzun meyvelerine denir.
Dünya üzerinde meyvesi belki de en fazla tüketilen bitkilerden biridir. Muzun bu kadar aranmasının sebebi sadece kolay erişilebilen ve kolay tüketilebilen bir bitki olması değildir. Bu tüketimin ardında muzun çok besleyici bir besin kaynağı olması, birçok vitamin, protein, mineral ve aminoasiti içeriyor olması yatmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde sadece tadı ve kokusu için aranan bir meyve konumunda ise de üçüncü dünya ülkelerinde çok önemli bir besin maddesidir. Az gelişmiş ülkelerde çocuklar ihtiyaçları olan proteini muz yiyerek almaktadırlar. Faydaları şunlardır:
Muz kemik gelişimini sağlar, sinir zafiyeti ve yorgunluğu giderir.
Böbrek ve mafsal iltihabında, bağırsak hastalıklarında faydalıdır.
Müzmin kabızlık çekenler fazla yememelidir.
B1, B2, C, A ve E vitaminlerini içeren muz, potasyum, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve iyot açısından da çok zengindir.
Muzun kalori düzeyi çok yüksek olmasına karşılık hiç kolesterol içermemektedir.
Kalp kaslarını geliştiren sodyum ve potasyum maddeleri içerir.
Potasyum terleme sebebiyle kapasitesini yitirmeye başlayan kasları canlandırır ve daha kolay hareket etmelerini sağlar. B1 vitamini sayesinde sinir dokularının normal çalışmasına da etki eder. İçerdiği iyot sayesinde de tiroid bezinin dengeli çalışmasına yardım eder.
Muz bitkisi en büyük çiçekli otsul bitkidir. Bitkileri sıkça ağaçlarla karıştırılır ve 7.6 metreye kadar çıkabilirler. Yaprakları sarmal bir biçimde yer alır ve 2.7 metre uzunluğa, 60 cm genişliğe kadar büyüyebilir.
Etimoloji.
Türkçede yer alan muz kelimesi kökensel olarak Farsça "mūz" (موز) sözcüğüne dayanır ve kelime Arapça aynı anlama gelen "mawz" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük Orta Farsça aynı anlama gelen "mōz" veya "mōc" sözcüğünden alıntıdır. Orta Farsça sözcük Sanskritçe aynı anlama gelen "moça" (मोच) sözcüğünden alıntıdır.
Diğer pek çok dilde kullanılan ""banana" sözcüğünün kökeni ise Batı Afrika'da konuşulan bir Nijer-Kongo dili olan Volofça kökenli """ kelimesine dayanır.
Üretimi.
FAO verilerine göre dünya muz üretimi 2019 yılında bir önceki yıla göre %0,9 artarak 117 milyon tona yükselmiştir. Dünya muz üretim alanları 5 milyon ha. civarında olup 2017'den itibaren artış eğilimindedir. Dünya muz ihracatı 2019 yılında bir önceki yıla göre %2,3 artarak 22,9 milyon ton gerçekleşirken, muz ithalatı önceki yıllara göre %1,6 artarak 24,8 milyon tona yükselmiştir. Dünyada en fazla muz üretim alanına sahip ülkeler başta Hindistan olmak üzere Brezilya, Çin, Ekvador, Tanzanya ve Ruanda'dır. Dünya muz üretiminde ise yine Hindistan 30 bin ton üretim ile ilk sırada yer alırken12 bin ton üretim ile Çin ikinci sırada, 7 bin ton üretim ile Endonezya üçüncü sırada yer almaktadır. Brezilya ve Ekvador ise dünya muz üretiminde ilk beşte yer alan diğer ülkelerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15693",
"len_data": 2967,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.55
}
|
Çiçek elması (Malus), gülgiller (Rosaceae) familyasına dahil olan Maloideae alt familyasının örnek cinsidir ve bu cins içinde yer alan 30-35 kadar, yaprak döken, küçük ağaç ya da çalı nitelikli bitki türleri ile bunların meyvelerinin de genel adıdır.
Ana yurdu kuzey yarı kürenin ılıman iklimli Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika bölgeleri olan bu cinsin en tanınmış türü, "Malus sieversii"'den insanlarca türetilmiş olan elma ("Malus domestica"), yani sofra/kültür/bahçe elmasıdır. Ayrıca bu cins içinde, temelde süs ağacı olarak değerlendirilen, kiraz büyüklüğünde meyve veren ve Doğu Asya'dan gelen Japon çiçek elması "(Malus floribunda)" ve Sibirya çiçek elması "(Malus baccata)" gibi türler de vardır.
Özellikleri.
Elmaların çiçekleri.
Çiçek elmalarının çiçekleri 2 ila 5 santim genişliğinde olurlar ve çoğu zaman birbirlerinden ayrı dururlar. Bir tas şeklinde büyüyen çiçekleri 5 yapraklıdır.
Çiçeğin alt kısmı kova şeklindedir ve içinde 15 ila 50 adet arası toziplikleri bulunur. Bu ipliklerin kendileri beyaz olur ve uçlarında sarı toz torbacıkları bulunur.
Meyveleri.
En tanınmış çiçek elmaları tabi yuvarlak ve yenilebilen çiçek elmalardır ama bazı türlerini çiğ olarak yemek mümkün değildir. Çekirdekleri siyah ya da kahverengidir.
Türler.
40 ila 55 adet tür tanınmış "Malus"-türleri (çiçek elmaları) ve ayrıca bunların bir de yöresel "melez"'leri vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15694",
"len_data": 1361,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.46
}
|
Armut, gülgiller (Rosaceae) familyasının Amygdaloideae alt familyasında sınıflanan Pyrus cinsine ait ağaç nitelikli bitki türleriyle, bu türlerden bazılarının aynı adlı (pomaceous) yenilebilir meyvesidir.
Armut dünya çapında üretilen ve tüketilen, ağaçta yetişen ve yaz sonundan ekim ayına kadar hasat edilen meyvedir.
Bazı armut türleri, yenilebilir meyveleri ve meyve suları için değerlenirken diğerleri ağaç olarak yetiştirilmektedir.
Ağaç orta büyüklüktedir ve Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya'nın kıyı ve hafif ılıman bölgelerine özgüdür. Armut ağacı, yüksek kaliteli nefesli ahşap müzik aletlerinin ve mobilya üretiminde tercih edilen malzemelerdendir.
Dünyada hem şekil hem de tat bakımından birbirinden farklı olan, bilinen yaklaşık 3000 çeşit armut yetiştirilir.
Meyveler taze, konserve, meyve suyu veya kurutulmuş olarak tüketilir.
Her iki yarı kürenin ılıman iklim kuşağı ülkelerinde yetiştirilen armut, dünyanın en önemli meyve ağaçlarından biridir. Armut ağacı tepeye doğru genişleyen ve olgunlaştığında 13 metreye kadar ulaşan boyuyla elma ağacından daha uzun ve daha diktir.
Armut, genellikle bir yaşındaki anaç armut fidanları aşılanarak ya da çelikleme yoluyla üretilir.
Armut ağaçları oldukça uzun ömürlüdür (50-75 yıl) ve iyi bakılıp budanmazsa boyları iyice uzar. Dikildikten 4-7 yıl sonra meyve vermeye başlayan bir armut ağacı 8-10 yaşlarındayken 25–50 kg meyve verebilir.
Türler.
Batı Avrupa, Kuzey Afrika ve tüm Asya'da doğal olarak yetişen armutun dünyada yaklaşık 72 türü vardır:<br>
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15695",
"len_data": 1511,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.37
}
|
Çilek ("Fragaria"), gülgiller (Rosaceae) familyası içinde yer alan bir bitki cinsi ve bu cins içinde yer alan türlerin meyvelerinin ortak adıdır.
Tohumları meyvenin üzerinde (dışarıda) bulunan birkaç meyveden biridir. Bu yönüyle, çilek bir istisnadır, çünkü çoğu meyvenin tohumları meyvenin içinde bulunur.
Bahçe çileği ilk olarak 1750'lerde Fransa'nın Bretonya bölgesinde, doğu Kuzey Amerika'dan "F. virginiana" ve 1714'te Amédée-François Frézier tarafından Şili'den getirilen "F. chiloensis'in çaprazlanmasıyla yetiştirildi. F. × ananassa çeşitleri ticari üretimde orman çileği F. vesca'nın yerini aldı ."
Dünyada, adlandırılmış 20'den fazla çilek türü vardır; ayrıca, çeşitli melezler ve kültivarlar da bulunur. Dünya çapında ticari olarak en çok yetiştirilen çilekler, bahçe çileği olarak adlandırılan "Fragaria × ananassa" melezinin kültivarlarıdır.
Çilekler, yoğun C vitamini barındırırlar.
Türler.
Çilek türlerini, içerdikleri kromozom sayılarına göre sınıflandırmak olasıdır. Farklı 7 kromozomdan oluşan temel bir set tüm türlerde ortak olarak bulunurken, farklı türler farklı poliploitlik (temel bir kromozom takımını ["n"] çoklu sayıda içerme durumu) gösterirler:
İstisnaları olsa da kabaca, daha çok kromozom içeren çilek türlerinin daha dayanıklı olduğundan ve hem bitki, hem de meyve olarak daha büyük geliştiğinden bahsedilebilir.
Dekaploit türler ve melezler.
Çeşitli başka "Fragaria" türleri de önerilmiştir ve bunların bazıları, günümüzde, yukarıda sayılmış türlerin bazılarına ait alt türler olarak tanınmaktadırlar (Bakınız: GRIN sınıflandırma veritabanı).
"Fragaria"'ya benzerlikler gösteren yalancı çilek ve kısır çilek", Potentilla" cinsine dahil olan türlerdir. İngilizcede ""strawberry tree" (çilek ağacı)", Türkçede ise "koca yemiş" olarak adlandırılan ve meyvesi de yalancı çilek meyvesiyle benzerlik gösteren "Arbutus unedo" ise tamamen başka bir familyanın, fundagiller (Ericaceae) familyasının üyesidir.
Çilek yetiştiriciliği.
Üzümsü meyveler grubuna giren türlerden en önemlisidir. Çilek meyvesi gerçek bir meyve olmayıp yenen kısmı 40-60 kadar pistilin birleştiği çiçek tablasıdır.
Çilek yüzeysel kök yapan otsu bir bitkidir. Kökler iyi drene edilmiş (süzek) topraklarda 60–70 cm' ye kadar iner. Ağır topraklarda ise kökler yatay büyür.
Çileğin kök gövdesi ya da taç kısmı çok kısalmış bir gövdedir.
Çilek yaprakları 2/5 düzeninde spiral olarak dizilmiştir. İlkbaharda havalar ısınınca patlayan embriyonik yapraklar 2-3 hafta sonra tam büyüklüğe erişir. Her yaprağın 1-3 ay ömrü vardır.
Kollar (stolonlar) yaz boyunca yeni yaprakların koltuklarındaki tomurcuklarından oluşarak gelişirler.
Çilekte çiçekler salkım şeklindedir. Buna değişmiş gövde de denilebilir. Çilekte iyi tozlanma gereklidir. İyi tozlanmamış meyvelerde şekil bozukluğu olur. Tozlanmadan sonra meyve genelde 30-35 günde olgunlaşır.
Çileğin gün uzunluğuna duyarlılığı.
Çilekte kısa günde çiçek gözleri, uzun günde kol gelişimi olur. Bu sebeple çilekte verim ile gün uzunluğu ilişkilidir. Bu sebeple bir bölgeye uyan çeşit diğer bölgeye uymayabilir.
Çiçek gözü oluşumunda gün uzunluğu ile sıcaklık ilişkisi ve çeşit özelliği bağlantılıdır.
Aliso.
Meyve iri, meyve eti sert, verimli, tat kalitesi orta, bitkisi kuvvetli, meyvenin saptan kopması oldukça kolay, erkenci ve serada yetiştiriciliğide uygun bir çeşittir. Meyve uçlarında şekil bozukluğu görülür. Reçel, marmelat ve meyve suyuna oldukça uygun, sarılığa oldukça duyarlı bir çeşittir. Kışları ılık bölgeler için uygundur.
Tioga.
Orta mevsimde olgunlaşır. Meyve iri, verimli, meyve eti çok sert, tat kalitesi orta, derin dondurma ve gıda sanayii için oldukça uygun, meyvenin saptan kopması güç, botrisite dayanıklı, sarılığa duyarlıdır. Yetiştiriciliği bütün bölgelere önerilir. Taşımaya dayanıklıdır.
Pocahontas.
Erken - orta mevsim çileği, derin dondurmaya ve sanayiye uygun, tat kalitesi orta, meyvenin saptan kopması kolay, meyve eti sert, sarılığa dayanıklı, meyve çürüklüğüne duyarlıdır. Yetiştiriciliği bütün bölgelere önerilir.
Yalova-9.
Aliso ve Arnavutköy melezidir. Erkenci ve seraya uygun bir çeşit olup, Akdeniz bölgesi için önerilir. Meyve eti sert, verimli, koku ve tadı iyi, meyvenin saptan kopması güç, bitkisi kuvvetli olup sarılığa dayanıklıdır.
Yalova-15.
Tioga ve Arnavutköy melezidir. Meyve eti sert, verimli, tat ve kokusu çok iyi ve yerli çeşitleri aratmayacak aromaya sahiptir. Saptan kopması çok kolay, bitkisi kuvvetli, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklı, derin dondurmaya uygundur. Akdeniz bölgesi dışında tüm bölgelere önerilir.
Yalova-104.
Çok verimli ve iri bir çeşittir. Meyve eti oldukça serttir. Koku ve tadı yabancı çeşitlerden iyidir. Bitkisi çok kuvvetli olup, sarılığa dayanıklıdır. Derin dondurmaya uygundur. Ilıman bölgeler için uygundur. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır.
Balcalı-1.
Uzun konik koyu kırmızı renklidir. Meyve eti serttir, meyvenin saptan kopması zordur, sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklı, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Akdeniz iklimi ve kışları soğuk bölgeler için uygundur. Verimli bir çeşittir.
Balcalı-2.
Köşeli uzun, parlak kırmızı, meyve eti sert, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Akdeniz iklimi için uygundur. Verimli ve orta erkenci bir çeşittir.
Balcalı-3.
Uzun konik, parlak koyu kırmızı, meyve eti sert, meyvenin saptan kopması zor, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne orta derecede dayanıklıdır. Çok erkenci ve örtü altı sebzeciliği için uygundur.
Douglas.
Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması kolay, aroması iyi, sofralık ve derin dondurmaya uygun bir çeşittir. Sarılığa duyarlıdır. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Tüm bölgelerde yetiştirilir, verimlidir.
Dana.
Uzun konik, parlak kırmızı, meyve eti orta sertlikte, saptan kopma kolaylığı orta, sarılığa dayanıklılığı orta, aroması orta, meyve çürüklüğüne dayanıklı sofralık bir çeşittir. Yüksek verimli, açıkta yetiştiriciliğe uygun iri meyveli çeşittir.
Brio.
Konik kırmızı, meyve eti sert, iyi aromalı, meyvenin saptan kopması zor sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Verimli, açıkta yetiştiriciliğe uygundur.
216.
Yuvarlak konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması orta derecede, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Sarılığa duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Çok erkenci, çok iri meyveli, yüksek verimli, yaprak leke hastalığına duyarlıdır.
Pajaro.
Konik, koyu kırmızı, meyve eti çok sert, meyvenin saptan kopması zor, aroması çok iyi, sofralık bir çeşittir. Sarılığa orta derecede duyarlıdır. Meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Orta mevsimde hasat edilen, çok verimli, orta-iri meyveli bir çeşittir.
Chandler.
Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa orta derecede duyarlı, meyve çürüklüğüne dayanıklı, aroması iyi sofralık bir çeşittir. Orta erkenci, yüksek verimli, özellikle Akdeniz ve Ege bölgesine uygundur.
Selva.
Konik, kırmızı, meyve eti sert, saptan kopma derecesi ortadır. Sarılığa duyarlılığı orta, meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Aroması orta, sofralık, yüksek verimli, Akdeniz, Ege ve Karadeniz bölgelerine uygun bir çeşittir.
Red Chief.
Uzun konik, koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklı, derin dondurma ve sanayiye uygun, iyi aromalı bir çeşittir.
Hanoeye.
Konik koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zordur. Aroması iyi, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Derin dondurma ve sanayiye uygundur. Soğuk bölgelere uygun bir çeşittir.
Lester.
Konik, koyu kırmızı, meyve eti sert, saptan kopması zor, sarılığa ve meyve çürüklüğüne dayanıklıdır. Aroması iyi, derin dondurma ve sanayiye uygundur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15696",
"len_data": 7628,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Doğu ladini ("Picea orientalis"), çamgiller (Pinaceae) familyasından 40-50 metre, bazen de 60 metre boylara ulaşan, 1,5-2 metre çap yapabilen, dolgun ve düzgün gövdeli, sivri tepeli önemli bir orman ağacı türü.
Morfolojik özellikleri.
Kabuk genç gövdelerde genelde açık renkli ve düzgün, yaşlı gövdelerde koyu renkli ve çatlaklıdır. Dallar çevrel olarak sık bir halde tüm gövdeye yerleşmiştir. Genç sürgünler ince, açık renkli ve tüylüdür. Tomurcuk kahverengi, sivri ve reçinesizdir. Doğu ladini bilinen ladin taksonlarının en kısa iğne yapraklısı olup uzunlukları 6–11 mm, uçları keskin değil, kör ya da küt olarak sonuçlanır. Cilalı görünümlü ve koyu yeşildir. Enine kesitleri dört köşelidir. Her yüzünde 1-4 sıra stoma çizgisi bulunur.
Karmen kırmızısı renginde erkek çiçekler kozalakçık halinde, dişi çiçekler de menekşe rengindedir. Kozalak 6–9 cm. uzunluğunda, önceleri kimi ağaçlarda yeşil, kimilerinde koyu kırmızı renktedir. Olgun kozalak açık kiremit renginde, oval ya da silindirik yapıda, pulların kenarları düz yani tamdır.
İlk yaşlarda büyümesi çok yavaştır. Bu nedenle, silvikültürel yönden doğal ya da yapay gençleştirmede önemli diri örtü sorunu ile karşılaşılmaktadır. Ancak 8-10 yaşlarından sonra büyüme hızlanmakta ve uzun yıllar sürmektedir. Kök sistemi genel olarak sığdır. Ancak, uygun, bir başka deyimle, fiziksel özellikleri iyi olan topraklarda kuvvetli yan kökler ve derine inebilen ana kök sistemi oluşturabilmektedir.
Dağılımı.
Doğu Ladini'nin yayılışı yereldir. Kuzeydoğu Anadolu'nun sahil kesimleri ile Kafkasya'da doğal olarak yayılmaktadır. Türkiye'de Türkiye-Gürcistan sınırından başlar ve batıda Ordu ili yakınlarında Melet Irmağı ile son bulmaktadır. Bu kesimde (Colchis) dağların çoğunlukla denize dönük kuzey yamaçlarında görülür.
Örneğin Trabzon-Meryemana yöresinde güzel örneklerine rastlanır. Bununla birlikte Harşit ve Çoruh vadileri gibi deniz ikliminin etkilerini iç kesimlere kadar ulaştırabilen büyük vadiler boyunca yine kuzey yamaçlarda güzel meşcerelerine rastlamak olasıdır. Örneğin Torul'un Saraç Dağı ormanları, Artvin Atila, Şavşat ve Borçka orman alanlarında olduğu gibi. Doğu Ladini Türkiye'de genel olarak 150 000 hektarlık bir alanda bazen saf, çoğu kez de Pinus sylvestris(Sarıçam), Abies nordmanniana(Doğu Karadeniz Göknarı) ve Fagus orientalis(Doğu Kayını) gibi ağaç türleri ile karışık orman alanları oluşturur. Çoğunlukla 900-1500 metre arasında karışık; 1500-2200 metre, bazen de 2400 metre aralarında saf ormanlar kurar. Ancak, Doğu Ladini ormanları günden güne aşırı kullanımlar, düzensiz yararlanmalar, böcek ve mantar tahripleri ile sürekli olarak azalmaktadır. Ayrıca Murgul yöresindeki bakır fabrikasının sanayi atıkları ve zehirli gazlarından önemli ölçüde zarar görmektedir.
Ordu Ladin ormanlarında devrilen 300 yıllık ladin ağacının gövdesinden 17 adet ladin ağacı büyümüştür. Bu haliyle koruma altına alınarak anıt ağaç olarak ilan edilmiştir.
Doğu Ladini vatanı dışında, özellikle Avrupa'da bir süs bitkisi olarak sıkça yetiştirilir. Yoğun koyu renkli ve cilalı görünümlü bir yapraklanma sistemi ile dikkati çekmektedir. Parkçılıkta değerli birçok formları bulunur. Bunlardan genç yaprakları önce sarı, sonra yeşile dönüşen P. orientalis cv. Aurea Hesse et Beiss., alçak ve geniş tepeli bodur formu Picea orientalis cv. Nana Carr. söylenebilir.
Son yıllarda çeşitli Avrupa ülkeleri başta Belçika, Avusturya ve İtalya gibi ülkeler Doğu Ladini'ni odunu bakımından da değerlendirmektedirler ve orman ağaçlandırmalarında bu ağaç türünden yararlanmaktadırlar. Süs bitkisi olarak İngiltere'de çok görülür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15706",
"len_data": 3573,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Kuzey Ren-Vestfalya (KRV, Almanca: "Nordrhein-Westfalen", Aşağı Almanca: "Noordrhien-Westfalen"), Almanya'nın alana göre dördüncü, nüfusa göre birinci eyaletidir. Başkenti Düsseldorf, en büyük kenti ise Köln'dür. Kuzeyde Aşağı Saksonya, doğuda Hessen, güneyde Renanya-Palatina eyaletleriyle, batıda ise Hollanda ve Belçika ile komşudur.
Tarihçe.
Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti'nin oluşumu, II. Dünya Savaşından sonra Avrupa'nın yeniden düzenlenmesinin bir bölümüdür. Savaşın hemen sonrasındaki siyasi ve ekonomik koşullar, İngiliz işgal gücünün 1946 yazında kendi işgal bölgesinde eyaletler kurmasına yol açtı.
"Operation marriage" (evlenme operasyonu) kavramı altında Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti'nin kuruluşu gerçekleştirildi. İngiliz "çöpçatan", bir zamanların Prusya Ren bölgesinin kuzey kısmıyla önceki Prusya bölgesi Vestfalya'yı birleştirerek sağlam bir yönetim bölgesi yaratmayı başardı. Bu bölgenin ortasında, konumu galip birleşik güçler tarafından farklı farklı değerlendirilmiş olan Ruhr Bölgesi bulunur. Ama yeni bağlantının, hem bu sanayi potansiyelinin tekrar kalkınma için en iyi kullanımını sağladığı, hem de güvenlik çıkarlarına en iyi hizmet ettiği anlaşılıyordu; böylece Orta Avrupa'ya Sovyet etkisi en iyi şekilde geri çevriliyordu. Ocak 1947'de daha önceki Lippe-Detmold Dükalığı yeni eyalete katıldı. Böylece Kuzey Ren-Vestfalya dış çehresini buldu.
İktisadi, toplumsal, siyasi yaşamı ve devlet yaşamını temelden başlayarak yeniden düzenlemek ve desteklemek savaştan sonraki ilk yıllarda en önemli ödevdi. Halkın durumunu maddesel olarak iyileştirmenin ve mümkün olan en iyi devletsel yapıyı kurmaktaki mücadele projelerinin yanı sıra, özellikle eğitim politikasıyla ve iktisadi demokrasiyle ilgili taslaklar etrafındaki çatışmalar siyasi gündemi belirliyordu. 1933'ten sonra ilk kez yeniden vatandaşlar 1947'de demokratik temel yasalara göre bir meclis seçtiler; eyalet meclisini. 1949'da KRV yeni kurulan Almanya Federal Cumhuriyeti'nin bir eyaleti oldu. 1950'de Kuzey Ren-Vestfalya eyalet anayasası bir halk oylamasıyla kabul edildi.
İktisadi siyaset açısından "Ruhr bölgesi çeyizi" ağır bir ipotek olarak duruyordu. Kömür bölgesinin "kara altını", Almanya Federal Cumhuriyeti'nin yeniden inşasını harekete geçirme kısa sürede önemli rol oynamıştı. Ama, Ruhr'daki artık zamanını doldurmuş kömür ve çelik sanayinin genişletilmesi 50'li yılların sonunda kömür krizine ve yetmişli yıllardan beri çelik krizine neden olmasından ötürü uzun vadede eyaleti ekonomik dar boğaza sürükledi. Eyaletteki yapısal kriz geleneksel tekstil sanayisinin batmasıyla da kuvvetlendi. Bu nedenle 60'lı yıllardan beri iktisadi düzendeki sosyal olarak kaldırılabilir dönüşüm Kuzey Ren-Vestfalya eyalet politikasının merkezi uğraşıdır.
60'lı yıllarda Kuzey Ren-Vestfalya üniversite iklimindeki önemle uygulanan iyileştirmeler de kuvvetli modernleşme baskısının ifadesiydi. Özellikle Ruhr bölgesinde pek çok yeni üniversite ile birleşik yüksek okulu ve meslek yüksek okulu adı altında yeni bir yüksek okul tipi "madenci Anton'un" oğullarını ve kızlarını bekliyorlardı.
Ama 60'lı yıllardan beri yüksek sanayileşme oranının çevre bilimsel sonuçları, yüksek bir nüfus yoğunluğuyla bağlantılı olarak, artan bir şekilde dikkatleri çekmeye başladı. Ren ve Ruhr sanayi bölgelerinde solunabilecek sağlıklı hava uzun zamandır çok azalmıştı; suyun ve toprağın da durum daha iyi değildi. 10 milyon insanın içme suyu Ren nehri suyu değerlendirilerek karşılanıyor. Yetmişli yılların sonundan beri eyalet, su kaynaklarının kalitesinin iyileştirilmesi için çabalarını artırdı. Bugün yalnızca Ren'de yeniden 43 farklı balık türü yaşıyor. Bir yandan yüzey kaplanmaları, diğer yandan sanayi ve tarım toprağa olumsuz etkileri çevre politikalarıyla ilgili tedbirlerin diğer konuları oldular. Zehirli atıkların konulduğu yerlerin kaydedildiği bir defter çerçevesinde 1997'ye kadar 32.000 sadece bu tür atıklarla dolu yer belirlendi; o zamana kadar bunlardan 1400'ü modernleştirilmişti. Bugün Kuzey Ren-Vestfalya'daki her evin birçok farklı renklerde çöp kutusunun olması, ileri sanayileşmiş bir refah toplumundaki çöp sorunlarının çözümü doğrultusunda eyaletin yoğun çabalarının günlük yaşamdaki delilidir. Olabildiğince az çöp üretmek ve yeniden değerlendirme günümüzde öncelik arz etmektedirler. KRV'de çevre korumaya verilen önem, eyaletin ve eğitimin hedefi olarak köklerini 1985 eyalet anayasasına salmıştır.
Eyalet politikacıları 70'li yıllarda idari reformla bir "yüzyıl şaheseri" oluşturmak için yola çıkmışlardı: Kuzey Ren-Vestfalya'nın siyasi haritasını yeniden çizmek geçerliydi. Bölge reformundan sonra harita, kazaya bağlı 2292 belediye yerine sadece 369 belediye, 57 yerine sadece 31 kaza ve önceki 37 yerine yalnızca 23 kazası olmayan şehir gösteriyordu. Bu yeni düzenleme işlevsel reformlarla desteklendi; yani, daha çok etkili ve iktisadi olmak, şeffaflık ve halka yakınlık hedefiyle yönetim yetkilerinin yeniden düzenlenmesi.
Coğrafya.
Kuzey Ren-Vestfalya, Aşağı Ren bölgesinin ovaları ve Port Westfalica vadisine kadar Orta Yaylalar'ın bazı kısımlarını kapsar. Eyalet alanı kaplar. Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti, güneybatıda Belçika (Valon Bölgesi) ve batı ve kuzeybatıda Hollanda (Limburg, Gelderland ve Overijssel) ile sınırları paylaşır. Kuzeyde ve kuzeydoğuda Aşağı Saksonya, güneyde Rheinland-Pfalz ve güneydoğuda Hessen Alman eyaletleriyle sınırı vardır.
Eyaletin yaklaşık yarısı, her ikisi de Kuzey Almanya ovası'na uzanan Vestfalya ovası ve Renanya'nın aşağı arazisindedir. Bu ovalarda aralarında Hohe Mark, Beckum tepeleri, Baumberge ve Stemmer Berge olan birkaç izole tepe sırası vardır. Arazi güneye ve eyaletin doğusunda Almanya'nın Merkez Yaylalar bölümlerine doğru yükselir. Bu tepe sıraları doğuda Egge tepeleri, Wiehen tepeleri, Wesergebirge ve Teutoburg Ormanı, güneyde Sauerland, Bergisches Land, Siegerland ve Siebengebirge ve ayrıca eyaletin güneybatısında sol Ren Eifel dahil olan Weser yaylaları'dır. Hessen ile sınır bölgesindeki Rothaargebirge, deniz seviyesinden yaklaşık 800 m yüksekliğe kadar çıkar. Bu dağların en yüksekleri deniz seviyesinden 843,2 m yükseklikteki Langenberg, Kahler Asten (840,7 m) ve Clemensberg'dir (839,2 m).
Kuzey Ren-Vestfalya'nın planimetrik olarak belirlenmiş merkezi Dortmund-Aplerbeck'in güneyinde, Aplerbecker İşareti'ndedir (51° 28' K, 7° 33' D). En batı noktası Hollanda sınırına yakın Selfkant yakınında, en doğu noktası Weser'deki Höxter yakınındadır. En güneydeki nokta, Eifel bölgesindeki Hellenthal yakınındadır. Eyaletin en kuzey noktası, eyaletin kuzeydoğusundaki Rahden yakınlarındaki NRW-Nordpunkt'tur. Nordpunkt, Kuzey denizi kıyısının yalnızca 100 km güneyindedir. En derin doğal eğim, eyaletin kuzeybatısındaki deniz seviyesinden 9,2 m yükseklikteki Kranenburg küçük kasabasının Zyfflich ilçesindedir. Yine de Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin yer üstündeki en derin noktası madencilikten kaynaklanmıştır. Hambach açık ocağı, Niederzier'de deniz seviyesinden 293 m derinliğe ulaşır. Bu çukur Almanya'daki en derin insan yapımı çukurdur.
Kısmen Kuzey Ren-Vestfalya'dan akan en önemli nehirler şunlardır: Ren, Ruhr, Ems, Lippe ve Weser.
Ren, Kuzey Ren-Vestfalya'daki en önemli nehirdir: eyalete Bad Honnef yakınlarında Orta Ren olarak girer ve burada Orta Ren şarap bölgesinin parçasıdır. Bad Godesberg yakınlarında Aşağı Ren'e dönüşür ve 730 metre genişliğinde Emmerich yakınlarında Kuzey Ren-Vestfalya'dan ayrılır. Ren, Hollanda'ya girdikten hemen sonra birçok kola ayrılır.
Tamamen Paderborn şehrinin içinde akan Pader nehri Almanya'nın en kısa nehridir.
Birçokları için Kuzey Ren-Vestfalya, sanayi bölgeleri ve kentsel yığınlarla eş anlamlıdır. Ancak, eyaletin en büyük bölümü tarım (neredeyse %52) ve ormanlar (%25) için kullanılır.
İdari bölümler.
Kuzey Ren-Vestfalya 31 ilçeye (Landkreise) ve 22 bağımsız şehre (Kreisfreie Städte), ayrıca her biri Arnsberg, Detmold, Düsseldorf, Köln ve Münster olmak üzere 5 Yönetimsel Bölgede ("Regierungsbezirk") gruplanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15712",
"len_data": 7925,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.66
}
|
Aksaray Ulu Cami, Karamanoğlu Camii adıyla da bilinen Aksaray merkezinde yer alan cami.
Yığma bir tepe üzerinde bulunan caminin kitabesinde, 1408-1409 yıllarında "Karamanoğlu Mehmet Bey" tarafından Mimar Mehmet Firuz Bey'e yaptırıldığı yazılıdır.
Anadolu Selçuklu Beyliklerinin tipik süslemeleri ile bezenmiş batı portali ile iç mekana ve doğu kale duvarlarına girilen, diğer yanda sağlam payandalarla desteklenen cami, yatık dikdörtgen bir plana sahiptir.
Mehmet Bey'in oğlu İbrahim Bey zamanında 1482-1483'te büyük tamiratlar görmüştür. Bugünkü minaresi 1925'te yapılmıştır.
Kareye yakın dikdörtgen planlı bir yapıdır. Giriş batıya kaydırılmış, girişi eyvan şeklinde düzenlenmiş, harim kısmı kuzey-güney doğrultusunda olup mihrap ön kubbesine Türk üçgeni ile geçiş sağlanmıştır. Yapının kuzey tarafı 2 katlı düzenleme gösterir. İç mekan orijinalliğini korumuştur. İç mekanda kemerlerin sivrilmesi gotik etkilidir. Mihrabı alçı malzemesidir. Yapıda hakim malzeme kesme taştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15716",
"len_data": 977,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Sultanhanı, Aksaray ilinin bir ilçesidir.
24 Şubat 1953'te belediye teşkilatı kurulmuştur.
Merkez ilçeye bağlı bir belde iken 2017'de yayımlanan KHK ile ilçe olmuştur. Adını, sınırları içinde bulunan Selçuklu kervansarayı Sultan Han'dan almaktadır. Daha önce Aksaray Merkez ilçeye bağlı olan Yeşiltömek adındaki köy, KHK ile Sultanhanı'na bağlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15717",
"len_data": 352,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Ömer Nasûhî Bilmen (1882 - 13 Ekim 1971), Türk din alimi ve 5. Diyanet İşleri Başkanı.
İlk tahsiline Ahmediye Medresesi müderrisi Abdürrezzak İlmî ile Erzurum Müftüsü Müderris Hüseyin Râkî Efendilerden okuyarak başladı. 1908 yılında İstanbul'a gelen Bilmen, Fatih Dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi'nin derslerine devam etti ve icazet aldı. Daha sonra Medresetü'l-Kuzat'a girdi. Burada dört yıl hukuk tahsil etti. 1912 yılında açılan ru'us imtihanını da kazandı.
Fatih dersi'âmları arasına katıldı. Fatih Camii'nde, Satırlı Medresesi'nde ve Darüşşafaka'da dersler veren ve kısa bir zaman içerisinde istidat ve kabiliyeti ile kendisini tanıtan Ömer Nasûhî Bilmen; ayrıca İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü'nde usûl-i fıkıh ve ilm-i kelâm dersleri okuttu. Temyiz Mahkemesi Şer'iyye Dairesi Mümeyyizliğinde de bulundu. 1941 yılında seçimle İstanbul Müftülüğü'ne tayin oldu.
30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına getirildiyse de bir yıl sonra emekliye ayrıldı. 13 Ekim 1971 tarihinde hayatını yitirdi.
Dinî konularda yazdığı eserleri ile tanınan Ömer Nasûhî Bilmen'in başlıca eserleri olan "Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye kamûsu", "Kur'an-ı Kerim'in Meâl-i Âlisi ve Tefsîri" ile "Büyük İslâm İlmihâli" yanında yayınlanmış ve yayınlanmamış pek çok eseri bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15718",
"len_data": 1309,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.58
}
|
Ihlara, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesi'ndeki Aksaray ilinin Güzelyurt ilçesine bağlı bir beldedir. 2022 nüfus sayımına göre belde nüfusu 2.289'dur. Beldenin ortalama yüksekliği 1.276 metredir.
Tarihçe.
Beldenin adı, 1905 yılı kayıtlarında Yunancada "ılısu" anlamına gelen Xliára olarak geçmekte iken 1919 yılı kayıtlarında Irhala olarak geçmektedir.
Coğrafya.
Belde, Aksaray il merkezine 45 km, Güzelyurt ilçe merkezine 15 km uzaklıktadır.
Özellikler.
Ihlara Vadisi, Hasandağı volkanından püskürtülen lavların akarsu aşındırması sonucunda oluşan kanyon vadidir. Melendiz Çayı, milyonlarca yıllık bir sürecin sonunda, 14 kilometre uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 110 metreye ulaşan kanyon görünümlü bu vadiyi meydana getirmiştir. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz Çayı'na ilk çağlarda "Kapadokya Irmağı" anlamına gelen "Potamus Kapadukus" denilmekteydi.
14 km uzunluğundaki vadi Ihlara'dan başlar, Selime'de son bulur. Melendiz Çayı kanyon içinde menderesler çizerek akar. Ihlara ve Selime arasında 26'dan fazla menderes çizen akarsunun kuş uçumu boyu 8 km iken gerçekte 13 km'ye ulaşmaktadır. Vadinin yüksekliği yer yer 100 –150 m dir. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunmaktadır. Ihlara Vadisi'nde kiliselerdeki süslemeler 6. yüzyılda başlayarak 13. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir.
Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirine tünellerle bağlantılıdır.
Kiliseler.
Vadi boyunca yer alan kiliseler iki gruba ayrılabilir:
Ihlara'ya yakın olan kiliselerin duvar resimleri Kapadokya sanatından uzak, doğu etkisi taşırlar.
Belisırma yakınında yer alanlar, Bizans tipi duvar resimleri ile süslüdür.
Ihlara Bölgesi'nde Bizans Dönemi'ne ait bilinen kitabelerin sayısı oldukça azdır.
Belisırma köyüne 500 m uzaklıktaki "Aziz George (Kırkdamaltı) Kilisesi"nde Selçuklu Sultanı II. Mesud (1282 -1305) ve Bizans imparatoru II. Andronikos'un adlarını içeren 13. yüzyıla ait fresk üzerine yazılmış bir kitabe bulunmaktadır.
Bu kitabe bölgeyi ellerinde bulunduran Selçukluların hoşgörülü yönetiminin varlığını kanıtlamaktadır.
Kiliselerden tarihi tespit edilenler:
10. yüzyıl ortasında Bizans Toroslar ve Kilikya bölgelerini geri almasıyla Ihlara bölgesinde yeni Kiliseler yapılmıştır.
11. yüzyıl başlarındaki Bizans sanatına örnek teşkil edenler:
Eski kiliseler sonradan bazı Bizans tipi resimler de ilave edilmiştir.
Bu davranış, 11. yüzyılda Selçuk Türklerinin bölgeye gelmesiyle son bulur.
Fakat bölgedeki dini hayat devam eder. Bölgenen kilise hayatı 1924'teki nüfus mübadelesiyle son bulur.
Dini yaşam.
Ihlara vadisi jeomorfolojik özelliklerinden dolayı keşiş ve rahipler için uygun bir inziva ve ibadet yeri olmuştur.
Aksaray, Hristiyanlığın daha ilk yıllarında önemli bir din merkezi olmuştur.
Kayseri'li Basilus ve Nazianzos'lu Gregorius gibi mezhep kurucuları 4. yy. da burada yetişmişlerdir.
Mısır ve Suriye sisteminden ayrı bir manastır hayatının kurallarını bunlar tespit etmişlerdir.
Böylece Yunan ve Slav sistemi doğmuştur.
Mısır ve Suriyeli rahiplerin dünya ile olan ilişkilerini kesmelerine rağmen Basilus ve Gregorius'un rahipleri dünya ile olan ilişkilerini kesmiyorlardı. Bu yeni anlayışın yeri Belisırma idi.
Gregorius, teslis inancına yeni bir izah getirerek İsa'nın tanrılığı tartışmasında İznik toplantısı görüşlerine kuvvet kazandıran fikirler ileri sürdü. Böylece Hristiyanlık tarihinde öncü bir aziz oldu. Gregorius'un yetiştiği kayalık bölge (Belisırma, Ihlara, Güzelyurt (Gelveri)) Manastır ruhuna uygun, kayalara oyulan kiliseler topluluğu haline geldi.
Arap akınlarına karşı, Hasandağı'ndaki müdafaa kaleleri karşı koyunca bu kiliseler faal ibadet merkezi durumlarını devam ettirdiler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15719",
"len_data": 3724,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.56
}
|
Eğri Minare, Aksaray şehir merkezinde yer almaktadır.
Selçuklu dönemine ait olup, 1221-1237 yılları arasında I. Alâeddin Keykubad döneminde yapılmıştır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Minare olarak da anılmaktadır.
Dört köşe bir kaidenin üzerine oturtulan silindirik gövde, ince bir silme ile iki kısma bölünmüş, alt kısmı zikzak, üst kısmı mavi ve yeşil çini mozaiklerle kaplanmıştır. Minare yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olması nedeniyle 1973 yılında çelik halatlarla bağlanmıştır. Yanındaki cami, sonradan yapılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15734",
"len_data": 534,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Ulu cami veya câmi-i kebîr, bir Türk şehrinin en büyük cuma camisidir. İsim, daha sonra inşa edilmiş olan camiler daha büyük olsa bile, genellikle uygulandığı ilk camiye özgü bir kullanımdır. Ulu cami bir şehrin en büyük camisi idi; vatandaşlar cuma namazlarını kılmak için bu camilerde toplanırdı. Ancak günümüzde, bir şehirdeki Müslümanların cuma namazını kılmak için farklı camilerde toplanması yaygındır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15739",
"len_data": 408,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.72
}
|
Bektâşîlik, adını 13. yüzyıl Anadolu'sunun İslâmlaştırılması sürecinde etkin faaliyet gösteren ve Hoca Ahmed Yesevî'nin öğretilerinin Anadolu'daki uygulayıcısı konumunda olan Hacı Bektaş-ı Veli'den alan, daha sonra ise 14. ilâ 15. yüzyıllarda Azerbaycan ve Anadolu'da yaygınlaşan Hurûfilik akımının etkisiyle ibahilik, teslis "(üçleme)", tenasüh ve hulul anlayışlarının da bünyesine katılmasıyla 16. yüzyılın başlarında Balım Sultan tarafından kurumsallaştırılan, On İki İmam esasına yönelik sufi/tasavvufî tarikat.
1930 yılına kadar Hacı Bektaş-ı Veli Türbesinde olan Bektaşi Dergahı, Atatürk'ün tekke ve zaviyeleri kapatması sonrasında Tirana'da bulunan Dünya Bektaşi Merkezi'ne taşınmıştır. Dergah Dede'si Baba Mondi'dir.
Bektâşî Tarikatı.
Türkiye’de Alevilik denildiğinde ilk akla gelen isim Bektâşîliktir. Bektâşîlik, aslında Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kurulduğuna inanılan bir İslâmî tarikattır. Bu tarikat mensupları "(el alarak ya da diğer bir deyişle nasip alarak bu örgütlenmeye katılan kişiler)" ise "Bektâşî" olarak adlandırılırlar. Ancak Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, tevella "(Ehl-i Beyt’i sevenleri sevme)" ve teberra "(Ehl-i Beyt’i sevmeyenleri sevmeme)" gibi Alevîliğin temel esaslarına bağlı oluşları dolayısıyla Bektâşîliğe Alevilik de denilebilir. Anadolu, Azerbaycan, Balkanlar ve İran'daki tüm Alevî tarikat mensupları On İki İmam inancına bağlıdır. Başlangıcından günümüze kadar kökenleri Horasan Melametîliğine dayanan bu tarikatlar, tarihî gelişim süreci içerisinde Vefâ'îyye/Bâbâ'îyye "(Baba İlyas/Baba İshak)", Yesevîlik/Âhilik, Kalenderîlik/Haydarilik, Rufâîlik/Gâlibîlik, Saltuk'îyye/Barak’îyyûn, Hurûfîlik/Bektâşîlik, Nîmetullahîlik/Nûrbakşîlik, Şahkulu Baba/Zünnun'îyye, Çelebî'yye/Celâl'îyye, Gül Baba/Dedebabalık "(Bektâşî Babagan)" ve Alicilik/Harabatîlik olarak sıralanabilir.
Müntesipleri.
Türkiye’de her "Bektâşî" Alevî olduğu hâlde her Alevî, Hacı Bektaş-ı Velî’yi "Horasan Ereni" sayıp hürmet etmesine rağmen "Bektâşî" değildir. Bu yüzden Köy Bektâşîsi, Kent Bektâşîsi ayrımı yapılmaktadır. Köy Bektâşîlerine Alevî denildiği hâlde Şehir Bektâşîlerine "Bektâşî" denilir. Bektâşîlikle ilgili çalışması bulunan Abdülkadir Sezgin'e göre Alevî kelimesi ile Bektâşî kelimesi arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Her iki grup da Hacı Bektaş-ı Velî’yi sevip saymalarına rağmen Aleviler Hacı Bektaş Dergâhı’na değil, Muhammed'in soyundan geldiğine inanılan Alevî ocaklarına bağlıdırlar. Aslında Bektâşîlik bir tarikat olduğundan bu tarikatın yollarına uyan herkes Bektâşî olabilir.
Günümüzdeki temel öğretisi.
Bektâşîlik, Hümanist esaslı bir öğretidir. Öğretinin odağında "insan" vardır. Amacı, "İnsan-ı kâmil" olarak tanımlanan olgun, yetkin insana ulaşmaktır. Bu ise belirli bir eğitim sürecini gerekli kılar. Hacı Bektaş-ı Velî’nin Türk dünyasının felsefesine çok büyük katkıları olmuş olup hâlen yaygın olarak kullanılan birçok özlü sözü bulunmaktadır. Öncelik yol kurallarındadır. Onlar "Hatır kalsın, yol kalmasın" diyerek bunu açıklarlar.
Oluşum süreci ve geçirdiği evreler.
Şîʿa-i Batıni’nin Bektâşî Tarikatı'nın oluşumuna olan etkileri.
Batı İran ile Anadolu'da yedinci hicrî asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dinî karışıklıklardan dolayı ortaya birçok Tarikat ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melâmetîliği’nin kurulduğu yer olan ve üçüncü hicrî asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişâbur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulûl inancı ihtivâ eden ve dinîn ibadetlerine muhalefet eden "“İbahiyye” mensûbu “Şîʿa-i Batıni”" toplulukları çoğunlukla Melâmîyye’nin içerisine dâhil oldular. Şeyh Cemâl’ed-Dîn Sâdî’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve "“İbaha” i’tikadı" gereği birçok tavır, tutum ve ibâdetin zâhirî hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla dâima şiddetli kınanma ve eleştirilere mâruz kalan Kalenderîler ile eski yazarlar tarafından "“Tâife-i Abdalan ve Cevâlika”" olarak isimlendirilen çeşitli Tarikat mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca "abdal, âşık, torlak, şeyyâd, Haydari, Edhemî, Câmî, Şemsî" gibi aynı mânaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.
Kalenderîler’in Anadolu’da Bâtınîlik hareketlerine yaptıkları katkılar.
Kalenderîler en koyu Aleviler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Bâtınî merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Bâtınî merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Batınileri takviye ettiler. "“Kalenderî – Haydari”" unvanı taşıyan ve Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Bâtınîlik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular.
Haydariler’in Şîʿa-i Batıni mezhebini takviyesi.
Haydariler, Kutb'ûd-Dîn Haydar’a mensup oldukları gibi "“Haydârnâme”" adıyla şeyhinin nâmına bir de eserî bulunan meşhur "Pendnâme" yazarı "“Ferîdüddîn-i Attâr”" da onun başlıca hâlifelerindendi. Altıncı hicrî asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk'ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kutb'ûd-Dîn Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in şöhretinin afâkı tuttuğu bir devirde bile Kutb'ûd-Dîn Haydar’ın hâlifeleri bağımsız zâviyelere sahiptiler. Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in yanında "“Hacı Mûbârek Haydârî”" adında bir "Haydârî" hâlifesinin de pek büyük bir hâysiyet ve itibâr sahibi olduğunu Eflâkî kaydetmektedir.
Anadolu Selçukluları devrinde “Şîʿa-i Batıni” hareketleri.
Bu devirde Anadolu’da Bâtınîliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hâkimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tâbi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himâyesi altında Şiîliği neşreden “Bâtın’ûl-Mezhep Babalar” tarafından açılan zâviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünnî alimlerden “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” azledilerek yerine Şîʿa-i Batıni’nin en değerli dâîlerinden “Şems’ed-Dîn Ahmed Baba” atandı.
Bâtınîliğin Türkler arasında yayılması.
"“Horasan Erenleri”" nâmıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen "“Şia-i Bâtıniyye dâîleri”" ve millî lisân ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan "“Bâtınî-Babalar,”" iptidaî bir şer’ait içerisinde yaşamlarını idâme ettirme mücadelesi sürdüren ve şehirliğin ince yaşam tarzını bilmeyen "“Türk Özleri”" yanında kendilerini birer "“Veli”" olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Batıniler, süslü nâzım lisanından bir şey anlamayan bu aşîretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde ilâhi duygular uyandırmaktaydılar.
Batıniler’in Moğollar arasına karışması ve Alevi-Bâtınîliğin Harezm Türkleri arasında yayılması.
Selçuklu Hanedanı iktidara geldiklerinde Bağdat hilâfetine düşmüş olan Mısır Fâtımîleri’yle, aslında Şîʿa’nın Nizar’îyye kolu mensuplarından olan “Hükümet-i Melâhide-i Batıni Reisi” ve bütün “Batıniler’in Sahib-î Â’zam-ı” Hasan Sabbah’ı karşılarında buldular. Bilâhare Moğol istilâlarının başlamasıyla sahip oldukları karışık i’tikadların etkisinde kalarak vicdanî oluşumlarını kaybetmiş olan önemli kütleler, Moğol ordularının arasına karıştılar. Anadolu Selçuklu sultanlarından Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd zamanında Halaç ve Kapçak gibi Türkmen kabilelerinden pek yoğun kütleler de Anadolu’ya yerleşmekteydi. Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın baskıcı tutumundan rahatsızlık duyan kabileler ve Harezm Türkmenleri Selçuklu Hanedanı’nın kendilerine duyduğu güvenle Anadolu Selçuklu Devleti’nin savunma kuvvetlerini teşkil etmekteydiler. İkinci Gıyas’ed-Dîn devrinde Amasya Bâtınî merkezinin etkisiyle bu Harezm Türkleri Selçuk ülkelerinden çıkartılarak Halep, Suriye ve El-Cezire muhitlerine dağıtıldılar. Konya Selçuk Sarayının hasmane siyâsetînden kuşkulanan Şîʿa-i Batıni dâîlerinden oluşan büyük bir topluluk ta bu Türkmen kabileleriyle birlikte göç ettiler. Harezm ülkesinin pek çok mezhep çatışmalarına sahne olduğunu fırsat bilen Bâtınî dâîleri, Harezmliler’in Anadolu Selçukluları tarafından kovulmaları fırsatını çok iyi değerlendirerek bütün kuvvetleriyle kendi âkide ve dâvalarını tasavvuf kanallarından geçirerek neşretmeye başladılar.
Harezm Türkleri arasında Bektâşîler.
Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın harekâtından memnun olmayan aşîretler ondan ayrılarak Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’a iltica etmişler ve Selçuklular ülkelerine gelen bu aşîretlere de Sivas, Çorum, Engürü’ye kadar olan yörelerde yaylâk ve kışlaklar tahsis edilmişti. Bunların Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın maiyetinden ayrılmalarına rastlayan zamanlar zarfında Hacı Bektaş hâlifelerinden bazıları da onların içlerine nüfuz etmeyi başarmışlardı. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîleri sıfatıyla bu topluluklar üzerinde önemli bir nüfuz kazanmışlardı. Harezm ve Azerbaycan’dan gelen bu aşîretleri Anadolu ahalisi Tatar ve Moğol artıkları nazarıyla görüyordu. Bektâşî babalarından Ahlat, Diyâr-ı Bekir vilâyetlerinden önemli bir grupla beraber Harzemliler arasında da Burak Baba müridlerinden yine ayrı bir parti propagandalarda bulunuyorlardı. Bu devirde Burak Baba’nın Anadolu’da yaygın bir şöhreti vardı.
Batıniler ve Ahiler'in Bektâşî Tarikatı'nın kuruluş sürecine katkıları.
Bektâşîlik Tarikatının kuruluşunda geçirdiği süreç, kurucusunun kim veya kimler olduğu, bu süreçte Hacı Bektaş-ı Veli’nin konumunun ne olduğu, Tarikatın Pîri mi, yoksa kurucusu mu olduğu, Balım Sultan’ın Tarikata nasıl bir yapı kazandırdığı yüzyıllar geçmesine karşın hala tartışılmaktadır. Öteden beri bu konuda yazanların çoğunluğu, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Tarikatın kurulma işlemini gerçekleştirmediği ancak kurulmasına yol açan süreci başlattığı dolayısıyla da onun ardıllarınca kurulan tarikatın da “Pîri” olduğu kanısındadırlar. Bektâşîliğin kurumsallaşma sürecinin tamamlanmasının XVI. yüzyılda Balım Sultan tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürerler. Jacop, Tschudi, Şemseddin Sami Bey gibi eski yazarlardan tutun Ahmet Yaşar Ocak, Belkıs Temren gibi günümüz yazarlarına kadar birçok araştırmacı bu görüştedir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve Alevi-Bâtınî Babaların Anadolu’ya yayılması.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyas’ed-Dîn-i Key-Hüsrev-i Sâni’nin Kösedağ yenilgisi (H. 640 / M. 1243) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikâmet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celâl’ed-Dîn Harzem Şâh Menküberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Bâtınîye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak fa’aliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şiî ve Bâtınî-Alevi babalar tarafından art arda zâviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasanî gibi Şîʿa-i Batıni Mezhebi’nin en meşhur bir dâîsi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında mâkam ve mevki sahibi olan Şiî alimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar.
Ahilik ve Bektâşîlik.
Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde "“Ahilik”" Anadolu'daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan "“Ahilik Teşkilatı”" iyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Ahiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın Hacı Bektaş Veli ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Ahiler çok geniş bir teşkilâta sahip oldukları gibi Babâîler ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Ahiler’in başkanlığına ise “Ahi Emir Ahmed Bayburdi” getirilmişti. Bektâşîler, Ahilik teşkilâtının kurucusu ve 1826'ya kadar Osmanlı Devleti'nin en gözde ordusu Yeniçeri Ocakları’nın manevî liderleriydi. Ahilik teşkilâtı münasebetiyle esnafla iç içe olması ve Padişahın aldığı bazı ekonomik kararlara esnaflarla birlikte tepki göstermesi Yeniçeriler’in sonunu hazırlardı. Sık sık padişah değişikliklerine ve iç isyanlara neden olan Yeniçeri Ocakları, daha sonra “Vaka-i Hayriye” olarak adlandırılacak olan olay neticesinde, 16 Haziran 1826 tarihinde Pâdişah II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı.
Hacı Bektaş-ı Veli Dönemi.
Bu "Alevilik Tarikatı"’nın kurulmasında etkin görev üstlenmiş olan kişi Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan Melametîliği’nden aldığı “Dört Kapı” anlayışının her kapısına “onar makam” eklemek suretiyle, “Dört Kapı Kırk Makam”’dan oluşan Tarikat altyapısını kurar. Buna, “Bektâşî Seyr-î Sülûğü” de denir. Kaygusuz Abdal, Bektâşî erkannâmesi üzerinde bazı düzenlemeler yaparak Bektâşîliğin ilk "erkannâmesini" yazar. Böylece Bektâşî Tarikatı'nın ilk “tüzük yapıcısı” Kaygusuz Abdal olmuş olur. Balım Sultan’sa bu erkannâmeyi sonradan geliştirmiş ve kurumlaştırmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra Tarikatın başına Abdal Musa geçmiştir. Bektâşîlik; Horasan Melametîliği, Nakşibendilik, Yesevilik, Ahilik, Kalenderîlik, Haydarilik, Vefâilik, Babâîlik, Bâtınîlik ve Hurufîlik gibi akımlardan etkilenmiş, hatta bazılarını kendi içinde harmanlayarak şekillenmiştir.
Hacı Bektaş Veli'nin hüviyeti.
Meşhur Velâyet-Nâme onu Şiîliğin unvan mezhebini taşıyan Câ’fer-i Sâdık’tan Beyazid Bistâmî’nin getirdiği hırkayı giymiş olan “Lokman Perende” vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlar. Velâyet-Nâme üzerinde uzmanlaşmış yazarların nakletiklerine göre Hacı Bektaş’ın Tarikat silsilesi önce Kutb'ûd-Dîn Haydar’a, ondan da Lokman Serhasî’ye ve oradan da Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise “Hacı Bektaş” Horasan’dan “Menteş” adındaki kardeşiyle beraber Sivas'a gelerek Baba İlyas Horasanî’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektaş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevi müridlerinden olduğuna dâir rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor.
Hacı Bektaş'ın Tarikatın oluşumundaki rolü.
Hacı Bektaş-ı Veli dağınık Alevi ve Alevilik türevi akımları ve toplulukları içine almış, yeniden kalıba dökmüş, Aleviliği yeniden derneştirmiş ve Alevi-Bektâşîliğin yolunu çizmiştir. Bunu da doğallıkla kurduğu tarikatıyla yapmıştır. Çevresine bir takım görevliler almış, bunların bir bölümünü kimi yerlere görevlendirerek göndermiş, oralarda “aydınlatma/irşat” çalışmaları yaptırmış, Anadolu'daki diğer Alevi ocakları ile ilişki kurarak kendine bağlamış ve onları yönlendirmiştir. Bu nedenlerle Hacı Bektaş-ı Veli, Alevi-Bektâşî toplumunun gözünde yolun-yolağın “Piri” ve Tarikat kurucusudur. Anadolu'ya gelmeden önce hacca gittiği söylenir. Hoca Ahmed Yesevi’nin müritlerinden olan Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’nun Türkleşmesinde ve müslümanlaşmasında büyük bir rol oynamıştır. Kendileri denildiği gibi farklı bir din getirmemiş, aksine İslam’ın daha iyi tanınmasına vesile olmuştur. Öyle ki, Rumeli’nin tamamı mezhepte Sünnîliği Tarikatta ise Bektâşîliği benimsemiştir. Her ne kadar bugün Bektâşîlik bir takım grup tarafından kötü gösterilmeye çalışılsa da, Bektâşîlik İslam’ın esaslarına uyan tasavvufta insanı odak noktası alan bir Tarikattır.
Anadolu’da Bektâşî nüfuzu.
Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiîlik bir hâyli ilerlemiş ve İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev’in saltanatının başlangıcında Babâîler İhtilâli patlak vermiş ve Hacı Bektaş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. Vilâyetnâme’ye göre Sultan Âlâ’ed-Dîn bile, Şamanî Türkler’in İslamiyet’e girmelerine bir vesile olan Hacı Bektaş’ın hâlifesi "“Kara Donlu Can Baba”" dolayısıyla hünkâra karşı derin bir hürmet beslemekteydi. Hacı Bektaş’ın yurt edindiği Kırşehir yolu Dulgadır Türkmenleri’nin arasından geçmekteydi. Bu nedenle Halep, Adana ve havalisinde yaşayan Türkmenler arasında hünkârın adı saygıyla anılmaktaydı. Akşehir’deki “Mahmud Hayranî” ile Sivrihisar’da yaşayan “Yunus Emre” de hünkâra âhid verenler arasındaydı. Ahlat'ta da Hoylu Burak Baba’nın müridlerinden “Baba Emîrci” bulunuyordu. O devirlerde Anadolu’daki Bektâşî nüfuzunun en hâkim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşîretleri’nin yerleşmiş oldukları vilâyetlerdi.
Karamanlılar devrinde Anadolu’da Bektâşî fa’aliyetleri.
Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasından sonra ise Karaman Oğlu Mehmet Bey’in Konya’ya hâkim olması üzerine, o devre kadar devletin resmî dili olan Farsça’yı yasaklayarak Türkçe’nin konuşulmasını emretti. Bu karar en fazla Bâtınî-Şiî babaların amaçlarına yardımcı oldu. Oba ve yaylâlarda yaşayan ve kentleşememiş olan Türk aşîretleri ve bütün Türkmenler kendilerine öz dilleriyle hitap eden bu Şîʿa-i Batıni Babalarına candan gönül vererek kuvvetle bağlandılar.
Germiyanlılar devrinde Batı Anadolu’da Bektâşî faaliyetleri.
Bu bölgede Bektâşîliğin yayılması maksadiyle Hacı Bektaş’ın halifelerinin üçüncüsü olan Hâcim Sultan memur tâyin edilmişti. Kermeyan Beyi Uşak civarında “Susuz Köyü” yurt olarak Hâcim Sultan’a vermişti. Daha Hacı Bektaş hayâttayken Bektâşîlik Batı Anadolu’ya yayılmıştı. Hattâ onun mânevî himmetiyle Batı Anadolu fethedilmişti. Germeyan Bey’in yönetimi altındaki ordu Kütahya, Tavşanlı, Altuntaş, “Kermeyan Kalesi” diye meşhur olan kaleyi, Denizli, Uşak, Sandıklı ve Işıklı’yı aldı. Kermeyan Vilâyetinde kışlak ve yaylâk tutan “Akkoyunlu Aşîreti” baştanbaşa Hacı Bektaş’ın halifesi olan Hâcim Sultan’a intisap etmişlerdi. Germeyan Bey fethettiği memleketlere “Bey” oldu. Akdeniz sahillerine de önemli bir askeri kıt’a sevk etti. Ayrıca, Balıkesir, Edremit ve çevresini feth etti.
Bektâşîliğin Osmanlı Ordusu’na girişi.
Vilâyetnâme’ye göre bunun başlangıcı Osman Gazi’ye elif tâcının bizzât Hünkâr tarafından giydirilmesiyle başlamaktadır. H. 687 / M.1288 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Üçüncü Âlâ’ed-Dîn-i Key-Kubâd Osman Gazi’ye Altunbaşlı Sancak ve tabel gönderdi. Osman Gazi’nin beline kendi belindeki kılıcı bizzat Hacı Bektaş Veli taktı. “Ve önünden sonun görmeğe: Ugınden Sugm Gurgele!” diye dua etti. Hâlbuki Hacı Bektaş’ın M. 1271 tarihinde vefat ettiği göz önüne alınacak olursa bu rivayetin doğruluğu pek zayıftır. Bir başka rivayete göre ise, Orhan Gazi Yeniçeri’yi kurduktan sonra Hünkâr’ın Amasya taraflarındaki “Suluca Karahöyüğü” adındaki ikametgâhına giderek bütün asker hakkında onun hayır duasını almıştı. O da elinin birini bu askerlerden birinin başına koyarak: “Bunların ismi yeniçeri olsun. Cenâb-ı Hak yüzlerini ak, bazularını kuvvetli, kılınçlarını keskin, oklarını mühlik, kendilerini daima galip etsin,” diyerek dua buyurmuşlardı. Vilâyetnâme’ye güvenildiği takdirde Hünkâr’ın çok daha evvel göçtüğü ve bu rivayetin de gerçek olmadığı anlaşılıyor. O devirlerin fikrî ürünler açısından en geniş alanını Babâî ve Kalenderî zaviyeleriyle birlikte daha birtakım Tarikat pîrlerinin yuvaları teşkil etmekteydi. “Rûm abdalları”, “Horasan pîrleri” ve “Gaziyân-ı Rûm” gibi tabirlerin pek sıklıkla kullanılmakta olduğu eserlerden anlaşıldığına göre “Şîʿa-i Bâtıniye” hareketlerinin yoğunlaştığı merkezin başında muhakkak cenkçi ve silâhşör kuvvetlerin hazır bulundurulmasıyla ikinci bir Babâî katliamına mâni olma gayesinin güdüldüğü anlaşılmaktadır. İslamî çevrelerde Bâtınî harekâtını düşmanca karşılayan bir devlet siyâsetinin ihtilâlleri en çok ordu kuvvetiyle ezdirdiğini art arda tecrübelerle öğrenen “Şîʿa-i Batıni Dâ’îleri,” Selçuklu Hanedanı’nın çöküşünden sonra, hükûmetlerin oluşturacağı bütün ordu kuvvetlerinde yer almayı kararlaştırmıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da Bâtınîler, öncelikle askeri kuvvetlerin içerisinde yer almayı ihmâl etmediler.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi "“Şeyh Edebali”" ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi "“Emîr Şems’ed-Dîn-i Buharî”" tarafından, Kirmastı'da meşhur "“Geyikli Baba”," Antalya Elmalı'da "“Abdal Mûsâ”" ve Eskişehir Karacahisar'da "“Kumral Baba”" gibi daha birçok “Şia-i Batıni” dâ’îleri adına zâviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler'in haraç rüsumları "“Emîr-i Buharî”" zâviyesine tahsis edilmişti.
Bektâşî Tarikatı ve Erenler.
Alevi-Bektâşî tarihinde yer edinmiş, üstün vasıflara sâhip efsanevî özelliklere hâiz bilgelerin, evliyâ ve uluların tamamını tanımlamak maksadıyla kullanılan isimdir. Osmanlı Türkleri'nin başlattığı fetihlerin en ön saflarında giden, geyiklere binerek düşmanı ürküten, bazen yeşil elbiselere bürünerek beyaz atlara binen, doğaüstü güçlere sahip olduklarına inanılan bu efsanevî erenlerin aniden düşmanın gözlerine görünmeleri ve birdenbire hâsımlarının karşılarına dikilmeleri şeklinde hikâye edilen masallar o devrin ilkel zihinlerine birer kerâmet olarak sunulmaktaydı. Bu tipte pek çok efsane Bektâşî Tarikatı'nda da önemli bir ehemmiyete hâizdi.
Bektâşîliği Rumeli’de neşredenler.
Rumeli'de Bektâşîliğin neşrî, “Şîʿa-i Batıni” hareketlerinin merkezinde yer alan Baba İlyas Horasanî’nin “Çehariyâr” adı verilen dört halifesinden biri olan Sarı Saltık Baba öncülüğünde gerçekleşmiştir.
Bektâşî Babası Sarı Saltık.
Evliya Çelebi’ye göre Ahmed Yesevi müridlerinden olan Sarı Saltık, H. 662 / M. 1264 yılında birçok müridleriyle birlikte Rumeli’ye geçti. Dobrıca, Kırım, Moskova, Lehistan kıtalarını dolaştıktan ve oralarda İslamiyet’in uzun süre yayılmasına hizmet ettikten sonra Karesi Oğullarından İsâ Bey zamanında Gelibolu’dan Çardak’a döndüler. Kazdağı üzerinde Edremit Körfezi’nin doğu ve kuzeydoğusuna doğru uzanan silsilesini izleyerek orada oturmakta oal Türkmenler’in arasında uzun yıllar ikâmet ettiler. “Vilâyetnâme” bu dönüşün Hacı Bektaş’ı ziyâret amacıyla gerçekleştirilmiş olduğunu nakletmektedir. Oysa o tarihte Hacı Bektaş çoktan vefât etmiş bulunmaktaydı. Rumeli kıt’asında Sarı Saltık’a ait pek çok ziyaretgâh bulunmaktadır. Bektâşî an’anesinde mühim bir yeri olan bu Şiî babanın, Babaeski’de de yaşamış olduğu ve türbesinin Aya Nikola Kilisesi’nin yerinde bulunduğu Hristiyanlarca da kabul edilmektedir. Hacı Bektaş’ın hakkındaki küfr ve ilhada ait çıkarılan söylentiler ile, onun adını taşıyan Bektâşîlik Tarikatı’ın i’tikadları arasında hiçbir alâkanın bulunmadığını, fakat kendisine intisap etmiş olan bazı melâhidenin yapmış olduğu neşriyâtın Hacı Bektaş’ın kendisini bizzat töhmet altında bıraktığını “Şekayık” müellifi İbn-i Hallikân Kenârî nakletmektedir.
Kazdağı’nın Tahtacı âlemindeki kudsiyeti.
Kazdağı'nın bütün Alevi-Tahtacı âleminde yaşatılan kudsiyeti ile onun “Sarı Kızı” ile Sarı Saltık Baba’nın sarılığı arasındaki benzetmeler göz önüne alındığında ve özellikle de bütün Tahtacı âleminde aynen bir “Kâbe” gibi takdis edilmesi hatırlanacak olunduğunda, Batı Anadolu'nun en mu'tenâ köşesinde yer alan Edremit havzasının bütün “Şîʿa-i Batıni” mensuplarınca ne kadar yüksek bir öneme hâiz olduğu da anlaşılmış olur.
Bektâşîliğin Anadolu’da yayılması.
Hacı Bektaş halifelerinden Tavvas, Uşak, Söğüd, Balıkesir, Edremit'e kadar uzanan ve Akdeniz ile bağlantı kuran yörelerde, güneyde ise Burak Baba gibi daha birçok dâîlerle birlikte Osman Gazi’nin yurdunda Söğüt ile Sakarya Nehri kıyılarında ve yükseklerdeki Türkmen ve Yörük yaylâlarında dolaşan “Kumral Baba” benzeri birçok “Şîʿa-i Batıni” dâîleri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Bâtınîliği yaymaktaydılar.
Bektâşîler’in Türk diliyle neşriyâtı.
Orhan Gazi devrinde Rumeli feth edilince devletin resmi dilinin Türkçe olduğu fermanlarla her tarafa ilân edilmişti. Türkçenin açık ve selis ifade şekliyle rubaî, nefes, destan gibi şiirlerin çeşitli ölçülerine tevdi edilerek; özellikle koşma, deyiş, semaî usulünde söylenen şiirlerin, bağlama, saz, bozuk ve kopuzlarla terennüm edilen şekilleri Türk ruhunun millî benliğine o kadar uyum sağladı ki, şehir ulemasının ağdalı dilinden hiçbir şey anlamayan Türkmenler bunlara karşı hiç ilgi duymamaktaydılar. Bu fırsatı iyi değerlendiren, Key'alû Baba, Abdal Mûsâ, Tuğlu Baba, Baba İlyas Horasanî, Baba İshâk Kefersûdî ve Ebû’l Vefâ-i Harezmî gibi tekkelere mensup olan karışık âkide sahibi "“Bâtın’ûl-Mezhep Babalar”" ve "“Şîʿa-i Batıni Dâîleri”" Anadolu'nun dört bir tarafına "“Batıni Mezhebi”" ilkeleri doğrultusunda fa'aliyet gösteren zâviyeler açmağa başlamışlardı.
Osmanlılar üzerindeki Bektâşî etkisi.
Orhan Gazi’nin cülûsuna kadar geçen süre zarfında kendilerini mutasavvıf olarak tanıtmış olan bazı babaların nüfuzları, bunların Osmanlı Devleti tarafından rehberlikleri kabul edilecek derecede artmıştı. Osman Gazi’ye elifli taç giydirdiği rivayet edilen Hacı Bektaş ile Orhan Gazi’nin kardeşi Âlâ’ed-Dîn Paşa’nın Şeyh Edebali hankahına mensup birer derviş olmaları bu etkinin ne kadar kuvvetli olduğunun bir delilidir.
Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli’yyûl Horasanî’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektaş’ın hâlifeleri sayesinde gerçekleştirilmiş olup, Osman Gazi’de Hünkâr’dan nasip alanlar arasındandır. Bu şiddetli tesirler neticesinde Osmanlı ülkelerinde Bektâşîlik, Melâmîlik, Hurûfîlik gibi Şîʿa-i Batıni şubeleri kolayca yayılmaktaydı. Orhan Gazi tarafından bir velî olarak benimsenen “Key’alû Baba” Bursa'nın fethinde bulundu. Hâlbuki, Osmanlı Devleti kurulduğu ilk günden itibaren Sünnî bir devlet yapısına sahipti. Buna rağmen Hoylu / Tokatlı Burak Baba’nın Osmanlılar’daki benzeri olan bu Şiî dervişin "“Keremyan Emîri”" ile Turgut Alp'ın şeyhi olduğu bilinmektedir. Orhan Gazi’nin İnegöl ilçesini Key’alû Baba’ya “dirlik” olarak tahsis ettiği ve vefâtından sonra da mezarının üzerine büyük bir türbe inşa ettirdiğini “Şekayık” kaydetmektedir.
Orhan Gazi'nin, dervişlerin konaklamaları, namaz, semah gibi ibadetlerini yerine getirmeleri için inşa ettirdiği imaret ve tabhaneli zaviyeler'in yanı sıra onun Babai dervişi Geyikli Baba ile ilişkileri bu izlenimi desteklemektedir. Hacı Bektaş-ı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da Orhan Gazi'nin anne tarafından dedesi Osman Gazi'nin kayın pederi olan Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile birlikte Amasya'da yaşamış bir Vefai dervişi olan Baba İlyas'ın müridi olduğunu ve Edebali'nin de diğer müritler gibi Baba İlyas'ın yokluğunda Hacı Bektaş'a uyduğu bilinmektedir. Şeyh Edebali'nin kızını bilindiği üzere Osman Gazi ile evlendirmesi, Osman ocağı ile Hacı Bektaş arasındaki ilişki daha anlaşılır bir hale gelmektedir. Buna Edebali'nin yolculuk yapanlara hizmet veren bir misafirhaneye sahip Ahi şeyhi olduğu da eklenince, Osman Gazi'nin damadı olarak desteğini sağladığı Şeyh Edebali'nin Hacı Bektaş ile ilişkisi daha da önem kazanmaktadır. Bektâşîlik, Hacı Bektaş ile çağdaş olup Kırşehir'de yaşayan Anadolu Ahiliğinin kurucusu sayılan Ahi Evren'in yakın ilişkileri sayesinde Anadolu Ahileri için çekim merkezi haline gelmişti. Ahilik icazeti verme yetkisine sahip derecede bir Ahi olan I. Murat, Hacı Bektaş tekke külliyesinin ilk anıtsal binası olan Meydan Evi'ni yaptırdıktan sonra yerleştirilen kitabede Melik kimliğinin yanı sıra Ahi kimliğini de kullanmıştır. Abdal Musa, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi, öğretilerini benimsemiş ozan ve düşünürler sayesinde Hacı Bektaş, uç beyleri ve onlara bağlı reaya arasında giderek artan bir saygınlığa sahipti.
Şiîliğin Hurûfîlik mezhebinin Bektâşîlik Tarikatı üzerindeki etkileri.
14. Asrın sonlarında ortaya çıkan Şiîliğin Hurûfîlik mezhebinin Bektâşîlik Tarikatı üzerinde 15. yüzyılda hissedilir tesirleri meydana gelmişti. Hurûfîlik akımı İranlı bir Şiî mutasavvıf olan “Fadl’Allah Ester-Âbâdî” tarafından kuruldu. Helep sınırlarından Batı Anadolu'ya doğru hareket eden “Hurûfîler” Seyyid Nesîmî’nin H. 820 / M. 1417 yılında Halep’te i’damından sonra Irak’tan Azerbaycan’a ve oradan da Doğu Anadolu’ya kadar olan bölgelerde Hurûfîliği yaydılar. Nesîmî’nin Divânı ve menâkıbnâmesi birçok mutasavvıf için iyi bir kaynak ve sermaye teşkil etti. Nesîmî, daha Fadl’Allah Yezdânî’nin “Hurûfîlik” mezhebinin ortaya çıkmasından beş asır önce yaşayan Hulûl ve ilhada yönelik söylemleri nedeniyle de aynı âkıbeti paylaşmış olan Hallâc-ı Mansûr’un muıkibi olarak telâkki edildi. Aslen İbâh’îyyûn olan “Hurûfîler”, aynı zamanda Mücessime’den olduklarından ötürü Allah’ı cisim olarak, Bâtınîliğin esas umdesi olan hulûle olan inançları nedeniyle de “Fadl’Allah Hurûfî” şeklinde tecelli ettiğine i'tikat ederler.
Hallâc-ı Mansûr.
Bektâşî an'anesine göre Hulûl ve ilhad ihtivâ eden söylemleri nedeniyle H. 309 / M. 922 yılında zındiklikten i'dam edilen Hallâc-ı Mansûr da “Seyyid Nesîmî” ile ortak bir âkidenin kurbanı olması sebebiyle “Hurûfîler” tarafından yüceltilmektedir. Bu hâdise bütün mutasavvıflar tarafından gerek şiir ve edebiyât âleminde bir ıztırap ve acı konusu olarak ve gerekse onun "“En-el Hak”" sözünün işaret ettiği "“Vahdet-i Vücud”" dâvasıyla alâkalı olan örnekler arasında sıklıkla bahsedilmektedir. Diğer taraftan, Rıfâ’îyye Tarikatı Pîri Ahmed er-Rıfai ise Hallâc’ı yermiş ve Hallâc’ın sözlerini küfriyât olarak nitelendirerek onun evliyâlığını dahi şüpheyle karşılamıştı. Ayrıca, H. 904 / M. 1499’da Sultan Hüseyin Baykara tarafından vezirliğe getirilen Emîr Kemal’ed-Dîn Hüseynî, hazırladığı "Mecâlis’ûl-Uşşâk" adlı eserin bir faslını Hallâc’a ayırmıştı. Kabri Bağdad’ın batısında Ma’ruf Kerhi’nin meşhedi yanındadır.
Hurûfîliğin Bektâşî Tarikatı tarafından da ortaklaşa paylaşılan ana âkaidi.
“Hurûfîler”, Kur'an-ı Kerîm üzerinde çok zaman harcamışlardır. İslam’ın resmî sınırlarının dışına çıkmamış görünmek maksadıyla, mûhkemâtı müteşâbihâtın yerine müteşâbihâtı da mûhkemâtın yerine koymak suretiyle pek çok hurûf ve hesaplamalar yaparak çeşitli te’vil şekilleri icâd etmişlerdir. Hurûf hakkındaki tefsirât-ı Batıni’ye göre:
İslam’ın zâhir hükümleri Hurûfîler’in gözünde hiçbir değer ifâde etmez. Irak Nebtî ve Kermâtîleri ile Suriye Nusayrîleri ve İran Şîʿa-i Batıni’si ve bilumum Dürzîler bu konuda ortak bir cephe arz etmektedirler.
Hurûfîler’in Kırşehir'de Hacı Bektaş Dergah'ına sığınmaları.
H. 796 / M. 1394 yılında Hurûfîlik akımının kurucusu “Fadl’Allah Yezdânî” i’dam edilince, başta damadı "“Ali’ûl-A’lâ”" olmak üzere Hurûfîler’in çoğu Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı’na sığındılar. Böylece Hurûfîliği Kırşehir’de Hacı Bektaş Tekkesi’nin yoldaşları arasında Hünkâr’ın talimatı diyerek yaymaya başladılar. H. 822 / M. 1419 yılında vefat eden ve kendisini Hacı Bektaş’ın hâlifesi olarak tanıtan "“Ali’ûl-A’lâ”" adındaki bu Hurûfî-Babasının bütün talimatı günümüzdeki Bektâşî inanışlarıyla tam bir ittihad göstermektedir. Aynı zamanda bu Tarikata, "“Âşık”" adı verilen ellerinde saz ve koltuklarında şarap tulumbaları taşıyan şahsiyetleri getirenler de Hurûfîler’dir.
Hurûfî – Bektâşîliğin i’tikadî kimliği.
Bütün “Şîʿa-i Batıni” kollarında olduğu gibi Bektâşîler de kendi içlerinde mürid, baba, dede baba gibi ayrı ayrı rütbelere hâiz bazı basamak ve makâmlara bölünmüşlerdir. Çeşitli din ve âkidelerin serpilmiş tohumlarından pek çok örnekler ihtiva ettiği gibi bir ucu Hint felsefesine dayanan tenasüh ve hulûle inanmak ve tüm canlı mahlûkâta karşı aşırı saygı duyguları beslemek Bektâşîliğin ana ilkeleri arasında yer alır. Bektâşî İlâhiyâtı Vahdet-i Vücudun neff-i vücuda kadar vardığı gibi Hristiyanlık ile de ortak tarafları mevcuttur. İslamiyet’in ruhbaniyet ve keşişliğe şiddetle muhalefet etmesine karşın Bektâşîler de tam aksine evlenmenin aleyhine tavır alır ve alâmeti tecrit olarak da Balım Sultan türbesinin eşiğinde kulakları doldurarak Menkûş takmak en yüksek Tevellâ ve Teberra’yı ifade eder.
Balkan ve Arnavut Bektâşîliği.
Osmanlı İmparatorluğu devrinde Yanya’ya biâhare Manastır Vilâyeti’ne bağlı olan Avlonya kasabası Anadolu’daki Hacı Bektaş Ocağı’nın Dedebabalarının çoğunu yetiştirmekteydi. Bütün din ve mezheplere kendi kapısını açmış olan Bektâşîlik, İslamîyet’in resmî i’tikadını tanımayan çeşitli din ve i’tikad mensuplarını da kendi hudutları içerisine almakta hiçbir sakınca görmemiştir. Geçmişte “Türkiye Bektâşîleri” arasında Katolik ve Ortadoksluk gibi Hristiyan dininin mezheplerinden olan Rum ve Ermenilere mensup Canlar, Babalar, Dedebabalar ve hattâ zâviye yöneten Hristiyan Bektâşîler’e sıkça rastlanmaktaydı. Anadolu’nun vaktiyle İslam dinine girmemiş olan “Türk Hristiyanları” arasında da pek çok Bektâşîleri vardı. Avrupa’daki Bektâşîliğin en çok geliştiği bu çevrelerde İslamiyet duyguları pek zayıf ve gevşek olduğu gibi yaşamış oldukları Hristiyan memleketlerinde mevcut gâyr-i İslamî bâtıl i’tikadların çoğunu da paylaşmaktadırlar. Toska Arnavutları’nın önemli bir kesimi mezheben Câferiyye Şiîliği’nden olup Tarikaten ise Bektâşî’dirler.
Hurûfî – Bektâşîliğin “Batıniler” ile ortak yanları.
Bektâşîliğin bütün an’anesi Bedr’îyye, Kalender’îyye ve diğer “Şîʿa-i Batıni” mezhepleriyle ortak bir cephe arz etmektedir. Fadl’Allah Hurûfî’nin Bektâşî öğretisi içine yerleştirmeyi başardığı âkaidin hâkim olduğu yörelerde vaktiyle Şeyh Halife ve Hasan Cevrî’nin müridleriyle diğer Şiî-Babalar tarafından serpiştirilmiş birçok i’tikatlar mevcuttu. “Bektâşîlik Tarikatı” Hurûfî tesirlerine maruz kaldıktan sonra, Hurûfîliğin inanış ve kuramları hakkındaki esasları içeren Fadl’Allah Yezdânî’nin Câvidannâme’si, Şeyh Sâfî’nin Hakikâtnâme’si, Ali’ûl-A’lâ’nın Mâhşernâme’si, Emîr Gıyâs’ed-Dîn’in Üstüvânâme’si, Frişte Oğlu’nun Ahiretnâme’si ve yine bu konuda yazılmış olan Aşıknâme, Hidâyetnâme, Mukaddeme’t-ûl-Hâkayık, Muharremnâme-i Seyyid İshâk, Nihâyetnâme, Tûrabnâme, Miftâh’ûl-Gayb, Tuhfet’ûl-Uşşak, Risâle-i Nokta, Risâle-i Hurûf, Risâle-i Fazl’ûl-Lah ve Viran Abdal risalesi gibi eserler Bektâşî canlarının üstâdları tarafından hürmetle eller üstünde tutulmaktadır.
Hasan Alâ Zikrihi’s-Selâm ve Elemût Batınileri tarafından İslamî ibâdetlerin ilgâsı.
Hicrî 559 yılının Ramazan Ayı’nın On Yedinci günü 8 Ağustos 1164 tarihinde “Kıyâm-ı Kıyâmet” adıyla anılan günde “Hasan-ı Sâni Alâ Zikrihi’s-Selâm” Elemût Kalesi’de yapılan büyük merâsimde bütün dinî tekliflerin tamamıyla ilga edildiğini ilân etti. Verdiği beyânatta: "“Ben İmâm-ı Zamân’ım, emir ve neyh’e ait ne kadar tekâlif mevcutsa hepsini lağvettim. Halk Bâtınen hüdâya merbut kalmalı, Zâhirde ise tamamen hürdür.”" Kur'an-ı Kerîm’de anlaşılan mâna zâhirî değil bâtınîdir. Böylece, “Batıniler” bütün dinî kayitleri ve hattâ içtimaî yükümlülükleri dahi istinasız kaldırıp atmışlardır. Bu husustaki “Melâhide-i Batıni” i’tikatı bütün “Hurûfi–Bektâşîler” tarafından da aynen paylaşılmaktadır. Hurûfîlik’te ise sadece haftada iki rek’at Cuma Namazı farzı kabul edildikten sonra geri kalan diğer ibâdet hükümlerinin tamamı ve bütün İslamî mevzuatlar lağvedilmiştir.
Balım Sultan Dönemi.
Balım Sultan, Alevi-Bektâşîlere göre Pîr-î Sanî "(İkinci Pîr)"’dir. Alevilik-Bektâşîlik araştırmacısı İngiliz J. K. Birge bu süreci Alevi toplumunun yorumuna göre yapar. Ona göre; “XIII. yüzyıldan başlayarak Küçük Asya’dan ismen ait oldukları çeşitli dinlerden karışmış öğeler içeren bir tür halk dini gelişti. Hacı Bektaş-ı Veli’nin harekete yardımcı olan gezginci ruhanî önderlerden biri olarak giderek artan bir biçimde üstünlüğü tanındı. Sadece Kırşehir yakınındaki köy adını ondan almakla kalmadı, fakat tüm Küçük Asya’da sayısız köyde onun adı Pîr olarak ünlendi. Balım Sultan’la kent içi ve yakınlarındaki tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir ritüel ve örgütlenme başladı. Bu örgütlenme, belirli ölçülerde çok benzer inanç ve uygulamaları sürdüren, fakat Bektâşîliğin düzenlenmiş sisteminin dışında kalan köy gruplarından farklılaşarak daha biçimsel olarak örgütlenmiş "“Bektâşî Tarikatı”" haline geldi”.
Balım Sultan'ın pâdişâh tarafından Tarikata post-nişîn olarak atanması.
Balım Sultan, 1501'lerde dönemin padişahı Sultân Bayezid-i Veli tarafından Nevşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı’nın başına atanmıştır. Balım Sultan’a kadar Bektâşîlik, genellikle kırsal kesimlerde ve köylük yörelerde tutunmuş, Alevi-Türkmen içerisinde benimsenme olanağı bulmuştur. Özellikle Aleviliğin bir türevi ve Aleviliği yeniden biçimleyen, derneştiren, onları eğiterek disipline eden bir eğilim olarak kendini ortaya korken, Balım Sultan’la kentsel kesimlere ve Osmanlı aydınları arasına da girmiştir. Böylece Bektâşîlik tarihinde yeni bir dönem başlar ve Bektâşîler; “Köy Bektâşîsi”, “Kent Bektâşîsi” olarak farklılaşırlar. Kent Bektâşîliğine “Nazenin Tarikatı” veya “Babagan Kolu "(Babalar Kolu)"” da denir. Balım Sultan, “Bektâşî Erkannamesi”’ni düzenlemiş ve bu örgütlenmeye katılmanın koşullarını oluşturmuştur. Aynı zamanda, On iki imam anlayışını yola kazandırmıştır. Bu, onun yaptığı yeniliklerin başındadır. “On iki imam törenleri”, “on iki çerağ”, “on iki post”, palhenk, “evlenmemiş "(mücerred)" babalık kuralı”, şerbet yerine şarap, “Hurufîlik” etkisi, “İbahiyecilik”, “üçleme "(teslis)"”, “tenasüh” ve “hülul” kavramları Tarikatın bünyesine onun sayesinde girer.
On İki İmâm inancının Tarikata girişi.
On iki imam inancı Alevi-Şiilik’te başından beri olmasına karşın, Bektâşîlik Tarikatı’nın temel töreleri arasına Balım Sultan’la girer. Tarikatın “temel direği” olur. Her bağlının, müridin temel inanışları içerisinde yer alan bir ilke olur. Bu temel ilke Alevi-Bektâşî edebiyatının temel çeşnisi ve zenginliği olacaktır. Hemen hemen tüm Alevi-Bektâşî ozanları On iki imam çeşnisini şiirlerinde malzeme olarak kullanacaklardır. Alevi-Bektâşî edebiyatı bu zenginlik üzerine kurulmuştur. On iki imam anlayışına paralel olarak yaşam “on iki” rakamı üzerine sistemleştirilmiştir. On iki sayısı eski Türk törelerinde de mevcuttur. Özellikle Şamanist dönemde Şamanların tacı da on iki ayrı hayvanın postundan yapılan parçalarla yapılmaktaydı. Bu da Zodyak çemberini simgelemekteydi. Yani, Kainatı başına Tac etmekteydi.. Bu inanış ile On iki imam inanışı harmanlanarak Bektâşî kültüründe on iki terkli tac kullanımı ve On iki imam inancının yansımaları görülmektedir. Cemlerde simgesel olarak on iki çerağ yakılır. Kemer üzerine On iki imamı simgeleyen on iki köşeli “palheng taşı” denilen taş takılır. Bu dervişlerin gönüllerini Tanrı'ya bağlayan bir simge olarak algılanır. “Eline, diline, beline sahip olmayı” gerektirir. Bektâşî tacı on iki dilimlidir. Tekkelerin meydan yerleri, tekke üstündeki baca ve kubbeler hep on iki dilimli olur. Bektâşî tekkelerinde Pîre hizmet görevlerinin her biri bir post ile simgeleştirilir ve temsil edilir. Bu anlayışı Balım Sultan “on iki post” biçiminde biçimleyerek tarikatın töreleri arasına kazandırmıştır. Postlardan her biri, Bektâşîliğin en büyük adlarından birine bağlanarak anılmış ve böylece o kişiler ölümsüzleştirilmiştir. On iki imam “sırrı” olan “On iki Post” şunlardır:
Yeniçeri Ocağı ve Bektâşîlik.
Yeniçeri Ocağına vurucu asker yetiştirecek ilk Acemi Ocağı Gelibolu’da kuruldu. Bu ilk teşkilatlanma ile orduya bin kadar nefer alındı. Bunlardan her yüz kişisinin başına ise, "Yayabaşı" adıyla bir kumandan tâyin edildi. Bilâhare, Yeniçeri Ocağı’na gönüllülük esasına dayalı olarak Hristiyan tebaanın çocukları da dahil edildi. Yeniçeriler "(yeni askerler)", küçük yaşlardan itibaren İslam örf ve âdetlerine göre yetiştiriliyor, ardından da acemi oğlan kışlalarında askeri eğitime tabi tutuluyordu. Onlar, emekli oluncaya kadar evlenmeleri ve şehir gibi mahallerde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. Kabiliyetlerine göre de subay veya general (paşa) olurlardı. Ocağın üst düzey kumandanlarına ise "Yeniçeri Ağası" ismi verilirdi. Teşkilât merkezi İstanbul'da olurdu. Ocak, Ağadan nefere kadar giden bir hiyerarşik düzen içinde çalışırdı. Dinî terbiye ve hatta tarikat bağlılığı, Yeniçeriler arasında bilhassa teşvik ve terğib edilirdi. Bilhassa Bektâşî tarikatına girmeleri çok yaygın bir gelenek halindeydi. Bununla beraber, Melâmetî, Mevlevî, Nakşi, Halvetiyye ya da Halvetî Tarikatlarına mensup olan Yeniçeriler de vardı.
Bektâşîlik Tarikatı, Yeniçeri ve Ahi Ocaklarının kapatılması.
Osmanlı Devleti, özellikle Sultan I. Murad " (Hüdavendigâr)" Han döneminden itibaren, Rumeli ve Balkanlar'da hızlı bir yayılma süreci içine girdi. Balkan topluluklarıyla yapılan savaşlar, mücadeleler bitmek bilmiyordu. Bu durumda yeni, düzenli ve dâimî bir savaşçı orduya ihtiyaç duyuldu. Bir yandan da, savaşlarda kazanılan zaferler neticesi esir alınan Hristiyan ailelerin çocukları, İslamî terbiye ile yetiştirilerek orduya dahil ediliyordu. Sonunda ise, sırf bu devşirilerek terbiye edilmiş kimselerden müteşekkil bir askerî birlik kurulmasına karar verildi. Bu arada Sultan I. Murad "(Hüdavendigâr)" Han, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'yı yeniçeri ve Acemi Ocakları'nı kurmakla vazifelendirdi. (1324)
Yeniçeri Ocağı'nın kapatılması.
Yeniçeri Ocağı'nın genel durumu da, devletin genel durumuyla paralellik arz ediyordu. Tıpkı, ilerleme, duraklama ve gerileme halleri gibi... Bununla beraber, bu asker ocağı zamanla dejenere edildi. İlmiye sınıfı ile sadaret çevreleri, Yeniçerileri zaman zaman kendi emellerine alet etmeye ve onları siyasete bulaştırmaya çalıştı. Çoğu zaman, saltanat kavgalarında ve hatta iç isyanlarda kullanıldılar. Bu duruma düşürülen ocağın ıslâh edilmesi gerekirken, daha çok zecrî tedbirlerle ortadan kaldırılması veya kökünün kazınması cihetine gidildi. Bazen de teşkilâtın by–pas edilmesi denemesi yapıldı. Ancak, hiçbirinde de başarılı olunamadı. Sultan II. Mahmud, reformcu bir padişahtı. Kılık kıyafetten bürokrasinin işleyiş tarzına kadar, pek çok konuda radikal değişiklilerde bulundu. Bu cümleden olarak, sarığı halkın başından kaldırtıp fesi getirtti. Şalvar yerine pantolon giyme mecburiyetini getirtti. Askerî sistem değişikliği için ise, uygun fırsatı kolladı. Nihayet, Yeniçeri Ocağı'nın bir bahane ile isyan edişini fırsat bilerek, onları önce oyaladı ve hemen ardında da imhâ ederek ortadan kaldırma cihetine gitti.
Vaka-i Hayriye.
15 Haziran 1826 günü, devlet memurları İstanbul sokaklarında dolaşarak halkı Muhammed'in sancağı altında toplamaya başladı. Bunun üzerine Yeniçeri elebaşları da, ocak mensuplarını ayaklanmaya çağırdı. Hazırlıklarını tamamlayan hükûmet yönetimi ise, Sultanahmet Camii'ni karargâh yaptı ve halka silah dağıttı. Beyazıt Meydanı ile Divanyolu tarafını tutan Yeniçeriler, çarpışmanın başlamasıyla birlikte geri çekilerek "(Meydan-ı Lahm)" Etmeydanındaki karargâhlarına kapandılar. Sadrazam Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa, tam bu esnada kışlanın etrafını çevirerek top ateşini başlattı. Top ateşi sonrasında koca kışla birkaç saat zarfında içindeki binlerce Yeniçeriyle birlikte yakılıp yıkıldı. Bu kanlı hadiseden sonra, Yeniçeri Ocağı'nın tarihe karışması üzerine, Keçecizâde İzzet Molla da şu tarihî mısraları döktürdü:
Balkanlarda etkin faaliyet gösteren tek Tarikat olması.
Osmanlı Devleti döneminde Özellikle Balkan topraklarında Bektâşî Tarikatı'ndan başka Tarikat tutunamamıştır. Fakat II. Mahmud dönemiyle birlikte Bektâşîlerin dışında Nakşi-Bektâşîleri ortaya çıkmıştır. Bunlar Bektâşîliğin ritüellerini kaldırmamakla birlikte, Tarikat içerisine bazı Sünni ritüelleri eklemişlerdir. Örneğin; cem ayinine geçilmeden önce secde namazı kılma, Muharrem orucuyla birlikte Ramazan orucunu da tutman ve benzerleri gibi. Nakşi-Bektâşîliği özellikle Bulgaristan'da Şiî-İran misyonerlerinin kendilerine çok uygun bir ortam bulmalarına sebep olmuştur.
Dedebabalar listesi.
Liste Dünya Bektaşîler Merkezi tarafından yayınlanmıştır
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15744",
"len_data": 43229,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.47
}
|
Konrad Hermann Josef Adenauer (5 Ocak 1876, Köln - 19 Nisan 1967, Bad Honnef), Alman devlet adamı, şansölye.
Konrad Hermann Josef Adenauer, 5 Ocak 1876'da, Katolik Özel Kalem Müdürü Konrad Adenauer ve eşi Helene'nin (Evlilik öncesi soyadı Scharfenberg) beş çocuğundan üçüncüsü olarak Köln'de dünyaya geldi. Liseden mezun olduktan sonra Freiburg, Münih ve Bonn'da Hukuk ve Ekonomi Politikası tahsili gördü. Daha sonra Köln'de stajyer hakim olarak çalıştı. Savcılıkta hakim muavini, iki yıl sonra Avukat Kausen'ın bürosunda ve bunun ardından da Köln Eyalet mahkemesinde yardımcı hakim olarak görev aldı.
1904'te Emma Weyer ile evlendi ve bu evlilikten çocukları Konrad, Max ve Ria dünyaya geldi. 1905'te Alman Merkez Partisi'ne üye oldu. 1906'da Köln Belediye Meclisi üyesi oldu. 1917'de Köln Belediye Başkanlığına seçildi.
1918'de Adenauer ömür boyu Prusya Senatosunun üyesi oldu. İşçi ve Asker Kurulu tarafından disiplin görevlisi olarak atandı. İmparator II. Wilhelm'in tahtı bırakmasının ardından Köln'de burjuva ve sosyalist partilerin katılımıyla bir vakıf komisyonu oluşturuldu; Konrad Adenauer bu komisyonun başkanlığına getirildi.
1919'da Adenauer, Alman meclisinde bulunan ve Ren nehrinin sol yakasını temsil eden milletvekilleri, Prusya Eyalet Meclisi üyeleri ve işgal altında bulunan Ren şehirlerinin belediye başkanlarının Köln'de katıldığı bir konuşmasında Adenauer Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Alman federal devletinin kurulmasını önerdi. Köln Üniversitesi'nin kurulmasına olan katkılarından dolayı politika, tıp, hukuk ve felsefe alanlarında Köln Üniversitesi fahri doktorluğuna layık görüldü.
Savaş sonrası; modern ve demokratik Almanya'nın mimarı olarak sayılmaktadır. Dünya çapında örnek gösterilen devlet adamlarındandır.
Köln Belediye Başkanı.
1921'de bir yıl için Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığına seçildi. Bundan sonraki 12 yıl süreyle bu görevinde kaldı. 1922 yılında Münih'te toplanan 62. Alman Katolik Kurultayının başkanlığını yaptı. 1926'da Adenauer Şansölyeliğe (Başvekilliğe) adaylık konusunda girişimlerde bulundu.
1933'te Devlet Konseyi Başkanı Adenauer, anayasada öngörülen Üç Kişilik Kurul'da, Prusya Eyalet Meclisinin vaktinden önce feshedilmesine karşı çıktı. Belediye Başkanı Adenauer bir seçim gezisi için Berlin'den gelecek olan Şansölye Adolf Hitler'i karşılamaya gitmedi ve üzerinde gamalı haç bulunan bayrakları Deutz Köprüsünden indirtti. Hitler iktidara gelince ise Adenauer Köln'ü terk etti ve Maria Laach Manastırında bir yıl saklandı. Nazilerin eyalet başkanı, Adenauer'in belediye başkanlığından alındığını açıkladı. 1934'te Gestapo tarafından tutuklandı, iki gün sonra tekrar serbest bırakıldı. 1935'ten itibaren Adenauer öncelikle Rhöndorf'ta içine kapanık bir biçimde yaşadı. Değişik direniş gruplarının temsilcileri, özellikle de Katolik gruplarınkiler, Adenauer'i direniş hareketi için kazanmak istediler ancak Adenauer bu tür taleplerin tamamını reddetti.
Albert Speer'in "" adlı kitabında belirttiğine göre, Hitler, Adenauer'e olan hayranlığını dile getirmiş, onun sivil projelerine dikkat çekmiştir. Ancak hem Hitler hem de Speer, Adenauer'in siyasi görüşleri ve ilkelerinin Nazi Almanyası'nda herhangi bir rol oynamasını imkansız kıldığı sonucuna vardı.
20 Temmuz suikast girişiminin ardından tutuklandı ve Köln Fuar Alanı'ndaki bir kampta gözaltında tutuldu. Buradan kaçtıktan sonra yeniden yakalandı ve Brauweiler Gestapo Hapishanesi'nde tutuklu olarak kaldı.
1945'te Amerikan askeri yönetimi tarafından yeniden Köln şehrinin belediye başkanlığına getirildi. Rheinland bölgesinde Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) kurucusu ve yönetim kurulu üyesi oldu. İngiliz askeri yönetimi tarafından "iş göremezlik" gerekçesi ile, aslında Adenauer'in Almanların yerel yönetimde İngilizlerden aşağı bir siyasi konumda olmaması için gösterdiği çaba yüzünden, Köln belediye başkanlığından alındı. Adenauer ise bu sayede, işgalcilerle işbirliği yaptığına dair suçlamaları çürütmek için uzun mesailer harcamak zorunda kalmadı (zaten Sovyetlerin doğudaki işgali de ülkede kalan Nazilerin çoğunu, batıdaki Amerikalılara ve İngilizlere karşı açıkça muhalif olmamaya ve kendi seslerini kısmaya ikna etmişti) ve hem bağımsız, hem de demokratik bir Almanya'nın mümkün olduğuna olan inancı güçlendirdi ve kendisinin de sonrasına onun lideri olacağının ilk sinyalini verdi.
CDU Genel Başkanı.
1946'da Adenauer Herford'da, İngiliz işgal bölgesinde, yeni kurulan CDU'nun ilk başkanı seçildi. Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin kurulmasından sonra Adenauer CDU'nun ilk eyalet meclisindeki grup başkanı oldu. 1947 CDU ve CSU'nun Königstein/Taunus'ta yapılan çalışma ortaklığı toplantısında, CDU-Berlin eyalet başkanı Jakob Kaiser tarafından ortaya konan liderlik teklifini geri çevirdi. 1948 Bonn'da Meclis Kurulu başkanlığına seçildi.
Şansölyelik.
1949'da doğrudan vekalet yoluyla, Adenauer birinci Alman Federal Meclisinin üyesi oldu. Bu üyeliğini 1966 yılına kadar da sürdürdü. Sadece bir oy farkla Almanya Federal Cumhuriyeti'nin ilk şansölyeliğine seçildi. Müttefik Kuvvetler Yüksek Komiserliği ile para ve demontaj sorunlarında önemli kolaylıklar getiren, ayrıca Batılı devletlerle diplomatik ilişkileri yeniden kurma ve uluslararası organizasyonlara üye olma hakkı tanıyan Petersberg anlaşmasını imzaladı.
1950'de Goslar'da yapılan CDU 1. Genel Kurulunda Parti Genel Başkanlığına seçildi ve 1966 yılına kadar da bu göreve her defasında yeniden seçildi. 1951'de Adenauer yeni kurulan Dışişleri Bakanlığı görevini de ek olarak üstlenir. Politikasının ağırlık merkezini Almanya Federal Cumhuriyeti'nin batı dünyasına entegrasyonu oluşturmaktadır. Avrupa Birliği'nin temelini oluşturacak olan Maden Birliği Sözleşmesini (Montanunion) imzalamak amacıyla Federal Şansölye olarak Paris'e ilk ziyareti gerçekleştirdi.
1952'de Federal Almanya'nın üç büyük batılı devletle olan ilişkilerini ele alan Almanya Sözleşmesi'nin Bonn'da, EVG-Sözleşmesinin ise Paris'te imzalanması. İsrail'le ilişkileri yeniden düzeltmeyi amaçlayan Lüksemburg anlaşmasının imzalanması. 1953'te ikinci kez yapılan Alman Genel Seçimlerinden sonra ekim ayında Adenauer yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi.
1955'te Paris Sözleşmelerinin yürürlüğe girmesiyle birlikte Adenauer, Almanya Federal Cumhuriyeti'ne kesin egemenliği kazandırmış olmaktadır. Dışişleri Bakanlığı görevini Heinrich von Brentano'ya devreder. Moskova ziyareti sonucu Sovyetler Birliği ile resmi diplomatik ilişkiler kuruldu. Bunun sonucunda çok sayıda Alman savaş esiri SSCB'den yurda dönebildi. Doğu Almanya'nın (DDR) diplomatik alanda yalnız bırakılmasına yönelik Hallstein Doktrini'ni açıkladı.
1956'da Alman Federal Meclisi, Adenauer tarafından desteklenen Yükümlü Askerlik Yasasını onayladı. 1957'de Roma Sözleşmeleri imzalandı. Bu sözleşmelerle Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Batı Almanya, Avrupa Ekonomik Topluluğu (EWG'nin) ve Avrupa Atom Birliği'nin (EURATOM) kurulması konusunda anlaştılar. Üçüncü Almanya genel seçimlerinde CDU/CSU koalisyonu kesin çoğunluğu elde etti. Adenauer yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi.
1961'de Birlik Partileri genel seçimler sonucunda kesin çoğunluğu kaybetti. FDP koalisyon için, Adenauer'in yasama dönemi sona ermeden önce istifa etmesi koşulunu ileri sürdü. Adenauer ise yeniden Federal Şansölyeliğe seçildi. 1962'de Adenauer'in Fransa'ya yaptığı resmi ziyaret De Gaulle tarafından her iki devletin barışma töreni olarak tertip edildi. De Gaulle, Federal Almanya'yı resmi ziyaret gerçekleştirdi.
1963'te Adenauer ve De Gaulle Paris'te Alman-Fransız İşbirliği Antlaşmasını imzaladılar. ABD Başkanı John F. Kennedy Almanya Federal Cumhuriyeti'ni ve Berlin'i resmi ziyarette bulundu. Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Atom Denemelerini durdurma antlaşmasına onay verdi. Adenauer 1963 sonbaharında Federal Şansölyelikten istifa etti. Ludwig Erhard onun yerine Şansölye oldu.
Son dış ziyaretini 1967 yılında İspanya'ya yaptı. 19 Nisan 1967 tarihinde Bonn yakınlarındaki Rhöndorf'ta 91 yaşında öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15746",
"len_data": 7944,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Apis mellifera veya bal arısı, Apis cinsine bağlı bir arı türüdür. Dünya çapında 7-12 bal arısı türü arasında en yaygın olanıdır. Apis cins adı Latince "arı" anlamına gelir ve mellifera Latince "bal taşıyan" anlamına gelir ve türün bal üretimine atıfta bulunur.
Özellikler.
"Apis mellifera" 1,2 cm uzunluğundadır. Baş ve göğüs bölümü az çok kıllıdır ve genellikle sarı tonlardaki rengi soydan soya değişir. İki büyük bileşik göz ve üç basit göz, başın tepesinde yer alır.
Dağılım ve habitat.
Antarktika hariç tüm dünyada bulunur. Türün, Afrika'dan veya Asya'dan doğal yollarla Afrika, Orta Doğu ve Avrupa'ya yayıldığı düşünülmektedir.
Ekoloji.
Yaşam döngüsü.
Bal arıları toplu halde yaşayan canlılardır ve kovanda yaşamın devamlılığını sağlamak için hep birlikte çalışırlar.
Erkek arılar, dişilerden iridirler ancak iğneleri ve kendilerine besin toplayabilecek organları yoktur. Ana amaçları kraliçeyi döllemektir ve dölledikten hemen sonra ölürler..
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15748",
"len_data": 950,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.4
}
|
Haber ya da sava, güncel ve ilginç bir olayın olduğunca nesnel ve gerçeğe uygun bir biçimde sunulmasıdır. Haber metninde her türlü taraflı değerlendirmelerden ve söz oyunlarından uzak durulur. Metin kısa, haber dili de yalındır.
Bu haber tekniği son derece katı kurallara tabidir. Haberi yazan kişinin, sahip olduğu yaratıcılık alanı sınırlıdır. "Okurlarımız için yazıyoruz, hakkında yazı yazdıklarımız için değil" görüşü hakimdir. Nitekim hatır için gazetecilik yapmak sakıncalıdır. Bir kısa ya da karmaşık haber metninde uyulması gereken kurallar şunlardır:
Haber katıksız gerçekleri iletir. Olası olduğunca 5N 1K kuralına uymalıdır: "Kim? Ne, Ne zaman? Nerede? Nasıl? Neden? - "Nereden" sorusu kaynağa yönelik sorudur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15749",
"len_data": 721,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.61
}
|
Su, Dünya üzerinde bol miktarda bulunan ve tüm canlıların yaşaması için vazgeçilmez olan, kokusuz ve tatsız bir kimyasal bileşiktir. Sıklıkla renksiz olarak tanımlanmasına rağmen kızıl dalga boylarında ışığı hafifçe emmesi nedeniyle mavi bir renge sahiptir.
Doğada su katı, sıvı ve gaz hâllerinde görülür. Kimyasal formülü (H2O) 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. H+ iyonu içeren bir madde ile (ör. asit) ve OH- iyonu içeren maddenin (ör: baz) verdiği nötralleşme tepkimesi ile oluşur.
Bilim insanları Dünya'daki hayatın suda başladığını düşünmektedir. Su moleküler yapısı oldukça basit ve bol bulunan bir madde olmasına rağmen belirli koşullarda diğer bileşiklerden oldukça farklı davranışlar sergiler. Örneğin katı (buz) hâldeki su sıvı hâldeki suyun üzerinde yüzer. Dünyadaki hemen hemen tüm diğer bileşiklerde ise katı faz sıvı fazdan yoğundur ve katı fazdaki bileşik batar. Suyun bu özelliğinin bazı avantajları vardır. Örneğin soğuk bir bölgede göl yüzeyini kaplayan buz tabakası yalıtıcı görevi görür ve dipteki hayatı korur. Buzun çökmesi durumunda canlılar şiddetli soğuğa maruz kalacağından hayatlarını devam ettirmeleri imkânsız hâle gelecektir.
Su yanıcı bir madde değildir. Bu özelliği nedeniyle ateş söndürücü olarak kullanılır. Fakat suyun bileşimindeki oksijen yakıcı bir gazdır, hidrojen ise yanıcı bir gazdır. Oksijen ve hidrojen birleşerek söndürücü bir madde olan suyu meydana getirirler.
H2O saf suyu ve bileşiğini temsil eder, saf suya tabii en yakın örnek yağmur suyudur. Saf su canlılar için içilebilir su değildir, insanlara yararı yoktur. Suyun akışkan olması dışında insanlar ve canlılar için içinde taşıdığı mineraller çok önemlidir. Canlıların içmesi gereken suda çeşitli mineraller olması gerekmektedir. Yağmur suyu yani saf su, yağdıktan sonra toprağa düşünce toprağın yapısındaki mineralleri toplar, yeryüzünde bu yağmur suları bir akarsu oluşturur bu içilebilir bir sudur. Genelde toprak altındaki suları kirleten bina yapılaşmaları, sanayiden, insan hayat alanından vs uzak sağlığa uygun olması için çok yüksek yerlerde, dağlardaki akarsu ya da tabii su kaynağı bulunup buralara su doldurma tesisi yapılır, bu tabii mineralli sular şişelenip marketlerde "tabii kaynak suyu" olarak satılır. Her bölgedeki toprakta mineraller ve oranları farklıdır, bu yüzden suyun faydaları bölgelere göre değişebilir.
Etimoloji.
Türkçede yer alan su kelimesinin kökeni Eski Türkçe "sub" veya "suv" sözcüklerine dayanmaktadır. Orijinal biçimi "sub" olan sözcük 9. yüzyıldan itibaren "suw" biçimine evrilmiştir. Son sesteki dudaksıl "suvar-," "sıva-," "sıvık," "sıvı" gibi türevlerde korunmuştur. Kelime olarak Orhun Yazıtları'nda kaydedilmiştir.
Eski Türkçede suv, sub zamanla su sözcüğüne dönüşmüştür, tüm Türk dilleriyle hemen hemen aynıdır.
Azerice; su
Kazakça; sw
Kırgızca; suu
Özbekçe; suv
Türkmence; suw
Uygurca; su
Moğolcada us olarak tam tersi olarak söylenir.
Fiziksel özellikleri.
Kohezyon ve adhezyon.
Su, kendi molekülleri arasındaki çekim kuvveti (kohezyon) sayesinde dağılmadan kalabilir. Moleküllerinin dipol (kutuplaşmış) olması nedeniyle su, birçok maddeye yapışabilir ve ıslatma özelliği buradan gelir.
Su aynı zamanda adhezyon (farklı iki maddenin molekülleri arasındaki çekim kuvveti) kuvveti yüksek bir maddedir. Hidrojen bağı nedeniyle su molekülleri birbirlerini de çekerler yani su molekülleri arasında kohezyon gücü de çok yüksektir. Suyun kohezyon ve adhezyon yetenekleri, suyun belirli kılcal yapılar içinde kopmadan yükselmesine ve taşınmasına yardımcı olur. Bu da bitkilerin karada hayatlarını sürdürmeleri açısından önem arz eder.
Suyun sekliğini sağlayan kohezyon maddesi, adhezyon kuvveti ile çarpışarak suyu daha sek hâle getirir. Molekülleri sekleşen su, artık daha yumuşak ve saftır. Suyun rengini ve tadını sekliği belirler.
Yüzey gerilimi.
Su, molekülleri arasındaki güçlü kohezyon kuvveti nedeniyle oluşan yüksek yüzey gerilimine sahiptir. Bu görülebilir bir etkidir, örneğin, küçük miktardaki su çözünemez bir yüzey üzerine (örnek: polietilen) konduğunda, su, diğer madde ile beraber düşene dek kalacaktır.
Bu kuvvetin kaynağı temel olarak su moleküllerini bir arada tutan moleküller arası çekici kuvvetlerdir. Suyun içinde olan moleküller her yönden komşu moleküllerle kuşatıldıkları için, üzerlerine etkiyen toplam kuvvet sıfırdır. Buna karşın, yüzeydeki moleküllerin sadece bir tarafı diğer su molekülleriyle çevrili olduğu için, bunlar içeriye doğru net bir kuvvetle çekilirler. Bu durum yüzeyde bir gerilme oluşturup yüzeyin minimum olmasını sağlar. Hacimleri eşit birçok geometrik şekil içinde yüzey alanı en az olan küredir. Su damlalarının küresel bir şekil alması da yüzey geriliminin en az yüzey oluşturacak şekilde molekülleri hareket ettirmesidir.
Kılcal hareket.
Kılcal hareket, suyun çok dar (kılcal) bir boru/kanalda yerçekimi kuvvetine karşı hareketini ifade eder. Bu hareket oluşur, çünkü su boru/kanalın yüzeyine yapışır ve daha sonra boru/kanala yapışan su, kohezyon kuvveti sayesinde üzerinden daha fazla suyun geçmesini sağlar. İşlem, yerçekimi adhezyon kuvvetini yenecek kadar su boru/kanaldan yukarı geçinceye dek tekrarlanır. Bu olayı doğada da görmek mümkündür. Örneğin ağaçların kılcal damarlarında su en yüksek dallara kadar yerçekimine karşı hareket edebilmektedir. Buna aynı zamanda kapiler etki denmektedir.
Erime.
1 gram buzu eritmek için 0 °C'de 80 kalori gerekir. Erime ısısının yüksek olması suyun donmasını geciktirir; böylece biyolojik sistemler düşük sıcaklıklara dayanıklı olabilen özelliklerini kazanırlar.
Özgül ısı.
Suyun ısınma (özgül) ısısı yüksektir. 1 gr suyun sıcaklığını 1 °C artırmak için 1 kalorilik enerji gereklidir. Bu özgül ısı, amonyak dışındaki tüm maddelerinkinden yüksektir. Böylece su sıcaklıklarda fazla artış olmadan daha fazla enerji depolayabilir ve böylece canlı sistemde sıcaklık ve metabolik olaylar daha kararlı olabilmektedir.
Buharlaşma.
Suyun gizli buharlaşma ısısı yüksektir. 100 °C'de 1 g suyu 1 g su buharı hâline dönüştürmek için 539 kaloriye ihtiyaç vardır. Gizli buharlaşma ısısının yüksekliği canlı sisteminin izotermal olmasında en önemli katkıya sahiptir. Suyun gizli buharlaşma ısısı, H bağlarından dolayı yüksektir.
Donma.
Suyun basit fakat çevre açısından son derece önemli bir özelliği de suyun sıvı hâli üzerinde batmadan yüzebilen, suyun katı hâli olan buzdur. Bu katı faz, (sadece düşük sıcaklıklarda oluşabilen) hidrojen bağları arasındaki geometriden dolayı, sıvı hâldeki su kadar yoğun değildir. Hemen hemen tüm diğer maddeler için, katı form sıvı formdan daha yoğundur. Standart atmosferik basınçtaki taze su, en yoğun hâlini 3,98 °C'de alır ve aşağı hareket eder, daha fazla soğuması hâlinde yoğunluğu azalır ve yukarı doğru yükselir. Bu dönüşüm, derindeki suyun, derinde olmayan sudan daha sıcak kalmasına sebep olur, bu yüzden suyun büyük miktardaki alt bölümü 4 °C civarında sabit kalırken, buz öncelikle yüzeyde oluşmaya başlar ve daha sonra aşağı yayılır. Bu etkiden dolayı, göllerin yüzeyi buz ile kaplanır. Hemen hemen tüm diğer kimyasal maddelerin katı hâlleri, sıvı hâline göre yoğun olduğundan dipten yukarı donmaya başlarlar.
Suyun hacmi, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir sıcaklığa (+4 °C'ye) düşene kadar azalır, daha sonra tekrar artmaya başlar. Donduğunda ise hacmi sıvı hâle göre daha fazladır. Bu nedenle suyun katı hâli, sıvı hâlinden daha hafiftir. Bu yüzden buz, suyun dibine batmayıp su üstünde yüzer. Suyun bu özelliği hayatın kış aylarında ya da her zaman soğuk olan bölgelerde sudaki hayatın devam etmesine olanak tanır. Deniz, nehir ve göllerin üst kısmı donar, buz üst kısımda kaldığı için su içindeki canlılar hayatlarını sürdürmeye devam edebilirler.
Üçlü noktası.
Suyun üçlü noktası (saf hâldeki sıvı su, buz ve su buharının dengede bulunduğu sıcaklık ve basınç kombinasyonu), kelvin sıcaklık ölçü biriminin tanımlanması için kullanılır. Sonuç olarak, suyun üçlü nokta sıcaklığı, 273,16 Kelvin (0,01 °C) ve basıncı 611,73 Pascal'dır (0,0060373 ATM).
Elektriksel iletkenlik.
Su içindeki tüm elektriksel özelliği sağlayan etkenler, suyun içinde çözülmüş olan karbondioksit ve mineral tuzların iyonlarıdır. Su, iki su molekülünün bir hidroksit anyonu ve bir hidronyum katyonu hâlini alması ile kendini iyonize eder, fakat bu elektrik akımının yaptığı iş veya zararlı etkilerini taşımak için yeterli değildir. ("Saf" su içinde, hassas ölçüm cihazları, 0,055 µS gibi çok zayıf bir elektriksel iletkenlik değeri saptayabilirler.) Saf su, oksijen ve hidrojen gazları içinde de çözülmüş iyonlar olmadan elektroliz olabilir; bu çok yavaş bir süreçtir ve bu şekilde çok küçük bir akım iletilir. (Elektroliz, elektrik akımı yardımıyla, bir sıvı içinde çözünmüş kimyasal bileşiklerin ayrıştırılması işlemine denir.)
Suyun hâlleri.
Su yerkürede değişik hâllerde bulunur: su buharı, (bulutlar), su (denizler, göller), buz (kar, dolu, buzullar) gibi. Su sürekli olarak su döngüsü olarak bilinen döngü içinde değişik fiziksel hâllere dönüşür.
Yağışın insanlık ve tarım için öneminden dolayı, değişik biçimlerine farklı isimler verilmiştir: çoğu ülkede genel ismi yağmurdur, dolu, kar, sis ve çiy diğer örneklerdir. Uygun şartlar oluştuğunda, havadaki su damlacıkları güneş ışığını kırarak, gökkuşağı oluştururlar.
Temel olarak, su akışı, nehirler ve tarım için su ihtiyacı gibi, insanlık tarihinde büyük roller oynamıştır. Nehirler ve denizler, ticaret ve ulaşım için elverişli yollar sunmuştur. Su akışı, erozyon etkisi ile çevrenin şekillenmesinde büyük roller oynayarak, vadiler ve deltalar oluşmasını sağlamış ve insanların yerleşimine uygun arazi ve alanlar meydana getirmiştir.
Su aynı zamanda zemine nüfuz ederek, yer altına doğru iner. Bu yeraltı suları daha sonra tekrar yüzeye çıkarak tabii kaynaklar, sıcak su kaynakları ve gayzerler oluşturur. Yeraltı suları, aynı zamanda ambalajlanarak maden suyu olarak satılmaktadır.
Su, kendi içinde farklı maddelerin koku ve tatlarını barındırabilir. Bu nedenle, insan ve hayvanların, suyun içilebilirliğini anlamak için duyuları gelişmiştir. Hayvanlar genel olarak, tuzlu deniz suyunun ve bataklık suyunun tadından hoşlanmaz, dağlardan veya yeraltından gelen saf kaynak sularını ararlar. Kaynak suyu veya mineral su diye bilinen tat, aslında suyun içinde çözülmüş olan minerallerin tadıdır. Saf su (H2O), tatsızdır. Bu yüzden, kaynak veya mineral suyunun saflığı diye bilinen şey, suyun içinde zararlı (toksik) maddeler, kir, toz veya mikrobik organizmalar olmadığını belirtir.
İnsan hayatındaki yeri.
Yetişkin bir insan vücut ağırlığının %60-70'i (2/3'si) sudur. Bu oran yaşa, cinsiyete, kiloya bağlı olarak farklılık gösterir. Örneğin yeni doğan bebeklerin vücudundaki su oranı %75'tir. Hayatın ilk 5 gününde %70'e inen su oranı, sonradan yavaş yavaş azalarak bir yaşın sonunda yetişkindeki su oranına yaklaşır. Erkeklerdeki su oranı kadınlara, şişmanlar zayıflara oranla daha fazladır. Yaş ilerledikçe de vücut suyunda azalma görülür.
Su besinler ve içeceklerle de sindirim yoluyla vücuda alınır. Vücuda alınan su sindirim sisteminde emildikten sonra kana geçer. Kan dolaşımı ile vücuda dağılır ve kılcal damarlardan çıkarak doku sıvısını oluşturur. Hücre içinde bazı kimyasal reaksiyonlara katıldıktan sonra tekrar hücre dışına çıkar ve tekrar doku sıvısına dönüşür. Dokulardan kan dolaşımına katılır. Kan dolaşımı aracılığı ile böbreklere gelerek önemli bir kısmı idrar olarak vücut dışına atılır. Diğer bir kısmı ise deri, solunum ve sindirim sistemi vasıtasıyla kullanılıp vücuttan atılır.
Yetişkin bir insanın günlük su ihtiyacı 2500-2600 ml kadardır. Suyun vücuda alımı ve atılımı bir denge içinde oluşur. Vücutta normal sıvı hacminin korunması için günlük sıvı alımının günlük sıvı kaybına eşit olması gerekir. Bu denge bozulduğunda hastalıklar ortaya çıkar. Yemek yemeden aylarca yaşanabilir, ancak susuz sadece birkaç gün dayanılabilir. İnsan vücudunda su dengesini düzenleyen merkezler ve sistemler mevcuttur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15751",
"len_data": 11860,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Röportaj, bir gazete yazarının ünlü, tanınmış kişiler, yerler ve olaylarla ilgili inceleme ve araştırmalarına kendi görüşlerini de ekleyerek oluşturduğu yazı türüdür. Röportaj kelimesinin kökeni, Latincede 'toplamak', 'getirmek' anlamlarında kullanılan "reportare" fiiline dayanır. Türkçeye, Fransızca "reportage" isminden geçmiştir.
Terminolojisi.
Röportaj, bir gazete yazısı olmasına karşın, gezi türüyle iç içe olması, bazen sanatsal kaygılarla kaleme alınması, sıradan bir aktarma değil de özel bir yorum değerlendirme değeri taşıması gibi özellikleriyle, edebiyat türü olarak da kabul edilmektedir.
Röportaj, başlangıçta "sorular" ve "yanıtlar"dan oluşan "mülakat"tan farklı değilken gazeteciliğin gelişmesi ve ünlü edebiyatçıların röportaj türünde de yapıtlar ortaya koymaya başlamasıyla, daha çok araştırma, inceleme, soruşturmaya dayanan ve bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olan bir dal haline gelmiştir.
Konuları.
Röportajlar, yurt içi ya da yurt dışı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel, vb. birçok konuda olabilir. İyi bir röportaj yazarının ele aldığı konuyu enine boyuna araştırması, incelemesi, ilgililerle görüşmesi, konuyla ilgili yerleri gezip görmesi, gerekli belgeleri toplaması gerekir. Yani röportaj, yalnızca gözlemlerin, izlenimlerin ya da konuşmaların aktarılması değil, bunların ötesinde bir yorum ve değerlendirme yazısıdır.
Röportaj, gazete ve gazetecilikle birlikte gelişen bir türdür. Dünyadaki aşağı yukarı bütün gazete ve dergilerde görülen röportajlar, konuyla ilgili olarak çekilen fotoğraflarla bütünlenmekte, fotoğraf röportaja belgesellik, gerçekçilik ve görsellik sağlamaktadır.
Röportaj hangi konuyla ilgiliyse önceden yapılmış örnek röportajlardan yardım alınmalıdır ve çok fazla özel olmadan tüm sorular - konuyla ilgili- merak edilenler sorulmalıdır.
Röportaj yazarlığı.
Dünyada pek çok ünlü edebiyatçı, aynı zamanda röportaj yazarlığı da yapmıştır. Bunlar arasında Jack London, Ernest Hemingway, İlya Ehrenburg, Mihail Şolohov, Jean-Paul Sartre vb. anılabilir. Curzio Malaparte ile Raymond Cartier de, gazetecilikten yetişme röportaj yazarlarındandır.
Foto röportaj.
"Foto röportaj", yazıya ve başka bir elemana gerek duymadan, bir olayı anlatabilmektir. 1980'lerin başında yükselişe geçen, 80'lerin sonundan 2000'lerin ortalarına kadar duraklama dönemini yaşayan, dijital ortamda çokça ilgi gören foto röportaj aynı zaman belgesel niteliği taşır ve oldukça önemlidir. Bu işle ilgilenen fotoğrafçı sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Foto röportaj aynı zamanda uzun soluklu bir çalışmayı beraberinde getirir.
Bir olayın (bir yerin, kişinin vb.) foto röportajını yapmaya gitmeden önce bir dizi ön hazırlık yapılması gerekir ve her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmelidir. Foto röportaj betimleyicidir, fotoğrafları inceleyen insanlar fotoğrafçının ne dediğini anlamalıdır, bu yüzden konuyu düzgün seçmek ve konu hakkında bilgi toplamak ciddi önem taşımaktadır. Foto röportaj, senaryolu olmadığı için, konunun tekrar edilebilir olması önem taşımaktadır. Bir yazarın düşünmeye zamanı, bir fotoğrafçıya oranla daha fazladır. Yazar aldığı notlarla, daha sonra yapacağı işi tekrarlayabilir. Bir fotoğrafçı için bu olanak yoktur. Bresson bu konu hakkında şöyle söylemiştir: "Röportaj, bir sorunu, bir olayı ya da izlenimleri saptamak için aklın, gözün ve yüreğin de katılmış olduğu bir süreçtir." Diğer bir konu da flaş kullanma sorunudur. Tanınan birçok foto röportajcı flaş kullanmamaktadır. Flaş kullanılmanın kaçınılmaz olduğu durumlar olsa da kullanmamak, çekimi yapılan olayı kendi ışığı ile çekmek önemlidir. Fotoğrafçılar genel olarak flaş kullanımına kaşıdırlar çünkü fotoğrafın gerçekliğini yok ettiğini düşünürler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15752",
"len_data": 3675,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.62
}
|
Fisyon, kütle numarası çok büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki veya daha fazla çekirdeğe dönüşmesi olayıdır. Fisyon reaksiyonlarında radyoaktif elementler kullanılır ve tepkimeler için bir ilk enerjiye (aktiflenme enerjisi) ihtiyaç vardır. Reaksiyon sonucunda kararsız çekirdekler ve nötron oluşur. Oluşan nötronların her biri yeni bir uranyum atomu ile tepkimeye girer. Bu esnada açığa çıkan nötronlar ortamdan uzaklaştırılmazsa tepkime zincirleme olarak devam eder.
Fisyon reaksiyonları kontrollü olarak gerçekleştirilmelidir. Eğer reaksiyonlar kontrol altına alınmazsa açığa çıkan enerji büyük bir patlama oluşturur. Buna nükleer bomba ya da atom bombası denir. Bu olayda büyük miktarda enerji açığa çıkar. Bölünme tepkimeleri atom bombalarının yapımında ve nükleer santrallerde enerji üretiminde kullanılır.
Mesela Uranyum-235 nötron bombardımanına tutulur. Bombardımanda uranyum bir adet nötron alarak Uranyum-236 haline geçer ve kendiliğinden parçalanarak baryum-142 ve kripton-91'e dönüşür. Bununla birlikte üç nötron salar. Eğer salınan 3 nötron ortamdan alınmazsa bu nötronlar diğer Uranyum-235 atomlarının yapısına katılır ve bu tepkime zincirleme olarak devam eder. Her bir Uranyum-236 atomu parçalandığı sırada saldığı 3 nötron yanında enerji de açığa çıkarır. Açığa çıkan bu enerji 20.000 ton TNT'nin enerjisine eşittir. Fisyon tepkimelerinde açığa çıkan enerji, nükleer reaktörlerde kontrollü olarak kullanılarak enerji elde edilebilir. Ayrıca açığa çıkan alfa ve gama ışınları bilimsel deneylerde kullanılır.
Ayırca bakınız.
Fizyon iz tarihlendirmesi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15753",
"len_data": 1595,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.21
}
|
Nükleer füzyon, nükleer kaynaşma ya da kısaca füzyon; iki hafif elementin nükleer reaksiyonlar sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturmasıdır. Çekirdek tepkimesi olarak da bilinen bu tepkimenin sonucunda çok büyük miktarda enerji açığa çıkar.
Bu işlemle oluşturulabilecek en ağır element demirdir. Reaksiyona giren çekirdekler -atom numarası 1 olan hidrojen veya izotopları deuterium ve tritium gibi- düşük atom numarasına ait elementlerde ortaya çok büyük miktarda enerji çıkar. Nükleer füzyonun bu devasa enerji potansiyelinden ilk olarak, II. Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, hidrojen bombası olarak da bilinen termonükleer silahların üretiminde istifade edilmiştir.
Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kütle kaybı karşılığı enerjinin ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Kütle kaybının karşılığı enerjinin büyüklüğü Einstein'in ünlü E = mc² formülüyle hesaplanır.
Füzyondan enerji kaynağı olarak yararlanılması.
Füzyon sonucunda açığa çıkan bağlanma enerjisini kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler. Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji, 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir. Bu olağanüstü bir sıcaklıktır ve kaynaşma tepkimesine girecek maddeyi taşıyacak hiçbir katı malzeme bu sıcaklığa dayanamaz.
Fisyondan farklı olarak; çekirdeklerin birleşmesi olayına füzyon denir. Fisyona oranla füzyon başına daha az, küçük ve hafif olduklarından; hafif bir çekirdeğin füzyonu, aynı kütlede ağır çekirdeğin parçalanmasından çok daha fazla enerji açığa çıkar. Dengelenmediği takdirde açığa çıkan enerji patlama noktasına kadar hızla yükselir ve ardından nükleer bir patlama meydana gelir.
Faydalı füzyon reaksiyonları.
- D-T (döteryum-trityum) füzyon reaksiyonu
- D-D (döteryum-döteryum) füzyon reaksiyonu
D-T reaksiyonu soğuk bir tepkimeyle elde edilir
D-D reaksiyonu ise diğer reaksiyona göre daha sıcaktır.
Füzyon için sağlanması gereken şartlar.
Sıcaklık.
Füzyon, sırasında gereken (emilen) ısıdır.
Lawson kriteri.
Plazmanın dağılmadan hapsedilmesi için gerekli zamanın ve plazma yoğunluğunun ilişkisini tanımlar.
Füzyon reaksiyonları.
Bir füzyon reaksiyonundan öngörülen enerjinin elde edilmesi için
D-T reaksiyonu.
Döteryum bir proton ve bir nötrondan oluşan hidrojen çekirdeğinin bir izotopudur. Bilindiği gibi izotop proton sayısı aynı nötron sayısı farklı olan atom çekirdekleri için kullanılan bir tanımdır. Simgesel olarak 12H şeklinde gösterilir.
Trityum bir proton ve iki nötrondan oluşan Hidrojen çekirdeğinin bir diğer izotopudur. Simgesel olarak 13H şeklinde gösterilir.
Döteryum- Trityum füzyon tepkimesi aşağıdaki şekilde meydana gelir.
Bu tepkimenin özellikleri.
D-T reaksiyonunun gerçekleştirilmesinde aşağıdaki problemlerle karşılaşılır.
D-D reaksiyonu.
İki döteryum çekirdeğinin direkt olarak reaksiyona girmesiyle meydana gelen füzyon reaksiyonudur. Ve aşağıda gösterildiği şekilde meydana gelir.
D-D ve D-T füzyon reaksiyonlarının kıyaslanması.
Lawoise kriteri.
nd döteryum iyonları yoğunluğu ve nt trityum iyonları yoğunluğu toplamının ne elektron yoğunluğu toplamına eşit olması gerekir.
nD+nT=ne ve nT=nD olmalıdır. Bu son eşitlik plazmanın toplam elektriksel yük açısından nötr olması gerekliliğinden sağlanması gerekir,
- Plazma içindeki reaksiyon oranı G =nD+nT ile tanımlanır.
- Eğer her füzyonda E kadarlık enerji üretilirse plazma içinde üretilen füzyon gücü;
Pfüzyon=(n/2)(n/2)s VE=(n2/4)s E j/s/cm³ olmalıdır bu plazma içinden dışarı çıkan güçtür.
- Eğer plazma bir T sıcaklığına sahipse toplam enerjisi
Etermal=(ne+nD+nL)(3/2)kT=3nkT dir.
Plazma enerjisinde bir t hapsetme süresi boyunca düzenli oranda kaybedilen enerji
Pkayıp=(3nkT)/t j/s/cm³'tür.
Bu durumda içeri giren güç ve dışarı çıkan güç için sahip olunan ifadeler
Pfüzyon>Pkayıp ise nt >(12 kT)/ (sVE)
Bu eşitsizlik Lawson Kriteri olarak anılır. Bu ifade plazmanın dağılması için gereken hapsedilme süresini ve hapsedilmesi gereken parçacık sayı yoğunluğunu verir.
> 1022 sn/cm³ mertebesindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15754",
"len_data": 4346,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.02
}
|
Fotosentez, bitkiler ve diğer canlılar tarafından, ışık enerjisini organizmaların yaşamsal eylemlerine enerji sağlamak için daha sonra serbest bırakılabilecek kimyasal enerjiye dönüştürmek için kullanılan bir işlemdir. Bu kimyasal enerji, karbondioksit ve sudan sentezlenen şekerler gibi karbonhidrat moleküllerinde depolanır.
Özellikleri.
"Fotosentez" sözcüğü, Yunanca "phōs" (ışık) ve "sentez" (bir araya getirmek) sözcüklerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.
Çoğu durumda oksijen yan ürün olarak salınır. Çoğu bitki, çoğu alg ve siyanobakteri fotosentez yapar; bu tür canlılara fotoototroflar denir. Fotosentez, Dünya atmosferinin oksijen içeriğinin üretilmesinden ve korunmasından büyük ölçüde sorumludur ve tüm organik bileşikler ve Dünya'daki yaşam için gerekli enerjinin çoğunu sağlar.
Her ne kadar fotosentez farklı türler aracılığıyla farklı biçimlerde gerçekleştirilse de işlem her zaman ışıktan gelen enerjinin yeşil klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan proteinler tarafından emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler, en çok yaprak hücrelerinde bulunan ve kloroplast adı verilen organellerde bulunurken, bakterilerde hücre zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı tepkimelerde, su gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır. Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen, kısa süreli enerji kaynağı olarak görev alan iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır: indirgenmiş nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenozin trifosfat (ATP-hücrelerin "enerji para birimi").
Bitkiler, algler ve siyanobakterilerde, şekerler biçimindeki uzun süreli enerji depoları, Calvin döngüsü adı verilen ışıktan bağımsız tepkimeler tarafından üretilir; bazı bakteriler aynı sonuca ulaşmak için ters Krebs döngüsü gibi farklı mekanizmalar kullanır. Calvin döngüsünde, atmosferik karbondioksit, hâlihazırda var olan ribüloz bifosfat (RuBP) gibi organik bileşiklerle birleştirilir. Daha sonra ışığa bağlı tepkimeler tarafından üretilen ATP ve NADPH kullanılarak, karbondioksitin ribüloz bifosfat ile birleşmesiyle oluşan bileşik indirgenir ve glikoz gibi başka karbonhidratlar oluşturmak üzere yoluna devam eder.
İlk fotosentetik canlılar, sanılana göre yaşamın evrimsel tarihinde erken evrimleşmiştir ve büyük olasılıkla elektron kaynakları olarak su yerine hidrojen veya Hidrojen sülfür gibi indirgeyici maddeler kullanmıştır. Siyanobakteriler ise daha sonra ortaya çıktı; ürettikleri aşırı oksijen, karmaşık yaşamın gelişimine olanak veren Dünya'nın oksijenlenmesine doğrudan katkıda bulunmuştur. Günümüzde, küresel olarak fotosentez yoluyla elde edilen ortalama enerji yakalama oranı yaklaşık 130 terrawatt'tır, bu da insan uygarlığının mevcut güç tüketiminin yaklaşık sekiz katıdır. Fotosentetik canlılar da yılda 100-115 milyar ton (91-104 petagram) karbonu biyokütleye dönüştürür.
Tarihçe.
Aristo, bitkilerin yeşillenmesi için güneş ışığının gerekli olduğunu göstermiştir.
Van Helmont 17. yüzyılda, bitkisel materyal sentezi ile ilk araştırmaları yapmıştır. Araştırmacı 2,5 kg. ağırlığındaki bir söğüt fidanını, içinde 100 kg. toprak bulunan bir saksıya dikmiş ve bunu 5 yıl süresince sadece yağmur suyuyla sulamıştır. Süre sonunda fidan 85 kg'lık bir ağaç olmuştur. Deneme sonunda toprak kuru ağırlığı 99,994 kg. olarak belirlenmiştir. Aradaki 50 gramlık farkı deney hatası olarak kabul etmiş ve bitki ağırlığında oluşan 82,5 kg'lık madde artışının yalnız sudan kaynaklandığı kanısına varmıştır.
İlk kez 1771 yılında Joseph Priestley, bitkiler tarafından dışarı verilen oksijenin hayvanlar tarafından kirletilen havayı temizlediği fikrini ortaya atmıştır. 1779'da Jan Ingenhousz havanın temizlenmesinin yeşil bitkiler tarafından ışıkta yapıldığını açıklamıştır. Fotosentezde klorofilin önemini vurgulamıştır.
1782 yılında Senebier yeşil bitkilerin havaya O2 vermesinin CO2 almalarına ve bitkiler tarafından meydana getirilen O2 miktarının tamamen ortamda var olan CO2 miktarına bağlı olduğunu göstermiştir.
1804 yılında De Saussure fotosentez esnasında eşit hacimde CO2 ve O2 alışverişi olduğu, buna benzer eşit hacimde bir gaz alışverişinin solunum esnasında da meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bitkilerde biri ışıkta diğeri karanlıkta gelişen iki tip gaz alışverişi olduğunu, ışıkta CO2 alınımı ve O2 açığa çıkmasının ancak bitkinin yeşil kısımlarında olabildiğini göstermiştir. Ayrıca fotosentezde suyun rolüne dikkat çekmiştir.
Liebig 1840 yılında, CO2'in bitkiler için C kaynağı olduğunu vurgulamıştır.
1842 yılında Robert Mayer, ışığın enerji içerdiğini, canlılar tarafından kullanılan enerji kaynağının güneş ışığı olduğunu ve fotosentezde bitkinin yakaladığı güneş enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürdüğünü belirtmiştir.
Engelman 1880 yılında fotosentezde ortama O2 verilmesinin kloroplastlarca sağlandığını ortaya koymuştur.
Blackman 1905'te fotosentezin yalnızca fotokimyasal bir olay değil aynı zamanda biyokimyasal bir olay olduğunu ileri sürerek, olayın ışık gerektirmeyen bir karanlık reaksiyon safhası olduğunu da vurgulamıştır.
Willstater ve Stoll 1918 yılında CO2, H2O ve ışık altında meydana gelen ilk ürünün CH2O ve O2 olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Robert Hill 1937 yılında fotosentezin ışık reaksiyonu üzerinde çalışarak ortamda ışık, su ve uygun bir hidrojen yakalayıcısı bulunduğunda, izole kloroplastların bile ortamda CO2 olmadan O2 oluşturabildiklerini görmüştür. Ayrıca yapraklarda doğal bir hidrojen yakalayıcısı maddenin bulunduğunu ortaya koymuştur. Güncel bilgilere göre bu maddeler Ferredoksin ve NADP+'dır. Hill reaksiyonu adını verdiği bir denklemle olayı açıklamıştır.
Reaksiyon, fotosentezde O2'nin ışık reaksiyonlarında oluştuğu ve bunun kökeninin CO2 değil de H2O olduğunu göstermesi yönünden önemlidir.
Fotosentezin karanlık reaksiyonları üzerinde çalışan (1954-1961) Calvin ve arkadaşları ise olaydaki C metabolizmasını tüm ayrıntılarıyla açıklamışlardır. Bunun üzerine Calvin'e Nobel ödülü verilmiştir.
1966'da Hatch ve Slack, bazı bitkilerde fotosentezin karanlık reaksiyonlarında oluşan ilk kararlı ürünün 3C değil de 4C olduğunu bulmuşlar ve söz konusu bitkilerin tamamen farklı bir C metabolizması olduğunu göstermişlerdir.
Yirminci yüzyılın başlarında tek hücreli yeşil su yosunlarında ("Chlorella vulgaris") fotosentezle ilgili araştırmalar Warburg tarafından yapılmıştır.
Önemi.
Fotosentez, ışık enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştürerek ilk basamaktaki organik madde üretimini sağlayan mekanizmadır.
Bitkiler besin zincirinin ilk halkasını oluşturduğundan, diğer tüm canlıların var olabilmesi ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli enerji fotosentez olayı sırasında elde edilir.
Fotosentezle havanın CO2 ve O2 dengesi korunmaktadır.
Fotosenteze ilişkin bulgular, her yeşil bitkinin organik madde üreten bir fabrika olduğu, bu süreçte güneş enerjisini kullanan aygıtların kloroplastlar olduğunu göstermiştir. Yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının yalnızca yarısı fotosentezde kullanılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmaların dünya nüfusunun gıda ihtiyaçları yönünden önemli olduğu bilinmektedir.
Pigmentler.
Fotosentezde en önemli olgu güneş enerjisini yakalayıp onu kimyasal bağ enerjisine dönüştürebilme yeteneğidir. Bu işlevi bitkilerin kloroplastlarında veya kromatoforlarında bulunan pigmentler yapmaktadır. Bunların başlıcaları şöyledir:
Tepkimeler.
Işığa bağlı tepkimeler.
Işığa bağlı tepkimeler, canlının ışıklı ortamda ışığa bağımsız tepkimeler için gereken ATP ve NADPH'yi ürettiği bir dizi tepkime zinciridir. Bu tepkimeler tilakoit zar üzerinde gerçekleşir. Işığı soğuran klorofil molekülünden serbest kalan elektronlar elektron taşıma sistemi (ETS) elemanlarından geçer. Bu sırada ATP ve NADPH çıkışı olur.
Klorofile sahip canlıların ADP ve inorganik fosfat (Pi) kullanarak ATP üretmesine fotofosforilasyon denir. Bu olay devirli fotofosforilasyon ve devirsiz fotofosforilasyon olmak üzere iki yolla gerçekleşir. Devirsiz fotofosforilasyonda, devirliden farklı olarak su, fotolize uğrar. Tepkime şu şekildedir.
Bu tepkimeler sonucu oluşan O2'nin bir kısmı mitokondrilere gönderilir, artanı ise atmosfere verilir. Oluşan ATP ve NADPH molekülleri stroma sıvısına girer, artık canlı ışıktan bağımsız tepkimeleri gerçekleştirmeye hazırdır.
Işıktan bağımsız tepkimeler.
Bu tepkimeler stroma bölgesinde gerçekleşir. Stromalar protein yapılıdır. Bu tepkimeler aydınlıkta da karanlıkta da olabilir. CO2'nin devreye girmesiyle başlar. Hidrojen ile CO2 birleşerek karbonhidratları meydana getirir.
Calvin döngüsü.
Calvin-Benson döngüsü, fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alır. Calvin döngüsü ismini, bunu bulduğu için 1961 Nobel Kimya Ödülü'nü kazanan Melvin Calvin'den alır. Calvin ve meslektaşları Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de çalışmışlardır.
Karbon tutulum mekanizmaları.
C3 karbon tutulumu mekanizması, fotosentezdeki karbon tutulumu mekanizmalarından biridir. Bu süreçle karbondioksit ve ribulozbifosfat (RuBP, 5 karbonlu bir şeker), aşağıdaki reaksiyonla 3-fosfogliserata dönüştürülür:
C4 karbon tutulumu mekanizması, CAM fotosenteziyle birlikte C4 fiksasyonun, bitkilerin çoğunda görülen ve daha basit olan C3 mekanizmasından farklı olduğu anlaşılmıştır. Her iki mekanizmada (Kalvin döngüsünde oluşan ilk enzim) olan RuBisCO'nun fotorespirasyonu veya karbon bileşiklerinden CO2'in oksijen kullanılarak kırılması oluşan enerjiyi harcamak içindir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15756",
"len_data": 9543,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.39
}
|
Plasenta (döleşi), anne ve fetüse ait iki dolaşım sistemini birbirinden ayıran bir organdır.
"Plasenta" kelimesi, Latince "kek", Yunanca πλακόεντα/πλακοῦντα "plakóenta/plakoúnta", πλακόεις/πλακούς "plakóeis/plakoús", "düz, levha benzeri ", kökeninden gelir. Türkçede "Umay" sözcüğü plasenta anlamına gelir.
Bir sperm tarafından döllenen yumurta hücresi (zigot) ikiye, dörde ve sonra sekize bölünerek hızla büyümeye başlar. Bunun için yüklü miktarda besine ihtiyaç duyar. Besin maddelerini anneden alabilmek için, embriyo hücrelerinden bir kısmı plasentayı oluştururlar. Plasenta anneyle bebek arasındaki besin, oksijen ve diğer maddelerin alışverişini sağlayan yapıdır. Plasenta yeni hücre gruplarının yani dokuların oluşması için gerekli olan besinleri ve oksijeni özenle seçer ve bunları bebeğe taşırken, atık maddeleri ayırarak onları da annenin vücuduna gönderir.
Rahmin içi, fetüsü koruyan amniyon sıvısı ile kaplıdır. Amniyon sıvısı olmadan bir bebeğin anne karnında gelişmesi mümkün değildir. Bu sıvı sayesinde, hem anne ve bebek birbirlerinden faydalanırlar hem de korunmuş olurlar. 12 haftalık olduğunda ceninin kendi kan dolaşım sistemi gelişmiştir. Ancak oksijen ve besinlerin alımı, karbondioksit ve atıkların gönderilmesi için hâlen annesine bağımlıdır. İki dolaşım sistemi arasındaki değiş tokuş kanlar karışmadan gerçekleşmelidir, yoksa sonuç ölümcül olabilir.
Yapısı.
İnsanlarda, plasenta yaklaşık olarak 22 cm uzunluğunda ve 2–2.5 cm kalınlığında, en kalın kısmı ortası ve kenarlara doğru incelen geçici bir organdır.
Genellikle 500 gram ağırlığındadır ve koyu kırmızımsı-mavi veya açık kırmızı bir renge sahiptir. Fetüse 55–60 cm uzunluğundaki kordon ile bağlıdır. Kordonda iki umbilikal arter ve bir ven bulunur.
Umbilikal kordon, koryonik plağın içerisine diskodial bir şekilde bağlanır.
Plasentanın yüzeyinden dallanan damarlar, hücrelerin kalın olduğu bir tabakayla kaplı bir ağ içerisine bölünerek girerler. Bunun sonucunda villöz ağaç yapıcıkları oluşur. Anne tarafında bu villöz ağaç yapıları "Kotiledon" denilen loblara dönüşür.
İnsan plasentası disk şeklindedir ancak bu biçim diğer memeliler arasında farklılık gösterir.
Plasentanın işlevi.
Plasenta anne ve bebeğe ait iki dolaşım sistemini iyi bir şekilde ayırır. Gazlar, besin maddeleri ve atıklar anne ve ceninin kanları arasında değiş tokuş edilir. Fakat amniyon sıvısı ve ayrı dolaşım sisteminden oluşan bu fiziksel bariyerler bebeğin hayatta kalması için yeterli değildir. Bunlar ancak kısmen başarılı olabilir.
Plasenta, fetomaternal bir organ olarak iki bileşenden meydana gelmiş bir sistemdir
Plasentanın yapısına daha yakından bakıldığında, bu duvarı oluşturan trofoblast hücrelerinin kan için özel olarak tasarlanmış bir bariyer oluşturdukları görülür. Embriyo, annenin dokularıyla çok yakın bir bağlantı içindedir. Bir yandan anneden gelen kanın içindeki maddelerle beslenirken, bir yandan da annenin savunma hücrelerinin tehdidi altındadır. Çünkü embriyo annenin vücudunda düşman kabul edilebilecek yabancı bir madde gibidir. Dolayısıyla besinlerle birlikte anne kanındaki savunma hücrelerinin embriyoya ulaşmaması son derece önemlidir. Ancak plasenta, annenin kanında bulunan savunma hücrelerinin fetüsün tarafına geçmesini engelleyen özel bir tasarıma sahiptir. Annenin kanından alınan oksijen, besin maddeleri ve mineraller bu ince aralıklardan geçerek fetüse ulaşır. Ama savunma hücreleri daha büyük oldukları için bu aralıklardan geçmeyi başaramazlar.
Plasentadan geçen Moleküller.
IgG antikorları; anne karnından fetüse koruma sağlayan IgG, insan plasenta yoluyla geçebilir. 20. haftada başlar, 24'te tamamen bulunur.
Bu antikorlar annenin uzun vadeli humoral bağışıklığının, karbon bir kopyası olarak yeni doğanı doğumdan sonraki ilk aylarda korur.
Plasenta, koryonik villusun sinsityal tabakasından hamilelik sırasında önemli olan hormonları da salgılar:
İnsan Koryonik Gonadotropin (hCG), yerleşmeden kısa süre sonra anne kanı ve idrarında bulunur. 10-12. haftaya kadar artar ve 16-18. haftadan sonra sabit hale gelir.
İnsan Plasental Laktojen (hPL), anne için laktasyon hazırlığı yapar, maternal glikozu, protein ve yağ seviyelerini fetüse göre düzenler. Seviyesi plasentanın boyutunu arttırır.
Östrojen, hamile olmayan kadınlara göre 3 kat fazla salgılanır. Göğüs, uterusun genişlemesine neden olur.
Progesteron, endometriyal hattın belirlenmesi için gereklidir. Bu hormon miyotometriyal kasılmaları düşürmek için gebelikte yüksek seviyelerde salınır.
Lotus Doğumu ve Plasenta.
Lotus doğumu, bebeğin kordonunun hemen kesilmemesi ve doğumdan sonraki birkaç gün hem kordona hem plasentaya bağlı olarak yaşaması olayıdır. Bu şekilde bebeğin plasentada ve kordon kanındaki tüm besinleri bebeğin alması sağlanır, ancak günlerce süren işlemlerde olası enfeksiyon risklerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15757",
"len_data": 4808,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.49
}
|
Fosfor, simgesi P ve atom numarası 15 olan ve insan vücudunda kalsiyumdan sonra en fazla bulunan kimyasal elementtir.
Bütün organizmalar için fosfor birleşimleri (fosfodiester bağları) DNA yapıları için büyük önem taşır. Bunun dışında insan vücudu fosfora kemik ve diş oluşumu, hücre büyümesi ve onarımı, enerji üretimi, kalp kasının kasılması, sinir ve kas hareketleri, böbrek işlevleri açısından ihtiyaç duyar. Fosfor ayrıca vitaminlerin kullanımı ile besinlerin enerjiye dönüştürülmesinde yardımcı olarak vücuda yarar sağlar. Fosfat (fosforun %85 kadarı kemikte fosfat formunda depolanır) hücre içi sıvıların ana anyonudur. Fosfatlar dönüştürülebilir olmalarından ötürü, birçok koenzim sisteminin ve metabolizma fonksiyonlarının işlemesi için gerekli bileşiklerle birleşme yeteneğine sahiptir.
Fosfatların birçok önemli reaksiyonları özellikle ATP, ADP ve fosfokreatinin işlevleri ile ilişkilidir.
Fosfor allotropları.
Doğada fosfor üç farklı formda bulunur. Bu değişik biçimlerine allotrop denir. Bunlar beyaz fosfor, kırmızı fosfor ve siyah fosfordur.
Beyaz fosfor doğada en yaygın olan fosfor allotropudur. Kristal yapılıdır ve 44.25 °C'de erir. En önemli özellikleri, karanlıkta ışıldaması ve çok zehirli olmasıdır. Havayla temas ettiği halde tutuşur ve beyaz dumanlar çıkararak yanar. Bu yüzden su dolu şişe içinde tutulur. Beyaz fosfor, böcek ve fare zehiri, sis ve yangın bombaları için kullanılır.
Kırmızı fosfor güneş ışığı ve ısı etkisiyle beyaz fosfordan oluşur. Beyaz fosforun aksine kolayca tutuşmaz, ışıldamaz ve zehirli değildir. Erime sıcaklığı ise çok daha yüksektir. Kırmızı fosfor kibrit yapımında kullanılır.
Siyah fosfor, beyaz fosforun havasız ortamda ve basınç altında ısıtılmasıyla elde edilir. Siyah fosfor yarı iletkenlerin yapımı için gerekir.
Fosfor izotopları.
31P, fosforun doğada bulunabilinen tek izotopudur. Bunun yanında başka radyoaktif fosfor izotoplarıda üretilmiştir.
25,3 günle en uzun yarılanma süresi olan radyoaktif fosfor izotopu 33P'dir.
Vücuttaki fosfor.
Fosfatlar, pirofosfatlar ve ATP fosfor kaynağıdır. Özellikle sütlü besinlerde bulunur. Diyetle alınan fosfatların serbest formu ince bağırsaklardan emilir. Vücutta kemiklerde % 90 kalsiyum trifosfat, kalsiyum fosfat (Ca3(PO4)2) ve hidroksi apatit kristalleri halinde, plazmada ise 0,03-0,04 mg anorganik formda bulunur. İdrarla inorganik fosfat halinde atılır. Serum düzeyi parathormon ile sağlanır.
Kimyasal fonksiyonları.
Fosfor elementi, gün ışığına yani fotonlara maruz kaldığında enerji seviyesini yükseltir. Fakat bu element her daim eski enerji seviyesinde kalma isteğindedir. Bu istek doğrultusunda karanlık bir ortamda eski seviyesine dönerken elektronların bu enerji savurması olayı görülen şekilde ışıma olarak algılanır. Bu olay dakikalar, saatler hatta günler sürebilir. Bu süreyi maruz kaldığı enerji seviyesi belirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15758",
"len_data": 2837,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Vitamin, bir canlının metabolizmasının düzgün çalışması için küçük miktarlarda ihtiyaç duyduğu temel bir mikro besin olan organik bir moleküldür (veya kimyasal olarak yakından ilişkili bir molekül grubudur, yani vitamerlerdir). Esansiyel besinler canlıda ya hiç sentezlenemez ya da yeterli miktarlarda sentezlenemez ve bu nedenle beslenme yoluyla alınması gerekir. C vitamini bazı türler tarafından sentezlenebilirken diğerleri tarafından sentezlenemez; ilk etapta bir vitamin değildir, ikinci sıradadır. "Vitamin" terimi diğer üç temel besin grubunu içermez: mineraller, esansiyel yağ asitleri ve esansiyel amino asitler. Çoğu vitamin tek bir molekül değil, vitaminler adı verilen ilgili molekül gruplarıdır. Örneğin, sekiz E vitamini vardır: dört tokoferol ve dört tokotrienol. Bazı kaynaklar kolin de dahil olmak üzere on dört vitamini listeler, ancak büyük sağlık kuruluşları on üç vitamini listeler: A vitamini (tüm trans-retinol, tüm-trans-retinil-esterler, ayrıca tüm-trans-beta-karoten ve diğer provitamin A karotenoidleri olarak), B1 vitamini (tiamin), B2 vitamini (riboflavin), B3 vitamini (niasin), B5 vitamini (pantotenik asit), B6 vitamini (piridoksin), B7 vitamini (biyotin), B9 vitamini (folik asit veya folat), B12 vitamini (kobalaminler), C vitamini (askorbik asit), D vitamini (kalsiferoller), E vitamini (tokoferoller ve tokotrienoller) ve K vitamini (filokinon ve menakinonlar).
Tüm vitaminler 1913 ile 1948 arasında keşfedildi (tanımlandı). Tarihsel olarak, beslenmeden vitamin alımı eksik olduğunda, sonuçlar vitamin eksikliği hastalıklarıydı. Daha sonra, 1935'ten başlayarak, ticari olarak üretilen maya özü B vitamini kompleksi ve yarı sentetik C vitamini tabletleri piyasaya çıktı. Bunu 1950'lerde, genel popülasyondaki vitamin eksikliklerini önlemek için multivitaminler de dahil olmak üzere vitamin takviyelerinin seri üretimi ve pazarlanması izledi. Hükûmetler, eksiklikleri önlemek için gıda takviyesi olarak adlandırılan un veya süt gibi temel gıdalara bazı vitaminlerin eklenmesini zorunlu kılmıştır. Hamilelik sırasında folik asit takviyesi önerileri, bebek nöral tüp defekti riskini azaltmıştır.
Kökenbilim.
"Vitamin" terimi, 1912'de Polonyalı biyokimyacı Casimir Funk tarafından Lister Önleyici Tıp Enstitüsü'nde çalışırken icat edilen bileşik bir kelime olan "vitamin"den türetilmiştir. Funk, adı "vital" (yaşamsal) ve "amin"den oluşturdu, çünkü beriberi ve belki de diğer benzer diyet eksikliği hastalıklarını önleyen bu organik mikrobesin gıda faktörlerinin yaşam için gerekli olduğu, dolayısıyla "hayati" olduğu ve kimyasal aminler, dolayısıyla "amin" olduğu ortaya çıktı. Bu, tiamin için doğruydu, ancak C vitamini ve bu tür diğer mikro besinlerin amin olmadığı bulunduktan sonra, sözcük İngilizcede "vitamin" olarak kısaltıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15760",
"len_data": 2767,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.24
}
|
A vitamini, göz problemlerini ve körlüğü önler. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek cilt sorunlarını engeller. Ayrıca sindirim sisteminde oluşan ülserleri tedavi eder; soğuk algınlığına ve böbreklerde, mesanede, akciğerlerde ve mukus zarlarında enfeksiyonlara karşı vücudu korur. Eksikliğinde gece körlüklerine benzer hastalıklar görülür.
A vitamini dokuların bakım ve onarımı, yeni hücrelerin gelişmesi, kemiklerin ve dişlerin oluşumu için de önemlidir. Antioksidan olarak faaliyet yaparak hücreleri kansere ve diğer hastalıklara karşı korur, yaşlanma sürecini yavaşlatır, yağ depolanmasına yardımcı olur. A vitamininin vücut açısından diğer bir önemi, proteinlerin A vitamini olmadan kullanılamamasıdır.
"A vitamininin iki formu vardır:"
A vitamini içeren besinler
A vitamini eksikliği neden olur?
A vitamini eksikliği belirtileri
A vitamini eksikliği çok sık görülmemekle birlikte, eksikliğinde derinin pullanması, akne gibi cilt sorunları, iskelet gelişiminin duraklamasını içeren büyüme eksikliği, kornea ile ilgili sorunlar ve körlük görülebilir. Ayrıca A vitamini eksikliğinde bağışıklık sistemi ve vücut direnci azaldığından, vücut enfeksiyona daha açık hale gelir ve daha kolay hastalanır.
Retinol, A vitamininin besin olarak alınan haline denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15761",
"len_data": 1257,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.38
}
|
B2 vitamini yani riboflavin, pentoz şeker olan ribitol ve flavinden oluşur. Görünür ve uv ışında bozulur. Göz yorgunluğu, kataraktların
önlenmesi ve tedavisi için gereklidir; karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasına yardımcı olur.
Ayrıca deri dokularının, tırnakların ve saçların oksijen kullanımına destek verir, kepekleri giderir.
Bunların yanı sıra demir ve B6 vitamini alımına yardımcı olur, eksikliği ise hamilelikte bebeğin gelişimine zarar verebilir. heterosiklik bir yapıya bağlı ribitolden oluşur. Renkli, ısıya dayanıklı, uv ye duyarlı, bitkisel kaynaklıdır. Hayvanlarda sentezlenemez.
Riboflavin flavokinaz enzimi ile aktif formu olan FMN'ye dönüşür. FMN'ye ATP'nin AMP grubu bağlanarak FAD sentez edilir. Koenzim olarak FMN ve FAD'ye ihtiyaç duyan enzimler flavoproteinler denir.
Hücrede enerji oluşumu ve hücre solunumunda önemlidir.
"Kaynakları": karaciğer, buğday, soya fasulyesi, süt ve süt ürünleri ve sebzeler.
ince bağırsakta riboflavin binding prot.e bağlanarak taşınır.
Riboflavin. B2 vitamini ilk defa sütten elde edilir ve bu nedenle laktaflavin denilir. Bütün bitkiler ve mikroorganizmalar tarafından sentezlenebildiği halde hayvansal organizmalar tarafından sentezlenemez. riboflavin bir izoalloksazin türevidir.
izoalloksazinin 10 nolu azotu riboz şekerinin indirgenmesiyle oluşan ribitole bağlanır. riboflavinin, ribitol grubunun 5'C atomuna bağlanmasıyla (ester bağıyla) flavinmononükleotid (FMN) oluşur.
FMN'ye Adenilat (AMP) bağlanması ile Flavinadeninnükleotid (FAD) meydana gelir. Flavoproteinler veya flavoanzimler olarak bilinen indirgenme yükseltgenme enzimlerinin prostetik gruplarıdır.
Bu enzimler piruvatın yağ asitlerinin aminoasitlerin oksidatif yıkımına ve taşınım olaylarına katılır.
Tıbbi Kullanımı.
Korneal ektazi, korneanın ilerleyen bir şekilde incelmesidir; Bu durumun en yaygın şekli keratokonus'tur. Lokal olarak riboflavin uygulayarak kollajen çapraz bağlama, daha sonra UV ışığını parlatma kornea dokusunu güçlendirerek kornea ektazinin ilerlemesini yavaşlatan bir yöntemdir.
2017'den itibaren Avrupa'da Terumo tarafından patojenleri kandan uzaklaştırmak için kullanılan bir sistem uygulanıyor; Bağışlanan kan riboflavin ve daha sonra ultraviyole ışık ile tedavi ediliyor.
2017 yılında yapılan bir inceleme, riboflavin'in erişkinlerde migreni önlemede yararlı olabileceğini, ancak ergen ve çocuklarda yapılan klinik çalışmaların karışık sonuçlar verdiğini ortaya koymuştur.
Yan Etkileri.
İnsanlarda, aşırı alımlar tarafından sonucunda riboflavin toksisitesine dair bir kanıt yoktur, kısmen su çözünürlüğü diğer B vitaminlerinden daha düşüktür, çünkü absorpsiyon doz arttıkça daha az etkili olur ve absorpsiyonu aşan riboflavin böbrekler yoluyla idrarla atılır. Riboflavin'in migren baş ağrısının önlenmesindeki etkinliğini araştırmak için üç ay boyunca bir çalışmada deneklere günde 400 mg riboflavin verilse bile, kısa vadeli yan etkiler bildirilmemiştir. Toksik dozlar enjeksiyonla verilebilse de, beslenerek alınan ilgili dozlardaki herhangi bir fazlalık idrarla atılır ve idrara büyük miktarlarda parlak sarı bir renk verir. Bununla birlikte, riboflavin'in yan etkileri hakkında elde edilen sınırlı veri, yüksek alımların olumsuz etkileri olmadığı anlamına gelmez ve Gıda ve Beslenme Kurulu, insanları aşırı miktarda riboflavin tüketme konusunda temkinli olma konusunda ikaz eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15762",
"len_data": 3341,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.6
}
|
D vitamini, kalsiferol olarak da bilinir. Yağda çözünebilen vitaminlerden biridir. Kalsiyum ve fosforun sindirim yollarında kullanımı ve emilimi ile özellikle çocuklarda büyüme için gereklidir.
Kas zayıflığına karşı vücudu korur, kalp atışının düzenlenmesinde etkilidir, bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, tiroit fonksiyonları ve normal kan pıhtılaşması için gereklidir. D vitamini sindirim sisteminden kalsiyum emilimini artırır ve kemiklerde kalsiyum birikimine yardım eder. D vitamini kalsiyum emilimini ve kalsiyumun aktif taşınmasını hızlandırarak artırır. Özellikle bağırsak dokularındaki epitel hücrelerde kalsiyum emilimine yardım eden, kalsiyum-bağlayıcı proteinlerin oluşumunu artırır. Vücuda besinler yoluyla Provitamin-D şeklinde alınır. Güneş ışınlarının etkisiyle deride D vitaminine dönüşür. Bu vitamin, kalsiyum ve fosforun bağırsakta emilimi ve vücutta kullanımı için gereklidir. Kuvvetli kemik ve dişler, bu vitaminin kalsiyumu buralara yerleştirmesiyle olur.
Kaynakları: Karaciğer, balık, balık yağı, yumurta, tereyağı, peynir, mantar ve süttür.
Günlük ihtiyaç: 0-30 yaş arası için 200 IU, 31-50 yaş arası için 300 IU, 51-70 yaş arası için 400 IU ve 71 yaş ve üzeri için 600 IU'dur.
Eksik: 20 ng/mL den az Yetersiz: 21-29 ng/mL arasında Normal: 41-80 ng/mL Toksik: 100 ng/mL den fazla serumdaki düzeylerine göre sınıflandırlıması.
Azlığında, az miktar da kalsiyum ve fosfor alınmasına bağlı olarak kemiklerde yumuşamaya ve kemik ve diş yapısında bozulmalara neden olur.
Fazlası; bulantı ve kusma yapar, böbreklere zarar verir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15763",
"len_data": 1547,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.62
}
|
E vitamini, kimyasal yapı itibarı ile bir tokol olup antisterilite vitamin olarak da bilinir. E vitamini yağda çözünen önemli bir antioksidandır ve özellikle hücre zarları ve lipoproteinlerde önemli antioksidan işlevler görmektedir. Epidemiyolojik ve sınırlı ara çalışmalar, E vitamininin kardiyovasküler hastalıkların, bazı kanserlerin ve öteki kronik hastalıkların riskini azalttığını belirlemektedir. Bazı büyük klinik deneylerle E vitamininin sağlığa yararları daha derinlemesine değerlendirilmektedir. Tokollerin (tokoferol ve tokotrienol) farklı bileşikleri E vitamini aktivitesi gösterir. En aktifi alfa-tokoferoldür. Geçmişte asıl olarak α-tokoferol üzerinde yoğunlaşılmışken, bugün öteki tokoferoller ve tokotrienoller daha fazla ilgi çekmektedir. İlk sonuçlara göre bunlar, α-tokoferolden farklı antioksidan ve diğer fonksiyonlara sahiptir.
Tarihi.
E vitamini 1922'de, beslenme ile doğurganlık arasındaki ilişkiyi araştıran Evans ve Bishop tarafından bulundu. Aylarca E vitamininin olmadığı bir beslenmeye tabi tutulan dişi fareler, fetus emiliminden dolayı doğurganlık kaybına uğradı. Bu, beslenmelerine az miktarda taze hıyar, beyaz tohum ya da kurutulmuş alfalfa yaprakları eklenerek önlendi. Başlangıçta E vitamini terimi, doğurganlığı sürdürmek için gerekli olan ve bitkilerden elde edilen bir lipid ekstraktını tarif ediyordu. Sonraları, E vitamini aktivitesi gösteren 4 tokoferol ve 4 tokotrienolden ibaret 8 bileşik bulundu. Tokoferoller izole edildi ve ilk kez 1930'ların sonlarında tanımlandı; tokotrienoller de yaklaşık 25 yıl sonra tanımlandı.
Tokoferoller ve tokotrienoller aynı kroman halkaya sahiptir fakat tokotrienollerin fitil zinciri üç çifte bağ içerir. α-Tokoferol E vitaminiyle eş anlamlı hale gelmiştir ve insan ve hayvan dokularındaki predominant şekli olduğundan asıl araştırma konusu olmuştur. Ancak diğer tokoferol ve tokotrienoller de beslenmede önemli ve özel bir antioksidan ve biyolojik etkiye sahiptir ve artık daha fazla ilgi çekmektedir.
İşlevleri.
E vitamini sinir sisteminin, kasların, hipofiz ve sürrenaller gibi endokrin bezlerin ve üreme organlarının fonksiyonları için önemlidir. E vitamini, biyolojik bir antioksidan olup, atardamar hastalıklarının ve kanserin önlenmesi için gereklidir.
Ayrıca nükleik asit metabolizması, askorbik asit sentezi ve kükürtlü aminoasit metabolizmasında rol oynar. Mitokondrilerdeki lipidin oksidatif parçalanmasını önleyen Vitamin E keratin fosfat, adenozin trifosfat gibi yüksek enerjili fosfat bileşiklerinde fosforilasyon işlevini düzenler.
Sekiz farklı fakat birbirleriyle bağlantılı molekül ailesinden oluşur. Kan dolaşımını ve normal kan pıhtılaşmasını güçlendirir. Dokuların onarımı için gereklidir, bazı yaraların etrafında iz oluşma ihtimalini azaltır. Yüksek kan basıncını azaltır, kataraktı önler, atletik performansı geliştirir, bacaklardaki krampları açar, kılcal damar duvarlarını güçlendirirken sağlıklı sinirler ve kaslar oluşturur. Ayrıca sağlıklı bir deri ve cilt için gereklidir. Anemi ve prematüre (erken-doğum) bebeklerde oluşan göz bozukluluklarına karşı vücudu korur, yaşlanmayı geciktirir ve yaşlılık lekelerini önleyebilir. Ayrıca, yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarını önlemede etkilidir.
Birbiriyle ilgili birçok bileşik, E vitamini etkisi gösterir. Hemen hemen tüm vitaminler gibi E vitamini eksikliği de normal büyümeyi engeller ve bazen böbrek hücrelerinin bozulmasına neden olur. E vitamini yokluğunda hücrelerde doymamış yağ asitleri azalır ve mitokondrilerde, lizozomlarda ve hatta hücre zarı gibi organellerde anormal yapısal ve işlevsel değişiklikler görülür.
Antioksidan fonksiyonları.
E vitaminin insanlardaki ana antioksidan fonksiyonu çoğunlukla α-tokoferollerle birlikte incelenir ve bu, lipid peroksidasyonunun engellenmesidir. Lipid peroksidasyonu hücre ve organel zarlarında, lipoproteinlerde, yağlı dokuda, beyinde ve PUFA'nın (poly unsaturated fatty acids = çoklu doymamış yağ asitleri) bol olduğu diğer dokularda özellikle yaygındır.
α-Tokoferol, zarlarda yaklaşık 1 moleküle 1000 lipid molekülü oranında bulunur. Fitil kuyruğu sayesinde, yüzeye yakın olan aktif kroman halkasıyla birlikte zar alt tabakasında konumlanmak gibi eşsiz bir yeteneğe sahiptir. Bu hem lipid antioksidanı olarak iş görmesine hem de diğer antioksidanlarla etkileşime geçerek oksitlenmiş halinden kendi haline yeniden dönüşmesine imkân sağlar. Diğer antioksidanlarla, özellikle de suda çözünenlerle sinerjisi, antioksidan sistemin önemli bir özelliğidir.
E vitamini aynı zamanda lipoproteinlerdeki lipid oksidasyonunu önlemede belirleyici rol oynar. α-Tokoferol LDL'deki bu etkiden sorumlu esas vitamin E formudur çünkü peroksil radikallerinin en yaygın ve en iyi temizleyicisidir. Fakat şilomikronlar da beslenmeye bağlı olarak diğer tokoferolleri ve tokotrienolleri α-tokoferole benzer ya da daha yüksek konsantrasyonda sürükleyebilir ve lipid antioksidanı olarak önemli bir rol oynayabilir. Bunlar aynı zamanda yağlı doku ve karaciğerde önemli bir lipid antioksidanı olarak iş görebilir. Bazı in vitro çalışmalarda tokotrienollerin LDL oksidasyonunu engellemede tokoferollerden çok daha etkili olduğu belirtilmektedir; öte yandan tokotrienol bakımından zengin bir beslenmeye tabi tutulmuş farelerden elde edilen plazmayla yapılan çalışmalar α-tokoferol ve α-tokotrienolün yaklaşık olarak aynı ölçüde engelleyici olduğuna işaret etmektedir; γ-tokoferol ve γ-tokotrienol aynı etkide bulunmasına rağmen bu α formlarında daha azdır. Bu bulgulardan yola çıkarak insanlara ilişkin direkt tahminlerde bulunmak zordur çünkü dinamik çevre farklıdır.
Tokoferoller ve tokotrienoller, peroksi radikallerinin yanı sıra, singlet oksijen ve diğer reaktif türleri ve serbest radikalleri de yakalar. E vitamininin azotlu reaktif türleri üzerindeki antioksidan etkisi gitgide daha fazla dikkat çekmektedir. Biyolojik sistemlerde, azotmonoksidin (NO) oksijenle reaksiyonundan azotdioksit (NO2) elde edilir. α-Tokoferol NO2 ile reaksiyona girer fakat bu γ-tokoferolle olmaz. Aksine, γ-tokoferol NO2'yi NO'ya dönüştürür.
Tıpta ve endüstride kullanımı.
Erken doğan bebeklerde görülen hemolitik anemiyi düzeltmek en yaygın kullanım alanıdır. Orak hücreli anemide E vitamininin oraklaşma oranını azalttığı ve hastalığın prognozunu önemli ölçüde düzelttiği gösterilmiştir. Kistik pankreas fibrozu olan çocuklara E vitamini vermek faydalıdır. Yeni doğanın solunum sıkıntısını gidermekte kullanılır. Akdeniz tipi glikoz-6-fosfatdehidrogenaz eksikliği Akdeniz'e kıysı olan ülkelerde çok sık görülmektedir. Bu hastalara günde 800 IU E vitamini verildiğinde üç ay içinde hemolizin azaldığı ve eritrositlerin yaşama müddetinin uzadığı kati olarak gösterilmiştir. Bir yıllık tedavi ise bu hastaların kansızlıklarını önemli ölçüde gidermiş ve krizleri hafif atlatmasını sağlamıştır. Bazı kaynaklar, E vitamininin vücuttaki serbest köklerin birikmesine mani olduğunu ve böylece yaşlanmayı geciktirdiğini iddia etmektedir. Fakat demir ve C vitamini ise bu serbest kökleri meydana getirerek iltihaplanma ile mücadeleyi kolaylaştırmaktadır.
E vitamini şeker hastalığındaki dejeneratif değişiklikleri önlemek, devamlı düşükleri tedavi etmek, sporcuları kuvvetlendirmek, erkek kısırlığını düzeltmek, prostat büyümelerini kontrol altında tutmak, katarakt meydana gelmesini önlemek, bazı deri hastalıklarını tedavi etmek için kullanılmıştır. Kozmetik sektöründe krem ve losyon formülasyonlarında kullanılır. Şampuan vb. ürünlerde de E vitamini kullanılabilmektedir.
Fiziksel ve kimyasal özellikleri.
E vitamini yağda çözünen vitaminlerdendir. Bu yüzden hücre zarında bol miktarda bulunur. E vitamininin etkilerini gösteren 8 tokoferol ve tokotrienol vardır. α-tokoferol diğer tokoferoller içinde en etkili olanıdır. α-tokoferol ve daha çok kullanılan α-tokoferil asetat; hafif sarı, kokusuz, yağımsı berrak ve oldukça yapışkan maddelerdir. Doğada bulunan dekstro şekli fizyolojik olarak en etkili izomeridir. Suni rasemik α-tokoferol (DL-α-tokoferol) ve esteri, tekabül eden dekstro izomerinin %70-75 etkisine sahiptir. β ve γ tokoferoller, α izomerinin yarısı kadar, δ izomeriyse ancak % 1'i kadar etkilidir. Tokoferoller billuri şekilde elde edilemez. Oksijensiz ortamda 200 °C'ye kadar dayanır. Organik asitlerden 100 °C'ye kadar müteessir olmaz. Alkaliler etki eder. Oksidasyonla biyolojik etkisini hızla kaybeder. Acılaşmış yağda E vitamini bulunmaz. Işık ve bilhassa ultraviyole (morötesi) ışınlara karşı dayanıksızdır. Onun için E vitamini ihtiva eden gıdalar güneşe maruz bırakılmamalıdır. E vitaminininin bazı oksidasyon ürünleri K vitamini etkisi gösterir. Kızartmalarda E vitamininin %50-90'ı kayıp olur. Suni olarak ağartılmış unlarda E vitaminin bir kısmı harap olmaktadır. E vitamini antioksidan olduğundan yağlara katılarak yağın dayanıklılığı artırılır.
Biyolojik etkileri.
Emilim ve taşınma.
E vitamini trigliserid ve kolesterol gibi diğer nonpolar lipidlerle aynı şekilde emilir. Karaciğerin ürettiği safra, tokoferolleri diğer yağda çözünebilen bileşiklerle birlikte misellere katarak emülsiyon haline getirir ve böylelikle emilimi kolaylaştırır. Asetat ve süksinat gibi α-tokoferol esterleri lipazlar tarafından hidroliz edilir (lipazı pankreas üretir) ve serbest α-tokoferol olarak emilir. Lipaz ve safra üretimini destekleyen yemek yağlarının alınması E vitamininin emilimi için zorunludur. E vitamininin suda çözünen bir biçimi olan TPGS, kendi misellerini oluşturur ve lipaz veya safra tuzlarının yardımı olmaksızın emilir.
Tokoferoller ince bağırsaktan emilip bağırsak duvarında üretilen şilomikronlardaki lenf içine salgılanır. Lipoprotein lipazları şilomikronları hızla katabolize eder ve küçük bir miktar tokoferol, şilomikron kalıntılarından diğer lipoproteinlere veya dokulara transfer edilebilir. Bu sırada E apolipoproteini, şilomikron kalıntılarına bağlanır. Karaciğerin spesifik E apolipoprotein reseptörleri bulunduğundan, şilomikron kalıntılarının çoğunu tutar ve temizler. Kalıntılardaki tokoferoller çok düşük yoğunluklu lipoproteinlere (VLDL) salgılanır ve plazma yoluyla sirkülasyonu sağlanır. VLDL, lipoprotein lipaz tarafından, plazma tokoferollerinin büyük bölümünü taşıyan ve onları kolayca yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) ile değiştiren düşük yoğunluklu lipoproteinlere (LDL) hidroliz edilir. HDL'deki tokoferoller plazma tokoferolünü karaciğere geri getiren sirkülasyon esnasında şilomikron kalıntılarına kolayca geri transfer olur.
Tokoferollerin dokulardan alımı değişkenlik gösterir ve iyi bilinmemektedir. Tokoferoller şilomikronların ve VLDL'nin hidrolizi sırasında dokulara dağıtılabilir. Yine de, tokoferollerin LDL'den dokulara büyük oranda transferinin temelinde, doku hücrelerinin yüzeyindeki LDL reseptörlerinin hareketinin yanı sıra tokoferolün zarlardan geçerken çok yoğun bölgeden az yoğun bölgeye direkt geçişi yatmaktadır. Bu geçiş lipoproteinlerden dokulara veya dokulardan lipoproteinlere olabilir. Tokoferolün dokulardan alımı hem hızlı (plazma, alyuvarlar, dalak ve karaciğer) hem de yavaş (kalp, testis, kas, beyin ve omurilik) olarak tanımlanmıştır.
Tokotrienollerin emilimi tokoferollerinkine benzemektedir. Fakat bunların taşınması ve dokulardan alımı, α-tokoferolünkinden farklı görünmektedir. Tokotrienoller şilomikronun temizlenmesiyle plazmadan kaybolur ve trigliseridlerle birlikte yağlı dokuda birikir.
Vitamin E ve insan sağlığı.
E Vitamini alımı için geleneksel tavsiyeler vitaminin vücut fonksiyonlarına katkısı ve kronik hastalıkları önlemedeki muhtemel rolleri göz önüne alınmadan belirlenmiştir. Klinik ve biokimyasal verilerce normal fertlerde E vitamininin eksikliğini belirleyen deliller görülmemekte eksiklik yalnız yağ absorblamayan uzun süreli hastalarda görülebilmektedir. E vitamini aktivitesinin normal dietlerde kafi olduğu sanılmaktadır. Müsaadeler ABD geleneksel gıdalarna göre belirlenmiştir. Yetişkin erkekler için 10 mg α-tokoferole eşdeğer, yetişkin kadınlar için ise 8 mg kafi değerlerdir. Araştırmalara göre bugün insanlar önerilen bu miktarlardan fazlasını almaktadır ki bu fazlalıkların insan sağlığına birçok yönden olumlu etkileri vardır.
E Vitamininin Gerekliliği.
vitamininin birinci fizyolojik rolü biyolojik antioksidan olmasıdır. E vitamininin antioksidan fonksiyonu diyetteki çoklu doymamış yağ asitlerinin (PUFA) oksidasyonunun önlenmesidir. Gerekli olan E vitamininin miktarı yağ asidinin çifte bağ sayısı ile artan PUFA'nın otoksidasyon ihtimaline bağlıdır. İnsan ve hayvanlar üzerinde yapılan çok sayıdaki çalışma raporuna göre alınan PUFA'nın gram başına gerekli E vitamini miktarı PUFA'nın oksidatif zararlarından korunmak için 0,4-0,8 mg'dır. Uzun zincirli PUFA'ca zengin diyetlerde vitamin E gerekliliği çok daha yüksek olmalıdır.
E vitamini eksikliği.
1920'lerin başlarında yapılan bir gözlem, sonradan E vitamini diye adlandırılan bir beslenme faktörünün, farelerde fetus emilimini önlemek için gerekli olduğunu ortaya koydu. Sonradan onun erkek hayvanlarda normal üretkenlik için gerekli olduğu ortaya çıkarıldı. Son olarak E vitamini eksikliği birçok patolojik durumla ilişkilendirildi. E vitamini eksikliği her hayvanda başka etki göstermektedir. Tavşan ve maymunların erkeklerinde kısırlık, hindilerde kanama, maymunlarda hemolitik Anemiye vs. sebep olmaktadır.
İnsanda E vitamini eksikliği:
Doğada ve besinlerde oldukça bol olan E vitamini eksikliği insanlarda çok az görülür. Çok az sayıda rapor insanlarda E vitamini yetersizliğini bildirmektedir. Günde yalnız 2–3 mg tokoferol 1-2 yıl süre ile verilirse yetişkin insanlarda E vitamini yetersizliği semptomları (Eritrositlerde peroksidatif hemoliz) gözlenmektedir. Kalıtsal E vitamini yetersizliği olan hastalarda yürümede zorluk, konuşamama, ilerleyen beden hareketleri bozukluğu (ataxia) gibi şiddetli nörolojik semptomlar rapor edilmiştir. Yağla yetersiz beslenmelerde nöromuskular bozukluklar 10-20 yıl sonra, çocuklarda yetersiz beslenmelerde belirtiler çok daha kısa sürede görülür. Erken doğan bebeklerde E vitamini eksikliğine bağlı olarak hemolitik Anemi görülür. E vitamini yağda eriyen bir vitamin olduğu için sindirim esnasında yeterince yağ alınamadığı zaman E vitamini eksikliği görülür ki, bu da kandaki Eritrositlerin ömrünün kısalmasına yol açar. E vitamini eksik olan kimselerin eritrositleri bazı oksidan maddelere karşı dayanıksızıdr. Vitamin E yetersizliğinin immün sistemi üzerinde etkili olduğu rapor edilmiştir.
E vitamini fazlalığı.
E vitamini fazlalığında, mide bulantısı ve sürekli kusma ya da nadiren mide ağrıları görülür.
E Vitamini, vücut dokularının ve cildin sağlıklı olmasını ve bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlar. Sağlıklı bir kemik yapısı için de gereklidir
Benzerleri ve türevleri.
E vitaminin pek çok oksidasyon ürünü in vitro ve in vivo sistemlerde gözlemlenmiştir. Bunlar arasında kinonlar (α-tokoferilkinon), dimerler ve kinon-epoksitler vardır. Bazı hayvan dokuları tokoferilkinonu, hala etkili bir antioksidan olan mukabil hidrokinona indirgeyen bir enzim içerir. Yıllar boyunca E vitamininin bazı sıra dışı özellikleri, bazı koşullarda peroksidasyon reaksiyonlarını hızlandırma yeteneği açıklanamamıştır. Fakat 1993'te Ingold ve meslektaşları, bu sonuçlara sebebiyet veren bir hipotez geliştirmişlerdir. Onlar E vitamini fenoksil radikalinin düşük yoğunluklu lipoprotein dispersiyonları gibi ortamlarda lipid oksidasyonunu hızlandırabileceğini ileri sürmektedirler.
E vitamininin benzerleri de iyi antioksidanlardır. Osawa 1991'de, tokoferol ve sinnamik asidden türetilen yapısal elementleri içeren A ve B prunusoller tanımlamıştır. Yapısal zeminde parçaların hiçbirinden güçlü antioksidan aktivite beklenmemesine rağmen etanolde otookside olan linoleik asidle yapılan testlerde bileşikler BHA ve diğer tokoferol türevleriyle karşılaştırılabilir özellikler göstermiştir.
E vitamini kaynakları.
Vitamin molekülleri içinde en büyüğü olan E vitamini, tahıl, tahıl ürünleri, süt, süt ürünleri, kırmızı et, sebze ve yağlarda, tahıl embriyoları, küspeler ve yeşil yapraklı bitkilerde bulunur. En önemli kaynak tohum yağlarıdır (nebati yağlar). Ekmek ne kadar esmer ise o kadar çok E vitamini ihtiva eder. Et ve meyvede çok az vardır. Normal yeme ile günde 5–10 mg E vitamini alınır. ABD'de tavsiye edilen miktar 15 mg/gün olduğu halde Kanada'da 9 mg/gün'dür. Bazı besinlerin 100 gramında bulunan α-tokoferolün miligram cinsinden miktarı şöyledir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15764",
"len_data": 16235,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.22
}
|
Gazetecilik, olayların, olguların, fikirlerin ve insanların etkileşimi üzerine toplumu en azından bir dereceye kadar doğru bilgilendiren raporların araştırılması, yayınlanması ve dağıtımıdır. Bir isim olarak gazetecilik mesleği (profesyonel olsun ya da olmasın), bilgi toplama yöntemleri ve editoryal edebi tarzlar için geçerlidir. Gazetecilik mesleğini yapan kişilere gazeteci denir.
Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Gerektiğinde hükûmetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı "gazetecilik etik kuralları" içerisinde göze alan insan, gazetecidir. Gazeteler en etkili basın-yayın araçlarından biridir.
Gazetecilik için uygun rol ülkeden ülkeye değiştiği gibi, mesleğe ilişkin algılar ve bunun sonucunda ortaya çıkan statü de değişir. Bazı ülkelerde haber medyası hükûmet tarafından kontrol edilir ve bağımsız değildir. Çoğu ülkede ise haber medyası hükûmetten bağımsızdır ve özel sektör olarak faaliyet gösterir. Buna ek olarak, ülkeler ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, iftira ve hakaret davaları ile ilgili farklı kanun uygulamalarına sahip olabilmektedir.
İnternet ve akıllı telefonların yaygınlaşması, 21. yüzyılın başından bu yana medya ortamına önemli değişiklikler getirmiştir. Bu durum yazılı medya kanallarının tüketiminde bir değişim yaratmıştır; zira insanlar daha geleneksel formatlar olan gazete, dergi ya da televizyon haber kanalları yerine e-okuyucu, akıllı telefon ve diğer kişisel elektronik cihazlar aracılığıyla giderek daha fazla haber tüketmektedir. Haber kuruluşları, tüm gelirlerini dijital kanatlarından kazanmanın yanı sıra basılı yayınları da geliştirmeye zorlanmaktadır. Gazetelerin basılı gelirleri, dijital gelirlerin büyüme oranından daha hızlı bir şekilde düşmüştür.
Genel bakış.
Gazetecilik, yüksek öğretim kurumlarında verilen dört yıllık lisans eğitimi sonucu edinilen bir meslektir. Üniversitede Gazetecilik bölümü okuyanlar, akademik olarak da başarılı olabilir, serbest piyasada veya kurum çatısı altında da çalışabilirler.
Gazetecilik gelenekleri ve kuralları ülkelere göre değişir. Amerika Birleşik Devletleri'nde gazetecilik medya kuruluşları ya da bireyler tarafından yapılır. Blog yazarları genellikle gazeteci olarak kabul edilir. Federal Ticaret Komisyonu, promosyon hediyesi olarak alınan ürünler hakkında yazan blog yazarlarının, ürünleri ücretsiz olarak aldıklarını açıklamalarını şart koşmaktadır. Bunun amacı çıkar çatışmalarını ortadan kaldırmak ve tüketicileri korumaktır.
ABD'de birçok güvenilir haber kuruluşu anonim şirketlerdir, bir yayın kuruluna sahiptir ve ayrı editoryal ve reklam departmanları vardır. Birçok güvenilir haber kuruluşu ve gazeteciler genellikle American Society of News Editors, Society of Professional Journalists vb. ya da Online News Association gibi meslek örgütlerine üyedir ve bu örgütlerin etik kurallarına uyar. Birçok haber kuruluşunun da gazetecilerin profesyonel yayınlarına rehberlik eden kendi etik kuralları vardır. Örneğin, "The New York Times" standartlar ve etik kuralları açısından özenli olduğu düşünülmektedir.
Farklı çalışma ve araştırma konuları da olsa haber hikâyeleri hazırlanırken adalet ve taraflılık genel olarak gazetecileri ilgilendiren konulardır. Bazı yazılar yazarın kendi görüşünü yansıtmayı amaçlar; bazıları ise daha tarafsızdır veya dengeli bakış açıları içerir.
Geleneksel basılı bir gazetede ve onun çevrimiçi versiyonunda bilgiler bölümler halinde düzenlenir. Bu, gerçeğe ve görüşe dayalı içerik arasındaki ayrımı netleştirir. Diğer medyada bu ayrımların çoğu ortadan kalkar. Okuyucular, gazetecinin amacını anladıklarından emin olmak için başlıklara ve diğer tasarım unsurlarına dikkat etmelidir. Görüş yazıları genellikle düzenli köşe yazarları tarafından yazılır veya "Op-ed" başlıklı bir bölümde yer alır, bunlar bir gazetecinin kendi görüşlerini ve ideolojisini yansıtır.
Robert W. McChesney'e göre, demokratik bir ülkede sağlıklı gazetecilik, iktidardaki ve iktidarda olmak isteyen kişilerin görüşlerine yer vermeli, farklı görüşlere yer vermeli ve tüm insanların enformasyon ihtiyaçlarını gözetmelidir.
Birçok tartışma, gazetecilerin "objektif" ve "tarafsız" olmaları "gerekip gerekmediği" üzerine odaklanmaktadır; tartışmalar, gazetecilerin belirli bir sosyal bağlamın dışında ve bir parçası olarak haber ürettikleri ve mesleki etik kuralları tarafından yönlendirildikleri ve tüm meşru bakış açılarını temsil etmek için ellerinden geleni yaptıkları gerçeğini içermektedir. Buna ek olarak, bir öznenin karmaşık ve akışkan anlatısını yeterli doğrulukta sunma becerisi bazen öznelerle geçirilebilecek zaman, hikâyeyi anlatmak için kullanılan aracın olanakları veya kısıtlamaları ve insanların kimliklerinin değişen doğası nedeniyle zorlanmaktadır.
Gazetecilik türleri.
Farklı kitlelere hitap eden çeşitli gazetecilik türleri vardır. Tek bir yayın (örneğin bir gazete), her biri farklı formatlarda sunulabilen birçok gazetecilik biçimini içerir. Bir gazete, dergi veya web sitesinin her bölümü farklı bir kitleye hitap edebilir.
Haberciliğe daha ciddi yaklaşan gazeteler okuyucularına dünyada olup bitenlere ilişkin olabildiğince fazla ve doğru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür ve kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez.
Gazetecilik içinde muhabir, araştırmacı, yorumcu, köşe yazarı, röportajcı, editör, grafikçi, foto muhabiri, yazı işleri müdürü, sorumlu yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni gibi unvanlar yer alır. Televizyonlarda da haber programları yapabilir, gazete ve dergilerde de çalışabilirler. Ayrıca kurumların basın yayın müdürlüklerinde de çalışma imkanlarına ulaşabilirler.
Gazetecilik etiği.
1954 yılında kabul edilen "Bordeaux Bildirgesi" Uluslararası Gazeteciler Federasyonu'ndaki (IFJ) gazetecilerin davranışlarına ilişkin ilkeleri içeriyordu. Bu bildirgenin tamamlayıcısı niteliğinde olan "Gazetecilik Etik İlkeleri Küresel Bildirisi"
Tunus'ta 12 Haziran 2019 tarihinde düzenlenen 30. IFJ Dünya Kongresi'nde kabul edilmiştir.
Etik ilkeler başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere uluslararası hukukun temel metinlerine dayanmaktadır. Bildirge, 16 madde ve bir önsözden oluşmakta ve gazetecilerin etik konusundaki görev ve haklarını tanımlamaktadır.
Bu uluslararası etik ilkeleri gazetecilerin bilgi toplama, araştırma, yayma, yayınlama ve yorumlama aşamalarını gerçekleştirirken ve olay, olgu ve haberlerin düzenlemesi ve betimlemesi yapılırken her türlü medya aracında uymaları gereken davranış ilkelerini oluşturur.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 19. maddesinde beriltilen "herkesin bilgi ve fikirlere erişim hakkı", gazetecilik misyonunun temelini oluşturur.
Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, önyargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olmak, gazeteciliğin temel ahlak konularını oluşturur. Gazetecilik mesleği ve gazetecilik sektörü (gazete, radyo, televizyon, internet gibi kitlesel yayın organları) demokratik toplumlarda anayasanın öngördüğü üç devlet gücü yanında (yasayıcı-meclis, yürütücü-hükûmet, yargılayıcı-mahkemeler) dördüncü denetleyici devlet gücü olarak anılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15765",
"len_data": 7246,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.62
}
|
Koala ("Phascolarctos cinereus"), Avustralya'ya özgü otobur ve ağaçta yaşayan bir keseli memeli hayvan türüdür. Phascolarctidae familyasının yaşayan tek temsilcisidir ve yaşayan en yakın akrabaları vombatlardır. Koalalar, Avustralya'nın doğu ve güney kıyıları boyunca Queensland, Yeni Güney Galler, Victoria ve Güney Avustralya eyaletlerinde bulunur. Vücut uzunlukları 60 ila 85 cm, ağırlıkları ise 4 ila 15 kg arasında değişiklik gösterir. Kürkü, gümüşi gri ile çikolata rengi arasındaki renklerdedir. Kuzey popülasyonlarındaki bireyler, genellikle güneyde yaşayanlardan daha küçük ve daha açık renklidir. Bu iki popülasyonun alt türler olması konusu ise tartışmalıdır.
Besinlerinin büyük bölümünü okaliptüs ağaçlarının yapraklarından elde eden koalalar, genelde bu ağaçlardan oluşan ormanlık alanlarda yaşar. Bu yaprakların besin değeri ve kalori içeriği sınırlı olduğundan dolayı genellikle sedanter bir yaşam sürer ve günde 20 saate kadar uyurlar. Görece asosyaldirler, anne koalalar yalnızca bakıma ihtiyaç duyduğu sürece yavruları ile ilgilenir. Erişkin erkekler, rakiplerinin gözünü korkutma veya çiftleşme amacıyla dişilerin dikkatini çekmek için yüksek sesli böğürtülerle iletişim kurar ve göğüslerindeki koku bezlerinden salgıladıkları kokular ile bölgelerini belirlerler. Keselilerden oldukları için koala yavruları gelişimini tamamlamamış olarak doğduktan sonra sürünerek annelerinin keselerine girer ve yaşamlarının ilk altı ila yedi ayını burada geçirir. Yavrular, bir yıl içinde sütten kesilir. Koalaların çok fazla doğal düşmanı ve parazitleri yoktur; ancak Chlamydiaceae bakterileri ve koala retrovirüsü gibi bazı patojenler ile orman yangını ve kuraklıklardan etkilenir.
Binlerce yıldır Avustralya Aborjinleri tarafından avlanan tür, mitolojilerinde ve mağara resimlerinde tasvir edildi. Avrupalıların koalalarla bilinen ilk karşılaşması 1798'de gerçekleşti ve hayvanın bir resmi George Perry tarafından 1810'da yayımlandı. Robert Brown türün ilk detaylı bilimsel tanımlamasını 1814 yılında yapmışsa da bu çalışma 180 yıl boyunca yayımlanmadı. John Gould, koalayı hem tanımladı hem de resmini çizerek Büyük Britanya'da tanınmasını sağladı. Koalaların biyolojisi hakkındaki diğer ayrıntılar ise 19. yüzyılda çeşitli Britanyalı bilim insanları tarafından tespit edildi. 20. yüzyılın başlarında kürkleri için sıkça avlanmaları ve Queensland'de yaygın olarak itlaf edilmeleri kamuoyunda tepki oluşturdu ve türün korunması için eylem grupları ortaya çıktı. Bu kapsamda hayvan barınakları kuruldu, yaşam alanları parçalanmış ve azalmış olan koalalar yeni bölgelere nakledildi. Çeşitli nedenlerle yaşam alanlarının yok olması tehdidiyle karşı karşıya olan koalalar, Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği tarafından IUCN Kırmızı Listesi'nde hassas türler arasında listelenir.
Etimoloji.
"Koala" sözcüğünün kökeni, Darugcada "su yok" anlamına gelen "kulavan" ya da "gulavan", yahut bunların kısa kullanımları olan "kula" ya da "gula" sözcüğüdür. Hayvanların ağaçtan çok sık inmedikleri ve su içmeden hayatta kalabildikleri gözlendiğinden dolayı bu ad kullanılmıştı. Bu kelimenin İngilizcedeki ilk telaffuzu "coola", "koola" ya da "koolah"' şeklindeydi. Ancak Darugca kelimedeki "u" harfinin normalde İngilizce ortografisine göre "oo" olarak yazılması gerekse de, muhtemelen bir hata sonucu bu ses "oa" olarak da yazılmaya başladı ve 19. yüzyılın sonuna kadar görülen "koola" ve "koala" kullanımları, ilerleyen dönemde yerini yalnızca "koala" kullanımına bıraktı. İngilizce ya da Fransızcadaki "koala" kelimesinin korunarak geçtiği Türkçedeki tespit edilen ilk kullanımı, 1936 tarihli "Cumhuriyet" gazetesindedir. Avustralya Aborjin dillerinde bu hayvanı tanımlamak için, çoğu "içecek yok" anlamına gelen "cullawine", "koolawong", "colah", "karbor", "colo", "coolbun", "boorabee", "burroor", "bangaroo", "pucawan", "banjorah" ve "burrenbong" kelimeleri kullanılır.
Türün bilimsel adı "Phascolarctos cinereus"taki cins kısmı "Phascolarctos", Yunancada "cep" ya da "kese" anlamına gelen "faskolos" (φάσκωλος) ile "ayı" anlamına gelen "arktos" (ἄρκτος) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiştir. Türün epitet adı "cinereus" ise Latince "kül renginde" demektir. Dış görünüşlerinin ayı ya da maymunlara benzemesinden ötürü hayvan, herhangi bir akrabalıkları bulunmamasından ötürü hatalı bir şekilde koala ayısı, keseli ayı, maymun ayısı, ağaç ayısı ya da yerel ayı olarak da anılır.
Taksonomi ve evrim.
1816 yılında Henri Marie Ducrotay de Blainville tarafından koalaya "Phascolarctos" cins adı verilse de, tür adı için daha ayrıntılı bir çalışma yapılana kadar herhangi bir isim önerilmemişti. 1819'da August Goldfuss, ikili adlandırma olarak "Lipurus cinereus" adını önerse de, daha önce yayımlanmış "Phascolarctos" adı, Uluslararası Zoolojik Adlandırma Kodu gereğince öncelik taşıyordu. 1820'de Anselme Gaëtan Desmarest, kahverengi renkli koalaların gri renkli olanlardan farklı bir tür olduğunu belirterek bu renkteki koalaları "Phascolarctos fuscus" adıyla tanımladı. 1820'de Goldfuss tarafından "Marodactylus cinereus"; 1827'de René Primevère Lesson tarafından "Phascolarctos flindersii", John Edward Gray tarafından ise "Phascolarctos koala" adı önerilmişti.
Koala; Vombatidae ile soyu tükenmiş Palorchestes, Thylacoleonidae ve Diprotodontidae familyalarıyla birlikte, İki ön dişliler (Diprotodontia) takımının Vombatiformes alt takımında sınıflandırılır. Vombatiformes alt takımı, içinde kangurular ve valabileri bulunduran Macropodiformes alt takımı ile possumlardan oluşan Phalangeriformes alt takımının oluşturduğu klad ile kardeş gruptur. Koalaların soyu, muhtemelen ağaçlarda yaşayan Vombatiformes üyelerinin atalarından Eosen devrinde, yaklaşık 40 milyon yıl önce kollara ayrılmaya başladı.
Koala, bir zamanlar çeşitli cins ve türler barındıran Phascolarctidae familyasının günümüzde yaşayan tek türüdür. Oligosen ve Miyosen devirlerde yağmur ormanlarında yaşayan koalalar, günümüze kıyasla daha çeşitli besinlerle besleniyordu. "Nimiokoala greystanesi" gibi bazı türler ile "Perikoala" cinsinin bazı türleri, günümüz koalasıyla aynı boyutlarda iken "Litokoala" cinsinde yer alan türlerin boyutları günümüzdekilerin yarısı ila üçte ikisi kadardı. Tarih öncesi devirlerde yaşayan koalaların sahip olduğu günümüzdekilere benzer gelişmişlikteki kulak yapıları, türdeki uzun mesafelere seslenebilme ve sedanter yaşama geçişin erken dönemlerde ortaya çıktığını gösterir. Miyosen devrinde Avustralya'nın kuraklaşmasıyla birlikte yağmur ormanları yok olmuş ve yerine okaliptüs ("Eucalyptus") ağaçlarından oluşan bitki örtüsü yayılmıştır. Geç Miyosen devrinde "Phascolarctos" cinsi, "Litokoala"dan ayrılarak damağın kafatasında öne doğru kayması, azı ve küçük azı dişlerinin büyümesi, pterygoid fossanın küçülmesi ve azı dişleri ile kesici dişler arasındaki aralığın artması gibi yalnızca okaliptüs yaprakları ile beslenmesine olanak sağlayacak çeşitli adaptasyonlar geçirmiştir.
Pliyosen ve Pleistosen devirlerinde Avustralya'nın iklim ve bitki örtüsündeki değişimlerle koala türlerinin de boyutları büyüdü. Kimi görüşlere göre "Phascolarctos cinereus"un, dev koalanın ("P. stirtoni") cüce formu olarak ortaya çıkmış olma ihtimali bulunur. Geç Pleistosen'de memeli boyutlarının küçülmesi dünya genelinde yaygın bir olaydı ve "Macropus agilis" gibi Avustralya'ya özgü çeşitli memelilerin bu cüceleşme sonucu ortaya çıktığı düşünülür. 2008'de yayımlanan bir araştırmada "P. cinereus" ile "P. stirtoni" türlerinin, Pleistosen çağının ortalarında ve sonlarında simpatrik olmuş olabileceği, bu durumun muhtemelen Pliyosen çağında başladığı belirtilse de, bu dönemden kalma fosil kayıtlarının 280.000 ila 500.000 yıl öncesinden buzul dönemi ile buzul arası dönemleri gibi farklı zamanlarda yaşamış farklı taksonlara ait olduğu öne sürülür. Bunun gerçek olması, bu iki türün aynı dönemde yaşamadığı anlamına gelir. Günümüz koalasının fosil kalıntıları en azından Pleistosen devrinin ortalarına kadar gider.
Genetik ve varyasyonlar.
Koalaların; Queensland koalası ("P. cinereus adustus", Thomas 1923), Yeni Güney Galler koalası ("P. c. cinereus", Goldfuss 1817) ve Victoria koalası ("P. c. victor", Troughton 1835) olmak üzere üç alt türü tanınır. Bu formlar kürk rengi ve kalınlıkları, gövde boyutları ve kafatası şekilleri ile birbirlerinden ayrılırlar. Diğerlerine kıyasla daha kısa ve gümüşi kürkü, daha küçük kafatasıyla Queensland koalası, içlerinde en küçük yapılı olanıdır. Victoria koalası karışık boz kürkü ve geniş kafatasıyla en büyükleridir. Bu varyasyonların yaşadığı yerlerin sınırları Avustralya'daki eyalet sınırları ile belirlenmişse de, alt tür olarak tanınmaları tartışmalı bir konudur. 1999'da yayımlanan bir genetik araştırma, üç varyasyonun kendi aralarında sınırlı gen akışı olan farklılaşmış popülasyonları gösterdiği ve bu üç alt türün tek bir evrimsel olarak önemli birime dahil olduğunu söyler. Başka çalışmalar, koala popülasyonlarında soy içi üreme düzeyinin yüksek ve genetik varyasyonun düşük olduğunu gösterir. Bu kadar düşük bir genetik çeşitliliğin, Geç Pleistosen çağdan beri koala popülasyonlarının bir karakteristiği olmuş olabileceği öne sürülmüştür. Akarsu ve yolların gen akışını sınırlandırarak güneydoğu Queensland popülasyonunda genetik farklılıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Nisan 2013'te Avustralya Müzesi ile Queensland Teknoloji Üniversitesinden bilim insanları, koala genomunun tam dizilemesinin yapıldığını açıklamıştır.
Fiziksel özellikler.
Koala, körelmiş bir kuyruğa sahip ya da kuyruksuz, tıknaz bir hayvandır. Boyu 60 ila 85 cm, kütlesi ise 4 ila 15 kg arasında değişir. Bu boyutları ile Avustralya'da, yaşamını ağaçlarda sürdüren en büyük memelidir. Victoria koalalarının kütlesi Queensland koalalarınınkinin iki katı kadardır. Eşeysel dimorfik olan türün erkekleri, dişilerine göre yaklaşık %50 daha büyüktür. Erkekler, burunlarının daha kıvrık olması ve göğüslerinde kılsız bölgeler şeklinde görülen koku bezleri ile dişilerden fiziksel farklılıklar gösterir. Keselilerin çoğunda olduğu gibi erkek koalanın penisi de çatallıdır. Dişi koalalarda iki vajina ile iki ayrı rahim bulunur. Erkeğin prepüsünde doğal olarak bulunan bakteriler döllenmede önemli bir rol oynar. Dişinin kese ağzını, yavruların keseden düşmesini engelleyen bir sfinkter kas ile sıkıştırır.
Koalanın kürkü sırtında daha kalın ve uzun, karnında ise daha kısa kıllıdır. Kulak kepçelerinin içi ve dışındaki kıllar daha kalındır. Sırt kürkünün rengi açık gri ile çikolata kahverengi arasında değişir. Karın kürkü beyazımsı iken kalça kısmında benekli beyaz olan kürk sırta doğru koyulaşır. Keseliler arasında en etkili ısı yalıtımına sahip olan koalanın sırt kürkü, rüzgâr ve yağmura karşı dayanıklıdır. Karın kürkü ise Güneş'in yaydığı radyasyonu yansıtır. Ağaçlara tırmanmaya uyumlu olacak şekilde adaptasyon geçiren pençeleri, kıvrık ve keskindir. Daha büyük olan ön pençelerinin ilk iki parmağı diğer üç parmağı ile karşı karşıya olduğundan küçük dalları da kavrayabilirler. Arka pençelerinin ikinci ve üçüncü parmakları, Diprotodontia üyelerinde tipik olarak görüldüğü üzere birbirine yapışıktır ve bu parmakların ucundaki ayrık tırnaklar, daha çok temizlenmek amaçlı kullanılır. Pençeleri ağaçların yumuşak ve düzgün gövdelerine çengel gibi saplanabilen koalaların dört ayağı da ağaç dallarını kavrayabilir ve dallara sarılarak tırmanmalarını sağlar. Pençelerinde ayrıca kabarık çizgiler bulunur. Boyutuna göre kısa ve kaslı üst gövdesi ile birlikte görece uzun kolları, tırmanma ve tutunma yeteneğine yardımcı olur. Kaval kemiğine diğer hayvanlardan daha aşağıda bağlanan kalça kasları da tırmanma için fazladan kuvvet sağlar. Omurgasının sonunda bulunan kıkırdaksı yapı, ağaç dallarının oluşturduğu çatala tünediğinde rahat etmesine olanak verir.
Ortalama 19,2 g kütlesiyle koala beyni, memeliler arasında vücut kütlesine oranla en küçük beyinlerden biridir ve tipik iki ön dişliler takımı üyelerine göre %60 kadar daha küçüktür. Beyinlerinin yüzeyi ilkel hayvanlarda görüldüğü üzere düz bir yapıya sahiptir. Kafatası boşluğunun %61'ini dolduran beyne, beyin-omurilik sıvısı tarafından kafatasının iç yüzeyine doğru basınç uygulanır. Beyin-omurilik sıvısının görece yüksek miktarda olmasının sebebi bilinmemekle birlikte, hayvanın ağaçtan düşmesi durumunda beynini koruyacak şekilde amortisör görevi görmesi olduğu ihtimaller arasındadır. Beynin boyutu, daha büyük bir beyni idare edemeyecek kadar düşük enerji veren beslenme özelliklerine bir adaptasyon olabilir. Küçük beyninden ötürü koalanın karmaşık ve sıra dışı davranışları gerçekleştirme yetenekleri kısıtlıdır. Örneğin koalaya, düz bir yüzey üstünde koparılmış yapraklar verildiğinde hayvan alışık olduğu beslenme rutininin dışına çıkamayarak bu yaprakları yemez. Koalanın koku alma duyusu normaldir ve yenip yenemeyeceğini anlamak için dalların içerdiği yağları koklar. Burnu sert deri ile kaplıdır. Yuvarlak kulakları iyi işitmesini sağlar ve orta kulağı gelişmiştir. Görme duyusu ise iyi gelişmemiştir ve görece küçük gözleri, keseliler arasında pek görülmeyen şekilde dikey çizgili göz bebeklerine sahiptir. Pes sesler çıkarmak için özgün bir ses organı taşır. Memelilerde tipik olarak gırtlakta yer alan ses telleri yerine sahip oldukları damaksıl ses telleri, yumuşak damaklarında yerleşmiştir.
Koala, düşük besin değerlerine sahip olan, yüksek oranda zehirli ve yüksek miktarda lif içeren okaliptüs beslenmesine uygun çeşitli adaptasyonlar geçirmiştir. Hayvanın dişleri, öndeki kesicilerin yanı sıra otobur hayvanların özelliği olan diastema adlı bir boşlukla ayrılmış ve her çenede bulunan bir küçük azı ve dört azı dişinden oluşur. Kesici dişler yaprakları tutup küçük azı dişlerine aktarmaya, küçük azı dişleri yaprakları saplarından koparmaya ve azı dişlerine geçirmeye yarar. Yüksek tüberküllü azı dişleri ise yaprakları küçük parçalara ayırır. Koalalar aynı zamanda çiğnemeden önce yaprakları yanak keselerinde saklayabilirler. Orta yaşlı koalaların kısmen aşınmış azı dişleri, yaprakları küçük parçalara ayırmak için en uygun hale gelir, böylelikle hayvanın enerjisinin çoğunu sağlayan okaliptüs yapraklarının midedeki sindirimi ve ince bağırsaktaki besin emilimi daha etkili olur. Koalalar, bazen yuttuğu besini kusup tekrar ağzına getirerek ikinci kez çiğneyebilirler.
Kangurular ve okaliptüs ile beslenen possumların aksine koalaların sindirim süreci arka bağırsak mayalanmasıyla olur ve sindirim süreleri doğal ortamlarında 100 saate, esaret altında ise 200 saate kadar çıkabilir. Bu süreler, 200 cm uzunluğunda ve 10 cm çapında, orantısal olarak tüm hayvanlar içindeki en büyük çekuma sahip olmaları ile açıklanabilir. Koalaların sindirim sisteminin seçici olarak çalışma yeteneği sayesinde sindirilmesi zor büyük parçalar doğrudan sistemden geçebilirken daha küçük parçalar mayalanmak için daha uzun süre sindirim sisteminde kalır. Bu şekilde sindirilmesi daha uzun sürecek olan büyük parçalar gereksiz yere sistemi şişirmediği için sindirim verimliliği artar. Arka bağırsağı diğer otoburlara göre görece daha büyük olsa da, enerjisinin %10'unu mayalanma sonucu elde ederler. Diğer otobur memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın çekumunda yaşayan mikroorganizmalar yapar. Okaliptüs yapraklarında bulunan toksinleri, ürettikleri sitokrom P450 sayesinde karaciğerlerinde çözerek sindirebilirler. Aldığı besinlerle koala çok az enerji elde edebildiği için de bazal metabolizmaları tipik memelilerin yarısı kadardır ancak bu, mevsimler ve cinsiyetler arasında farklılık gösterebilir. Koalalar, görece kuru ve yüksek oranda sindirilmemiş lif içeren dışkılama ve çekumda su saklama yolları ile suyu muhafaza ederler.
Ekoloji ve davranışlar.
Dağılım ve yaşam alanları.
Koalalar, yaklaşık 1.000.000 km2'lik bir alana ve 30 ekolojik bölgeye yayılmıştır. Avustralya'nın doğu ve güneydoğusunda varlıklarını sürdüren koalalar; Queensland'ın kuzeydoğusu, ortası ve güneydoğusuna, Yeni Güney Galler'in doğusuna, Victoria'ya ve Güney Avustralya'nın güneydoğusuna kadar olan alanda yaşar. Adelaide çevresi ile Kanguru Adası ve Fransız Adası gibi bazı adalara da sonradan getirilmiştir. Manyetik Ada'daki popülasyon, doğal dağılımının kuzey sınırını oluşturur. Fosil kanıtları, Geç Pleistosen'de koalanın dağılımının Batı Avustralya'nın güneybatısına kadar uzandığını gösterir. Bu bölgelerde soylarının tükenmesinin nedenleri arasında çevresel değişiklikler ve Avustralya yerlileri tarafından avlanmaları gösterilir. Queensland'de koalaların dağılımı düzenli değildir ve çoklukla bulundukları eyaletin güneydoğu kısımları dışında yaygın değildir. Yeni Güney Galler'de yalnızca Pilliga Ormanı'nda bulunurlarken Victoria'nın hemen hemen tamamında yaşarlar. Güney Avustralya'da 1920 itibarıyla bölgesel olarak soyları tükenmiş; ancak daha sonradan bu bölgeye tekrar sokulmuşlardır.
Koalalar, görece açık ormanlardan ağaçlıklara uzanan habitatlarda, tropikal iklimlerden serin ılıman iklimlere kadar değişik alanlarda bulunurlar. Yarı kurak iklimlerde kuraklıklardan ve aşırı sıcaktan korunmak için genellikle akarsu kenarlarını tercih ederler.
Beslenme ve hareketlilik.
Otobur olan koalaların beslenmelerinin büyük kısmını okaliptüs yaprakları oluştursa da akasya ("Acacia"), "Allocasuarina", "Callitris", "Leptospermum" ve "Melaleuca" cinslerinden diğer ağaçlarda da koalalara rastlanır. 600 kadar okaliptüs türü bulunsa da koalalar bunlardan yaklaşık 30'unu yemeyi tercih ederler. Daha çok yüksek oranda protein ve düşük oranda lif ile lignin içeren türleri seçmeye eğilimlidirler. En çok tercih ettikleri türler, beslenmelerinin %20'sinden fazlasını oluşturan "Eucalyptus microcorys", "E. tereticornis" ve "E. camaldulensis" türleridir. Beslenme yönünden, "Petauroides volans" gibi bazı keseli türlerinden daha genelcidirler. Günde dört ila altı öğünde, yaklaşık 400 g yaprak tüketirler. Beslenirken arka pençeleri ve ön pençelerinin biriyle ağaç dalına tutunurken diğer ön pençesiyle yaprakları tutarlar. Düşük enerji harcayan bir yaşam tarzına adapte olmuş olsalar da yağ dokularının az olması nedeniyle sık beslenmek zorundadırlar. Okaliptüs yaprakları yeterli miktarda su içerdiğinden ötürü sıklıkla su içme gereksinimi duymaz ve günlük su tüketimi vücut kütlesinin her kilogramı için 71 ila 91 ml arasında değişir. Dişiler su ihtiyaçlarını yalnızca yapraklardan giderebilse de, daha büyük olan erkekler yerde ya da ağaç oyuklarında bulunan sulara da ihtiyaç duyarlar.
Besinlerden yeterli enerji alamadıklarından ötürü enerji kullanımlarını sınırlandırmaları gerektiğinden günde 20 saat kadar uyur ya da dinlenirler. Genellikle geceleri aktiftirler ve uyanık olduğu saatlerin çoğunu beslenmekle geçirirler. Koalalar tipik olarak güneş battıktan sonra ve doğmadan hemen önce beslenirler. Ancak beslenmelerinin üçte biri gündüzleri çoğunlukla akşama doğru ve bazen de öğle vakti olur. Tipik olarak bir gün boyunca aynı ağaçta uyur ve beslenirler. Sıcak günlerde ağacın daha serin yerlerinde, sırtını ağaç dallarına dayayarak ya da karnı üzerine yatıp kolları ve ayaklarını aşağıya sallandırarak geçirirler. Soğuk ve yağmurlu günlerde enerji kaybını azaltmak için kıvrılarak top hâline gelirler. Rüzgârlı günlerde ağaçların daha kalın olan alt dallarına inerler. Günlerinin çoğunu ağaç üzerinde geçirseler de başka bir ağaca gitmek için yere indiklerinde dört ayakları üzerinde yürürler. Temizlenmek için arka pençelerini kullansalar da, zaman zaman ön pençeleri ve ağzını kullandıkları da görülür.
Sosyal davranışlar.
Koalalar, günde yaklaşık 15 dakika sosyal davranışlarda bulunurlar. Victoria'daki koala dolaşım alanları görece küçük ve birbiri ile örtüşürken Queensland'in merkezindekiler daha geniştir ve birbiriyle daha az örtüşürler. Koala topluluğu, çoğunluğu erişkin dişilerin oluşturduğu "yerleşikler" ile çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu "gezginler"den meydana gelir. Gezgin erkekler bölgelerini savunur ve diğerleri üzerinde gövde boyutları ile baskınlık kurarlar. Alfa erkeklerin bölgeleri genellikle üreme dönemindeki dişilerin yakınındadır ve genç erkekler erginliğe erişene kadar alfa erkeklere boyun eğerler. Erişkin erkeklerin dolaşım alanlarının dışına çıktığı durumlarda baskın olanlar onların pozisyonlarına geçerler. Erkek bireyler yeni bir ağaca geldiklerinde, göğüslerinde bulunan koku bezlerini ağacın gövdesi ve dallarına sürterek ağacı işaretlerler. Zaman zaman ağaç gövdesine idrar yaparak işaretledikleri de gözlemlenmiştir. Bireylerin, bir ağaca çıkmadan önce ağacın dibini koklamalarından ötürü koku ile işaretleme davranışının iletişim amaçlı olduğu düşünülür. Koku ile işaretleme saldırganlık içeren karşılaşmalarda da yaygındır. Göğüs bezinin salgısı, mevsime ve bireyin yaşına göre değişiklik gösteren kimyasal karışımlardır ve bir analizde yaklaşık 40 kadar kimyasal bileşik içerdiği tespit edilmiştir.
Erişkin erkekler, horultu benzeri nefes alışlar ve homurtuya benzeyen rezonanslı nefes verişlerden oluşan pes sesler ile haberleşirler. Bu seslerin koalalara özgü ses organlarından çıktığı düşünülür. Frekanslarının yeterince düşük olması nedeniyle bu sesler hava ve bitki örtüsü içinde uzak mesafelere kadar ulaşabilirler. Koalalar, özellikle üreme döneminde dişileri çekmek ve diğer erkeklere gözdağı vermek için olduğu kadar yılın herhangi bir zamanında bu böğürtüleri çıkarabilirler. Ayrıca yeni bir ağaca geldiklerinde, etrafındakileri haberdar etmek için de böğürürler. Dişilerin daha büyük boyutlu erkeklerden gelen böğürtülere daha çok dikkat göstermelerinden ötürü bu sesler, erkeğin gerçek vücut boyutlarını haber verdiği gibi aynı zamanda boyutu abartılı olarak da iletebilirler. Dişi koalalar daha yumuşak bir tonda böğürmenin yanı sıra homurtu ve inleme benzeri sesler çıkardıkları gibi çığlık da atarlar. Bu sesleri tehlikede olduklarında ve savunma amaçlı tehditte bulunduklarında çıkarırlar. Yaşlandıkça gıcırtıya benzeyen sesler hem tehlikede olunduğunda hem de saldırganlığı göstermek için çıkarılan acı bağırışlara dönüşür. Başka bir birey, üzerindeki bir dala tırmandığında koala ağzı kapalı olarak homurdanır. Koalalar çeşitli mimiklere sahiptir. Homurdanırken, inlerken ve acı acı bağırırken hayvan üst dudağını kıvırır ve kulaklarını ileri doğru döndürür. Çığlık atarken dudaklar ve kulaklar geriye doğru çekilir. Dişiler telaşlandıklarında dudaklarını ileri doğru uzatıp kulaklarını dikleştirirler.
Agonistik davranış genellikle bireylerin ağaçta birbirlerinin üzerine tırmanması ya da üzerinden geçmeleri sonucu oluşan takışmalardır. Bu durumlarda zaman zaman birbirlerini ısırdıkları görülür. Yabancı erkekler güreşebilir, birbirlerini kovalayabilir ve ısırabilirler. En uç durumlarda, erkeklerin kendilerinden küçük olan rakiplerini ağaçtan atmaya çalıştıkları görülür. Böyle durumlarda daha büyük olan erkek koala yukarıya tırmanarak kendinden küçük rakibini köşeye sıkıştırır, diğer koala ise ya rakibinin yanından hızlıca geçerek aşağı iner ya da dalın ucuna doğru kaçar. Saldırıyı yapan koala, rakibini omuzlarından tutarak tekrar tekrar ısırır. Daha zayıf olan birey ağaçtan uzaklaştırıldıktan sonra galip gelen koala böğürür ve ağacı işaretler. Görece daha agresif olan gebe ve süt veren dişiler, yanlarına çok yaklaşan diğer bireylere saldırırlar. Ancak genel olarak koalalar, enerji harcayan saldırgan davranışlardan kaçınırlar.
Üreme ve gelişim.
Koalalar yılın belirli dönemlerinde çiftleşirler ve doğumları, ekim ile mayıs ayları arasında gerçekleşir. Östrusta olan dişiler başlarını normalden daha geride tutarken tremor ile spazm geçirmeleri yaygın bir şekilde görülür. Ancak erkek koalaların bu işaretleri algılamadıkları, östrus döneminde olmayan dişiler ile çiftleşmeye çalıştıkları gözlemlenmiştir. Daha büyük cüssesi sayesinde erkekler genellikle dişilerin üzerine arkalarından zorla çıkar ve bazı uç durumlarda, dişileri ağaçtan atabilirler. Dişi çığlık atarak kendisine talip olan erkeklerle mücadele eder; ancak aralarında en baskın ya da daha tanıdık olanına teslim olur. Çiftleşme sırasındaki böğürtüler ve çığlıklar diğer erkekleri de çiftleşen koalaların yanına çeker ve bu nedenle erkek çiftleşmeye ara verip sonradan gelen erkeklerle kavgaya başlar. Bu kavgalar dişinin, hangi erkeğin baskın olduğunu anlamasına yardımcı olur. Yaşlı erkeklerde bu kavgaların sonucu burunlarının açık kısımlarında ve göz kapaklarında oluşmuş çizikler, yaralar ve kesikler görülebilir.
Koalaların gebelik süresi 33 ila 35 gün arasındadır. Nadiren ikiz doğumlar görülse de genellikle tek bir yavru doğar. Tüm keselilerde olduğu gibi koala yavrusu da embriyonal dönemde doğar ve ağırlığı 0,5 g kadardır. Ancak dudakları, ön üyeleri ve omuzları gelişmiş; solunum, sindirim ve boşaltım sistemleri işlevseldir. Yenidoğan koala annesinin kesesine sürünerek girer ve orada gelişimini devam ettirir. Diğer keselilerin aksine koalalar keselerini temizlemezler.
Dişi koalanın kesesinin içinde iki meme başı vardır ve yenidoğan koala bunlardan birine tutunarak kesede kaldığı süre boyunca süt emer. Koala, memeliler arasında gövde büyüklüğüne göre en az süt enerjisi üretim oranına sahip olan hayvanlardan biridir. Bu eksikliği dişi koala 12 ay boyunca süt vererek kapatır. Yenidoğan yedi haftalık olduğunda kafası uzayarak orantısal olarak büyük hâle gelir, pigmentasyon gelişmeye başlar ve erkeklerde testis torbasının ortaya çıkması, dişilerde de kesenin gelişmeye başlaması ile cinsiyeti anlaşılır. 13 haftalık yenidoğan 50 g ağırlığına ulaşır ve kafası doğumdaki hâlinin iki katına kadar büyür. Gözleri açılmaya; alnında, ensesinde, omuzlarında ve kollarında ince kıllar çıkmaya başlar. 26. haftanın sonunda tüm kürkü çıkan yavru, yetişkinlere benzer ve kafasını keseden çıkarmaya başlar.
Anne koala, yavrusu altı aylığa yaklaşırken onu okaliptüs yemeye hazırlamak için ağacın yapraklarını çiğneyerek sindirdikten sonra püre şeklinde bir karışım dışkılar ve yavru, bunu annesinin kloakından yer. Püre şeklinde olan karışım, normal dışkıdan farklıdır ve çekumun içinde bulunan yüksek oranda bakteri içeren sindirilmiş besin karışımına benzer. Yavru, sütten yaprak yemeye geçiş aşaması olarak yaklaşık bir ay boyunca protein içeren bu püreyi yer. Altı ya da yedi aylıkken ve 300 ila 500 g ağırlığa eriştiğinde, ilk kez keseden tamamen dışarı çıkar ve annesinden destek alarak etrafını inceler. Dokuz aylık olduğunda 1 kg'yi aşar ve kürkü, erişkinliğinde sahip olacağı rengi alır. Keseden tamamen ayrıldıktan sonra annesinin sırtına binerek ulaşımını sağlarken dalları kavrayarak tırmanmayı öğrenir. 12 aylıkken yaklaşık 2,5 kg ağırlığa ulaşır ve tekrar gebe kalan annesinden yavaş yavaş daha ayrı zaman geçirmeye başlar. Bir yaşına gelmiş yavrular, annelerinin kendilerine karşı agresif davranışlarıyla annelerinden uzaklaşmaya başlarlar.
Dişiler, cinsel olgunluğa yaklaşık üç yaşında erişirler ve bu yaştan itibaren gebe kalabilirler. Erkekler ise iki yaşından itibaren sperm üretebilseler de, cinsel olgunluğa dört yaşında erişirler. 18 aylıktan itibaren göğüslerindeki koku bezleri işlevsel hâle gelse de cinsel olgunluğa ulaşana kadar koku ile işaretleme yapmazlar. Yavruların anneye bağımlı olmalarından dolayı dişi koalalar genellikle iki yıl arayla çiftleşseler de, yüksek kaliteli besin sağlayan ağaçların çokluğu gibi olumlu çevresel koşullar, dişi koalaların her yıl çiftleşerek üremelerine olanak sağlayabilir.
Sağlık ve tehditler.
Koalalar doğal yaşam ortamlarında 13 ila 18 yıl arasında yaşayabilirler. Daha tehlikeli bir yaşam sürdüklerinden erkek koalalar, genellikle dişilerden daha az yaşarlar. Ağaçtan düştükten sonra genellikle sağ kalırlar ve sonrasında ağaca tırmanırlar; ancak özellikle tecrübesiz gençler ve kavga eden erkekler arasında ağaçtan düşme sonucu yaralanma ve ölümler görülür. Yaklaşık altı yaşında koalaların çiğneme dişleri aşınmaya başlayarak çiğneme etkinliği giderek azalır. Dişlerin tüberküllerinin tamamen aşındığı durumlarda ise açlıktan ölürler.
Dingo ve büyük pitonlar, koalaları avlayan ve onlarla beslenen doğal düşmanlardandır. "Ninox strenua" ve "Aquila audax" gibi yırtıcı kuşlar, yalnızca yavrular için tehdit oluştururlar. Kıyı bölgelerde yaşayan bireylerde görülen keneler dışında genellikle dış parazitleri yoktur. Yaygın olmasa da uyuz böceği ("Sarcoptes scabiei") akar türünün neden olduğu uyuz ile "Mycobacterium ulcerans" bakterisinin neden olduğu deri ülserleri de görülebilir. Görece az iç parazitleri ise genellikle zararsızlardır. Bunların arasında bağırsaklarda sıklıkla görülen "Bertiella obesa" şerit solucanları ile akciğerlerde nadiren görülen "Marsupostrongylus longilarvatus" ve "Durikainema phascolarcti" yuvarlak solucanları sayılabilir. Queensland'de bulunan Avustralya Hayvanat Bahçesi Doğal Yaşam Hastanesindeki yaklaşık 600 koala üzerinde yapılan üç yıllık bir araştırmanın sonucunda hayvanların yaklaşık %73,8'inin "Trypanosoma" cinsi tek hücreli parazitlerin en az bir türü tarafından enfekte edildikleri görülmüştür ve bu türler arasında en yaygını "T. irwini" türü tek hücreli parazittir.
Koalalar keratokonjonktivit, idrar yolu enfeksiyonu ve üreme yolu enfeksiyonu gibi rahatsızlıklara yol açan Chlamydiaceae bakterileri gibi patojenlere maruz kalabilirler. Bu tarz enfeksiyonlar anakarada yaygınsa da adalardaki popülasyonlara görülmez. Koala retrovirüsü (KoRV) insanlarda görülen AIDS'e benzer koala bağışıklık sistemi eksikliği sendromuna ("Koala Immune Deficiency Syndrome", kısaca KIDS) neden olur. KoRV'nin prevalansı, hastalığın Avustralya'nın kuzeyinden güneyine yayıldığını gösterir. Kuzey popülasyonları bu hastalıktan tamamen muzdaripken Kanguru Adası gibi güneydeki popülasyonlarda bu hastalık görülmez.
Yavaş hareket etmeleri ve okaliptüs ağaçlarının kolay tutuşabilir olmasından ötürü koalalar, orman yangınlarına karşı savunmasızdırlar. İçgüdüsel olarak yangından kaçmak için daha yükseğe tırmansalar da buralardaki sıcaklık ve alevler daha yoğundur. Yangınlar ayrıca hayvanların yaşam alanlarını parçalayarak hareketlerinin kısıtlanmasına, dolayısıyla da popülasyon kaybı ile genetik çeşitliliğin azalmasına yol açar. Dehidratasyon ve aşırı ısınma da koalalar için ölümcüldür. Genel anlamda koalalar, iklim değişikliğinin etkilerine karşı savunmasız durumdadırlar. Avustralya'da iklim değişikliği modellerine göre ülkedeki iklimin daha sıcak ve kurak olacağı öngörüldüğünden, koalaların doğal dağılım alanı doğuda ve güneyde nemli bölgelerde kalmak kaydıyla küçülecektir.
Kuraklıklar da koalaların yaşamını olumsuz yönde etkiler. Örneğin 1979'ların sonu ile 1980'lerin başında yaşanan kuraklık, okaliptüs ağaçlarının yapraklarını kaybetmelerine neden olmuş ve bunun sonucunda Queensland'in güneybatısındaki koala popülasyonun yaklaşık %63'ü ölmüştür. Ölenlerin çoğunluğu, beslenme bölgelerinden daha yaşlı ve tecrübeli koalalar tarafından uzaklaştırılan genç koalalar olduğu için popülasyonun tekrar kendini toparlaması olması gerektiğinden zaman almıştır. Bu bölgedeki popülasyon 1995'te 59.000 bireyden 2009'da 11.600 bireye kadar inmiş ve bu kaybın nedeninin, 2002-2007 yılları arasında daha sıcak ve kurak olan iklim nedeniyle ortaya çıkan kuraklık olduğu belirtilmiştir. Avustralya Sağlık Bakanı Sussan Ley, 2019'da başlayan orman yangınları sebebiyle Yeni Güney Galler'in orta ve kuzey kıyılarında yaşayan koala popülasyonunun %30 kadarının (yaklaşık 8.400 koala) öldüğünü açıklamiştır. Bölgedeki bir veteriner, 50.000 koala popülasyonuna sahip olduğu tahmin edilen Kanguru Adası'ndaki yangınlarda 30.000 kadar koalanın ölmüş olabileceğini söylerken NASA ise 25.000 kadar koalanın öldüğünü belirtmiştir.
İklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından bir başkası da, atmosferde bulunan karbondioksit seviyesinin artmasıyla okaliptüs yapraklarındaki protein birikiminin azalması ve tanen yoğunluğunu artırarak besin kaynağının kalitesinin düşürmesidir.
İnsanlarla etkileşimleri.
Tarihçe.
Koala hakkındaki yazılı ilk ifadeler, Yeni Güney Galler Valisi John Hunter'ın hizmetkârı John Price'a aittir. Price, "cullawine" adı verilen hayvanla 26 Ocak 1798'de Yeni Güney Galler'de bulunan Mavi Dağlar'a yapılan keşif seferi sırasında karşılaşmış; ancak yazdıkları yaklaşık yüz yıl sonra "Historical Records of Australia" adlı eserde yayımlanmıştı. 1802 yılında Francis Barrallier, iki Aborjin rehberin av dönüşü yemek amacıyla getirdikleri iki koala ayağını görmesiyle hayvanla ilk kez karşılaştı. Barrallier, bu ayakları koruyarak notlarıyla birlikte Hunter'ın halefi Philip Gidley King'e gönderdi, o da bunları sonrasında Joseph Banks'e iletti. Barrallier'nin notları 1897 yılına kadar yayımlanmadı. "Sydney Gazette"in 21 Ağustos 1803 tarihli sayısında, ilk defa canlı yakalanan bir "koolah"a dair haber yayımlandı. Birkaç hafta içerisinde Matthew Flinders'ın astronomu James Inman, bir çift koala alarak bunları gemiyle, Birleşik Krallık'taki Banks'e göndermek istemişse de Eylül 1803'te; hayvanın suluboya resmini yapmak üzere Kral III. George tarafından görevlendirilen John Lewin, Yeni Güney Galler'e gönderildi. Muhtemelen William Paterson'a ait olan bir "Sydney Gazette" haberinde hayvanlar, "bir "waumbut"tan (vombat) biraz daha büyük" olarak tanımlanıyordu. Yeni Güney Galler'e vardıktan sonra Lewin'in yaptığı üç resimden birisi, Georges Cuvier'nin 1817'de yayımlanan "Le règne animal" adlı eserinde; ilerleyen yıllarda ise Lorenz Oken'in 1843 tarihli "Allgemeine Naturgeschichte" adlı eseri gibi Avrupa'da yayımlanan çeşitli doğa tarihi kitaplarında kullanıldı.
Koalanın ilk ayrıntılı bilimsel tanımlaması 1803'te, Yeni Güney Galler'in Illawarra bölgesindeki Kembla Dağı'nda yakalanan dişi bir koaladan yararlanarak Robert Brown tarafından yapıldı. Brown'ın eserleri yayımlanmadı, ölümüne kadar kendisinde kaldı ve ölümünün ardından da vasiyeti gereğince Londra'daki Doğa Tarihi Müzesi'ne bağışlandı. 1811'de Ferdinand Bauer, hayvanın kafatasını, boğazını, ayaklarını ve pençelerini çizdi. Brown'ın eserleri 1994'e kadar tespit edilememişken Bauer'in çalışmaları ise 1989'a kadar yayımlanmamıştı. Everard Home, Brown ve Bauer'e Yeni Güney Galler'de eşlik eden William Paterson'ın tanıklığına dayanarak koala hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. Notlarını 1808'de "Philosophical Transactions of the Royal Society"de yayımlayan Home, hayvana "Didelphis coola" bilimsel adını adını vermişti.
Koalanın basılmış ilk tasvirine, George Perry'nin 1810 tarihli eseri "Arcana"da yer verildi. Perry, Orta ve Güney Amerika'da, ağaçlarda yaşayan üç parmaklı tembel hayvanlar ("Bradypus") cinsi memelilere benzerlikleri nedeniyle "Yeni Hollanda tembel hayvanı" olarak adlandırdığı hayvan için şu ifadeleri kullanmıştı:
"...hayvana hantal ve biçimsiz bir görünüm veren, zarafetten yoksun kılan gözler, tembel hayvandaki gibi ağıza ve buruna çok yakın konumlanır ... hem karakter hem de dış görünüşlerinde doğa tarihçisi ya da filozofları ilgilendirecek çok az şey vardır. Ancak doğa hiçbir şeyi boşa sunmadığı için bu uyuşuk, anlamsız hayvanların bile yaşayanların oluşturduğu büyük zincirin halkalarından biri olduğunu varsayabiliriz..."
John Gould'un 1946-1863 yılları arasında yayımlanan üç ciltlik "The Mammals of Australia" eserinde tanımladığı ve çizimleriyle tasvir ettiği koala, Avustralya'nın diğer hayvanlarıyla birlikte Britanya halkı arasında tanınmaya başladı. Richard Owen, Avustralya memelilerinin fizyolojisini ve anatomisini anlatan bir dizi yayın içerisinde koalanın anatomisi ile ilgili bir tebliği 1836'da Londra Zooloji Topluluğuna sundu. Bu tebliğde Owen, koalanın iç anatomisinin ilk ayrıntılı tanımlamasını yapmış ve vombatlar ile olan genel yapısal benzerliklerini göstermişti. Londra Zooloji Topluluğu küratörü George Robert Waterhouse, 1840'larda koalayı doğru bir şekilde keseli memeli olarak sınıflandırırken yeni keşfedilmiş olan "Diprotodon" ve "Nototherium" gibi fosil kalıntılarının koala ile olan benzerliklerini ortaya çıkardı. Avustralya Müzesi küratörü Gerard Krefft de 1871 tarihli "The Mammals of Australia" adlı eserinde koala ile atalarının arasındaki evrimsel mekanizmaları açıkladı.
Londra Zooloji Topluluğunun satın alınarak 1881'de Britanya'ya getirilen koala, buraya canlı ulaşan ilk koalaydı. Topluluk üyelerinden William Alexander Forbes'un anlattığına göre, o zamanlar kullanılan ayaklı lavaboların kapağının kazara üzerine düşmesi sonucu hayvan ölmüştü. Forbes, bunu bir fırsat olarak değerlendirerek dişi koalayı diseke etti ve dişi üreme sistemi, beyin ve karaciğer hakkında çalışmalarda bulundu. Owen, daha önce yalnızca korunmuş örneklerde çalışabildiğinden bu ayrıntıları tespit edememişti. 1884'te koalanın rahim içi gelişmesini tanımlayan William Caldwell, bu bilgiler ışığında koalalar ile tek deliklileri aynı evrimsel zaman dönemine yerleştirdi.
Kültürel etkileri.
Koalaların, Avustralya turizm endüstrisine katkısının 1998 yılında bir milyar Avustralya dolarının üzerinde olduğu tahmin edilir ve o zamandan beri bu katkı artış gösterir. 1997 yılında Avustralya'ya gelen turistlerin yarısı, hayvanat bahçelerine ve doğal yaşam parklarına giderken Avrupalı ve Japon turistlerin yaklaşık %75'inin görülecek hayvanlar listesinin başında koala gelir. Biyolog Stephen Jackson, "Avustralya ile en çok bağdaşan hayvan hakkında bir anket yapılacak olsa koalanın kıl payı da olsa kanguruyu geçmesi muhtemeldir" ifadelerini kullanmıştır. Koalanın süregelen popülaritesinin ardında yatan faktörler arasında, çocuk boyutlarında olması ve yüzünün oyuncak ayılara benzemesi olarak gösterilir.
Koala Avustralya yerlilerinin mitolojisi ile rüya zamanı öykülerinde yer alır. Derevaller, koalanın kendilerini kıtaya getiren sandalın küreklerini çekmeye yardım ettiğine inanırlar. Başka bir mitte bir kabilenin nasıl bir koalayı öldürdükten sonra bağırsaklarını kullanarak dünyanın diğer yerlerindeki insanlar için bir köprü yaptıkları anlatılır. Bu öykü, koalanın av hayvanı olduğunu ve bağırsaklarının uzunluğunu vurgular. Çeşitli öykülerde koalanın kuyruğunu nasıl kaybettiği tasvir edilir. Bu öykülerin bir tanesinde kanguru, tembel ve açgözlü olduğu için koalanın kuyruğunu keser. Queensland ve Victoria'da yaşayan kabileler, koalayı bilge bir hayvan olarak görürler. Bidyaraca konuşan halklar, koalanın çorak toprakları zengin ormanlara dönüştürdüğüne inanırlar. Koalalar, diğer hayvanlar kadar çok olmasa da petrogliflerde tasvir edilmişlerdir.
Avustralya'ya yerleşen ilk Avrupalı göçmenler, koalayı "sert ve tehditkâr bakışlı" ve ortalıkta sinsi sinsi dolaşan tembel hayvan benzeri bir hayvan olarak görmüşlerdir. 20. yüzyılın başında artan popülaritesi ve çocuk kitaplarında sıkça tasvir edilmesiyle birlikte koalanın kötü şöhreti, iyi yönde değişmeye başlamıştır. Koala, Ethel Pedley'in 1899 tarihli çocuk kitabı "Dot and the Kangaroo"da "komik yerli ayı" olarak anlatılmıştır. Norman Lindsay, 1904 yılından başlayarak "The Bulletin" dergisinde yayımladığı karikatürlerde daha çok insana benzeyen bir koala karakteri çizmiştir. Bu karakter Lindsay'in 1918 çıkışlı çocuk kitabı "The Magic Pudding"te Bunyip Bluegum adlı ana karakter olarak görünmüş ve koalanın ana bir karakter olarak işlendiği ilk edebi eser olmuştur. Dorothy Wall tarafından 1933'te yaratılan kurgusal koala Blinky Bill; çeşitli kitapların dışında filmlere ve televizyon dizilerine konu olmuş ve oyuncakları çıkmıştır. Bunların yanında çeşitli televizyon ve sinema yapımlarında da antropomorfik koala karakterlerine yer verilmiştir.
"Drop bear", günümüz Avustralya folklorunda görülen hayalî bir etobur koaladır. Bu uydurma hayvan genellikle turistleri korkutmak için anlatılan yalan öykülerde geçer. Gerçekte koalalar otobur iken "drop bear"lar ağaç üstünde yaşayan ve yaşadıkları ağacın altından geçen insan ya da hayvanların üstüne atlayarak avlanan sıra dışı büyüklükte vahşi keseliler olarak tanımlanırlar.
Korunma durumu.
2008 yılında Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN); geniş yaşam alanı, tahmin edilen yüksek popülasyonu ve popülasyon azalma oranının tehdit altında türler listesine girecek kadar yüksek olmamasından ötürü koalayı IUCN Kırmızı Listesi'nde asgari endişe altındaki türler arasında listeledi. 2009'da, koalanın 1999 Çevre Koruması ve Biyoçeşitliliğin Korunması Yasası'na dahil edilmesi yönündeki teklif reddedildi. 2012'de Avustralya hükûmeti, Queensland ve Yeni Güney Galler'de bulunan koala popülasyonlarını, sırasıyla %40 ve %33 popülasyon azalma oranları nedeniyle hassas türler arasında listeledi. Victoria ve Güney Avustralya'da bulunan popülasyonların ise görece yüksek olduğu ifade edilse de; Avustralya Koala Vakfı, Victoria popülasyonunun gerçekte 100.000'den düşük olsa da 200.000 kadar olduğunun sanılması sebebiyle bu popülasyonun korunma tedbirleri altına alınmadığını belirtti.
2014'te IUCN Kırmızı Listesi'ndeki durumu güncellenerek hassas türler arasına alındı. 2017 tarihli Dünya Doğayı Koruma Vakfı raporu, Queensland'deki popülasyonun nesil başına %53, Yeni Güney Galler'deki popülasyonun ise nesil başına %26 azaldığını belirtiyordu. Şubat 2022'de, Avustralya Başkent Bölgesi, Queensland ve Yeni Güney Galler'de, 1999 Çevre Koruması ve Biyoçeşitliliğin Korunması Yasası'na dahil edilerek soyu tükenme tehlikesi taşıyan bir tür olarak tanımlandı. Avustralya hükûmetinin Tehlikedeki Türler Bilim Komitesi, 20 yıl önce 185.000 kadar olan koala popülasyonunun 2021 yılında 92.000'e indiği, Avustralya Koala Vakfı ise 2022 itibarıyla 43.000 kadar az birey olabileceği tahmininde bulunur.
Koalalar, Avustralya yerlileri tarafından beslenmek amacıyla avlanıyorlardı. Hayvanları yakalamak için kullanılan yaygın bir avlanma yöntemi, uzun ve ince bir sopanın ucuna ipe benzer ağaç kabuğundan yapılan halkanın takılması ve ağacın üzerindeki hayvanın bu halkaya yakalanarak aşağı indirilmesinden sonra taş balta ya da "waddy" adı verilen av sopası ile öldürülmesi şeklindeydi. Bazı kabilelerin geleneklerine göre hayvanın derisini yüzmek tabu sayılırken diğer kabileler koala kafasının özel bir statüsü olduğuna inanır ve cenaze törenleri için koala kafasını saklarlardı.
Koalalar, 20. yüzyılın başlarında Avrupalı göçmenler tarafından özellikle kalın ve yumuşak kürkü için avlanıyordu. 1924 yılına kadar iki milyondan fazla koala kürkünün Avustralya dışına çıkarıldığı tahmin edilir. Koala kürkü; kilim, palto kenarlığı, manşon, kadın elbisesi kenar süsü olarak kullanılıyordu. Queensland'de 1915, 1917 ve 1919 yıllarında yapılan itlaflarda bir milyonun üzerinde koala öldürüldü. Bu itlaflar karşısında kamuoyunun gösterdiği tepki, muhtemelen Avustralya'da kitleleri bir araya getiren ilk geniş çevresel sorundu. Vance Palmer, "The Courier-Mail"e yazdığı bir mektupta kamuoyunun hissettiklerini şöyle dile getirmişti: "Zararsız ve sevecen yerli ayımızın vurulması barbarcaydı... Hiç kimse onu çiftçinin buğdayını heba etmekle, meradaki otları yemekle ya da kaynanadilini yaymakla suçlamamıştır. Sebep olduğu hiçbir kötü şey yoktur... Silahla kendini vuranlara bir zevk de verdiği söylenemez... Ve bazı bölgelerden tamamen de kökü kazınmıştır."
Avustralya'ya özgü türlerin korunması için giderek artan çabalara karşın, 1926-28 yıllarında görülen kuraklığın neden olduğu yokluk sonucunda Ağustos 1927'de bir aylık avlanma serbestisi 600.000 kadar koalanın ölümüyle sonuçlandı. Victoria'nın Avcılık Başmüfettişi Frederick Lewis 1934'teki ifadelerinde, bir zamanlar Victoria'da yaygın olarak bulunan hayvanın neredeyse yok olmak üzere olduğunu ve yalnızca 500 ila 1000 kadar koalanın Victoria'da kaldığını belirtmişti. Türü koruma adına ilk başarılı çabalar, 1920'lerde ve 1930'larda, Brisbane'de Lone Pine Koala Barınağı ile Sidney'de Koala Park'ın açılmasıyla sonuçlandı. Koala Park'ın sahibi Noel Burnet, koalaların ilk defa bir barınakta üremesini sağladı. 1934 yılında Melbourne Hayvanat Bahçesi'nin Avustralya memelileri küratörü David Fleay, Avustralya'da bir hayvanat bahçesinde ilk Avustralya faunası bölümünü gerçekleştirerek içinde koalayı da sergiledi ve bu sayede koalanın esaret altında beslenmesi ile ilgili incelemelerde bulundu. Fleay, daha sonra türü koruma çalışmalarına Healesville Barınağı ve David Fleay Vahşi Yaşam Parkı'nda devam etti.
1870'lerden beri koalalar, bazı sahil kesimlerine ve aralarında Kanguru Adası ile Fransız Adası'nın da olduğu açık denizde bulunan adalara sokulmuştur. Buralardaki sayılarının zaman içerisinde artış göstermesiyle birlikte, adaların böyle büyük bir popülasyonun yaşamını sürdürmesine yetecek kaynaklara sahip olmamasından dolayı koalaların aşırı besin tüketimi bir sorun hâline geldi. 1920'lerde Frederick Lewis, yaşam alanları bölünmüş ya da küçülmüş olan koalaları yeniden yerleştirme ve rehabilitasyon için geniş çaplı çalışmalar başlattı. Örneğin, 1930-1931 yıllarında 165 koala, Quail Adası'na nakledildi. Popülasyon artışı ve adada bulunan ağaçların besin kaynağı olarak aşırı kullanımından sonra 1944 yılında 1.300 koala anakaraya tekrar geri salındı. Koalaların farklı yerlere nakli, ilerleyen dönemlerde daha da yaygınlaştı. Peter Menkhorst'un tahminlerine göre 1923 ile 2006 yılları arasında yaklaşık 25.000 koala, Victoria genelindeki 250 farklı yere nakledilmişti. 1990'lardan beri hükûmet kurumları koalaların sayılarını itlaf yoluyla kontrol altına almaya çalışsa da kamuoyunun baskısı sonucu yer değiştirme ve kısırlaştırma yöntemleri kullanılmaya başlandı.
Koalaların karşılaştığı en büyük beşeri tehditler, yaşam alanlarının yok olması ve parçalanmasıdır. Sahil kesimlerde bunun ana nedeni kentleşme iken, iç bölgelerde ise tarım alanı yaratma amacıyla arazilerin ormansızlaştırılmasıdır. Ağaç ürünleri için kullanılmak üzere ağaçların kesilmesi de koalaların yaşam alanlarının yok edilmesine neden olur. 2015-2016 yıllarında Avustralya'nın bitki örtüsünde yaklaşık 395.000 hektarlık alan yok edildi ve bu sayı, önceki yıldan yaklaşık %33 daha fazlaydı. 2030'a kadar yaklaşık 3 milyon hektarlık balta girmemiş ormanın yok edileceği öngörülür. Avrupalı göçmenlerin kıtaya gelmesinden beri, özellikle Queensland'de yaşam alanı parçalanması nedeniyle koalanın doğal dağılım alanı %50 kadar küçülme göstermiştir. Queensland ve Yeni Güney Galler'de koalanın "hassas türler" arasında yer alması gayrimenkul yatırımcılarının projelerinde koalalar üzerinde yaratılacak etkiyi de değerlendirmelerini gerektirir. Ayrıca koalalar koruma altında alınmış bölgelerde de yaşarlar.
Kentleşme koala popülasyonları için bir tehdit oluştursa da, koalalar yeteri kadar ağaç bulunduğu takdirde kentsel alanlarda da yaşamlarını sürdürebilirler. 2009 tarihli bir araştırmaya göre, kentsel popülasyonların kendilerine özgü zayıf noktaları vardır ve araç çarpması ile evcil köpeklerin saldırısı sonucunda yılda yaklaşık 4.000 koala ölür. Yaralı koalalar sıklıkla doğal yaşam hastanelerine ya da rehabilitasyon merkezlerine kaldırılır. Yeni Güney Galler'deki bir koala rehabilitasyon merkezinde yapılan ve son 30 yılı inceleyen geriye dönük bir araştırmada koalaların merkeze gelme nedenlerinin ilki, çoğunlukla araç kazası ve köpek ısırığı nedeniyle oluşan yaralanmalar iken ikinci en yaygın neden klamidya enfeksiyonu olduğu görülmüştür. Özel merkezlerde tedavi edilen koalalar, Avustralya ya da diğer ülkelerin yasalarına göre evcil hayvan olarak tutulmalarının mümkün olmaması nedeniyle iyileştikten sonra tekrar doğal ortamlarına salınmak zorundadırlar.
Koalar için risk oluşturulan başka bir unsur da, susamış koalalara "yardım amacıyla" şişeden su verilmesi nedeniyle akciğerlerde su toplanması sonucu oluşan aspirasyon pnömonisidir. Bir koalaya su vermenin güvenli yolu, koalanın diliyle yalayarak suyu içebilmesi için suyun kase, başlık ya da şapka gibi bir kabın içine konarak verilmesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15766",
"len_data": 47284,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.95
}
|
Bukalemun, sürüngenler sınıfının Chamaeleonidae familyasından renk değiştirebilen kelerlerin ortak adı.
Etimoloji.
Bukalemun adı Arapça "bū qalamūn"dan gelmektedir. (A)bū bileşeni Arapça hayvan isimlerinde tipiktir. Lekamun Arapçada "yutan" anlamındadır. Kalemun ismi Eski Yunanca χamailéōn "yer aslanı" (χamaí, yere yakın + léōn, aslan) kaynaklıdır. Eski Yunancadaki bu sözcüğün ise Akatça "nēşa qaqqari"nin (yer aslanı) çevirisi olduğu düşünülmektedir.
Özellikleri.
Chamaeleonidae familyasını diğer kertenkelelerden ayıran en önemli özellik ayakların, dilin ve gözlerin alışılmadık biçimleri ve renk değiştirme özelliğidir. Vücutları yanlardan basıktır. Dilleri boylarının yaklaşık 1-1,5 katı uzunluğunda, hareketli ve yapışkandır. Bir jet uçağıyla kıyaslanırsa bukalemunların dilleri jet uçağına oranla 5 kat daha hızlıdır. Gözler bağımsız hareket eder, biri yukarı bakarken diğeri aşağıya bakabilir. Göz kapakları kalındır. Kolaylıkla renk değiştirirler. Derilerini sarı, yeşil tonları, kırmızı tonları, kestane rengi ve siyaha çevirebilirler; benekler, çizgiler oluşturabilirler. Uzunlukları 8–60 cm arasında değişse de genellikle 30 cm civarındadır. Çok yavaş yürürler. Ayakları ve kuyrukları dalları kavrayabilir.
Renk değiştirme.
Bazı bukalemun türleri deri renklerini değiştirebilir. Farklı bukalemun türleri kendi renklemelerini ve modellerini pembe, mavi, kırmızı, turuncu, yeşil, siyah, kahverengi, açık mavi, sarı, turkuaz ve mor renk birleşimleri yoluyla değiştirebilirler. Bukalemun derisi pigmentler içeren bir yüzeysel tabakaya sahiptir ve tabakanın altı guanine kristalli hücrelerdir. Bukalemunlar deri rengini değiştiren kristallerden yansıyan ışığın dalga boyunu değiştiren guanine kristalleri arasındaki boşluğu değiştirerek renk değiştirirler.
Bukalemunlardaki renk değişimi kamuflajda işlevlere sahiptir ama en yaygın olarak sosyal sinyalizasyonda ve sıcaklık ile ışık gibi çevresel şartlara karşı tepkilerde görülür. Bu işlevlerin asıl önemi türlerin yanı sıra koşullarla birlikte değişir. Renk değişimi bukalemunun fizyolojik durumunu ve niyetlerini diğer bukalemunlara işaret eder.
Bukalemunlar diğer bukalemunlara saldırganlık gösterdiğinde daha parlak, vazgeçtiklerinde ya da itaat ettiklerinde daha koyu renkler göstermeye eğilimlidirler. Bazı türler, özellikle Madagaskar ve yağmur ormanı habitatlarındaki bazı Afrikalı cinslerinin kafatası yumrucukları kemiklerden türeyen ve muhtemelen işaretleme rolüne hizmet eden mavi floresana sahiptir.
Dağılım.
Afrika, Madagaskar, Hindistan, Sri Lanka, Akdeniz kıyıları ve İspanya'nın güneyinde yaşayan 80'den fazla türü vardır.
Türkiye'de Bayağı bukalemun ("Chamaeleo chamaeleon") kuzeyde İzmir'den güneye doğru Ege sahilleri ile bütün Akdeniz sahil bölgesininde yayılmıştır fakat çok ender rastlanır.
Beslenme.
Genellikle karınca, böcek ve benzeri canlılarla beslenirler.
Üreme.
Bukalemunlarda 2 tip üreme görülür: Canlı ve yumurtlayarak. Çiftleşmeden sonra 3-6 hafta içinde yumurtalar dişi tarafından açılan çukurlara bırakılır. Yavrular 7-8 ay içerisinde yumurtadan çıkarlar.
Kaynakça.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15767",
"len_data": 3062,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Karınca, karıncalar (Formicidae) familyasını oluşturan, yaban arıları ve arılarla birlikte zar kanatlılar (Hymenoptera) takımında yer alan, sosyal yaşam gösteren böceklere verilen ortak addır. Karıncalar, Kretase Dönemi'nin ortalarında, 110 ile 130 milyon yıl önce yaban arısına benzeyen hayvanlardan türemiş ve çiçekli bitkilerin ortaya çıkışından sonra çeşitlenmiştir. Günümüzde 12.000'den fazla türü sınıflandırılmıştır ve yaklaşık 14.000 civarında türü olduğu sanılmaktadır. Dirsekli antenleri ve ince bellerini oluşturan düğümsü yapıları ile kolaylıkla tanınırlar.
Karıncalar, boyutları küçük doğal boşluklarda yaşayan birkaç düzine avcı bireyden, çok büyük bölgeleri kaplayan ve sayıları milyonlarca bireyi içeren oldukça yüksek oranda organize kolonilere kadar oluşan topluluklar içinde yaşarlar. Büyük koloniler çoğunlukla "işçi" ve "asker" sınıflarını oluşturan kısır dişilerden oluşur. Bu kolonilerde aynı zamanda verimli erkekler ile bir ya da daha fazla ve "kraliçe" adı verilen verimli dişiler de bulunur. Bu koloniler bazen "süperorganizmalar" olarak tanımlanır çünkü karıncalar tek bir vücut hâlinde koloniyi desteklemek için bir arada çalışırlar.
Karıncalar (Dünya) üzerinde hemen hemen her kara parçasında bulunur. Kendine özgü karınca türleri bulunan ender yerler Antarktika ile birlikte bazı uzak ve uygun olmayan adalardır. Karıncalar ekosistemlerin çoğunda yaşayabilir ve kara hayvanları biyokütlesinin yaklaşık %15 ile %25'ini oluştururlar. Bu başarıları sosyal örgütlenmelerine, yaşam alanlarını değiştirebilmelerine, kaynaklardan yararlanmalarına ve kendilerini savunmalarına bağlanmıştır. Diğer türlerle birlikte geçirdikleri uzun evrim sürecinde, benzerlik, ortakçılık, asalaklık ve karşılıklılık içeren türler arası ilişkiler geliştirmişlerdir.
Özellikler.
Karıncalar biçim bilimi açısından, dirsekli duyargaları, metaplöral bezleri ve ikinci karın kısımlarının düğüm şeklinde bir petiyol ile bağlanması ile diğer böceklerden ayrılırlar. Kafa, mesosoma ve metasoma ya da gaster, üç ayrı gövde kısmıdır. Petiyol, mesosoma (toraks ile buna kaynamış olan ilk karın bölgesi) ile gaster (petiyol dışında kalan karın bölgesi) arasında ince bir bel oluşturur. Petiyol bir ya da iki düğümden oluşabilir.
Diğer böcekler gibi karıncaların da gövdeleri etrafında koruyucu görevi gören ve kasların bağlanmasını sağlayan bir dış iskeletleri vardır. Böceklerin akciğerleri yoktur ve oksijen ile karbondioksit gibi gazlar, dış iskeletten spirakulum denen küçük deliklerden geçer. Böceklerin aynı zamanda kapalı kan damarları da yoktur bunun yerine gövdelerinin üst kısmında bir kalp gibi iç sıvıların dolaşımını sağlayarak kafaya doğru hemolenfi pompalayan ince ve uzun delikli bir tüp bulunur. Sinir sistemi gövde boyunca uzanan, birkaç düğümü bulunan ve gövdeye bağlı organlara dallarla ayrılan bir ventral sinir telinden oluşur.
Bir karıncanın kafasında birçok algı organı bulunur. Birçok böcek gibi karıncalarda birbirine bağlı sayısız küçük lenslerden oluşan petek göz vardır. Karıncaların gözleri hızlı hareketleri tespit etmede iyi olsa da optik çözünürlüğü yüksek değildir. Ayrıca kafalarının üstünde ışık düzeylerini ve polarizasyonu ayırdeden üç küçük sade göz de bulunur. Omurgalılarla kıyaslandığında karıncaların görüşü kötü ile orta düzey arasındadır, hatta yeraltında yaşayan bazı türler tamamen kördür. Avustralya'da yaşayan Myrmecia cinsi gibi bazı karıncaların görüşü ise oldukça iyidir. Kafalarına bağlı olan iki anten kimyasalları, hava akımlarını ve titreşimleri algılar ve dokunma yoluyla sinyal iletişimine olanak sağlar. Kafada yiyecek taşımaya, nesneleri hareket ettirmeye, yuva kurmaya yarayan ve aynı zamanda savunma amaçlı kullanılan iki kuvvetli çene bulunur. Bazı türlerde ağzın içinde bulunan küçük keselerde besin saklanabilir ve bu besin diğer karıncalara ya da larvalarına verilebilir.
Sınıflandırma.
Taksonomi.
Karınca familyasına bağlı taksonlar (2022):
Altfamilyalar:
Cinsler:
Evrim.
Formicidae familyası, içinde yaprak arıları, arılar ve yaban arılarını da barındıran Hymenoptera takımında yer alır. Karıncalar, Vespoidea yaban arılarını da içinde barındıran ortak bir atadan türemiştir. Filogenetik analizler karıncaların Kretase Dönemi'nin ortalarında, yaklaşık 110 ile 130 milyon yıl önce ortaya çıktığını gösterir. Yaklaşık 100 milyon yıl önce çiçekli bitkilerin ortaya çıkmasından sonra karınca türleri çeşitlenmiş ve 60 milyon yıl önce ekolojik üstünlüğüne erişmiştir.
1966 yılında, E.O. Wilson ve meslektaşları Kretase Dönemi'nde yaşamış olan bir karıncanın ("Sphecomyrma freyi") fosil kalıntılarını tanımladılar. Kehribar içinde kalmış olan fosil örneği 80 milyon yıl öncesinden kalmaydı ve hem karıncaların hem de yaban arılarının ortak özelliklerini gösteriyordu.
Kretase Dönemi'nde kuzey yarımkürede bulunan süperkıta Laurasia üzerinde yalnızca birkaç ilkel karınca türü yaygındı. Tüm böcek popülasyonunun yalnızca %1'ini oluşturuyorlardı. Karıncalar Tersiyer Dönemi'nin başlarında, çevresel koşullara uyarak, doğal seleksiyon sonucu baskın tür olmuşlardır. Oligosen ve Miyosen dönemlerinde karıncalar bulunan tüm fosil kalıntılarının %20 ile %40'ını oluşturur. Eosen Dönemi'nde yaşamış karınca cinslerinin onda biri günümüze kadar gelmiştir. Baltık bölgesi kehribarlarında bulunan karınca fosillerinde rastlanan cinslerin %56'sı, Dominik Cumhuriyeti kehribarlarında bulunanların ise %92'si günümüze kadar gelmiştir.
Termitler karıncalar ile yakın akraba değildir ve Isoptera takımında yer alırlar. Sosyal yaşamlarının bazı yönleri karıncalarla benzerlik taşır. Karınca arıları büyük karıncalara benzer ama kanatsız dişi yaban arılarıdır.
Dağılım ve habitat.
Karıncalar, Antarktika ve Grönland, İzlanda gibi bazı büyük adalar dışında tüm kıtalarda yaşar, Polinezya'nın bazı bölümleri ve Hawaii Adaları gibi adalarda ise kendine özgü türler yoktur. Karıncalar ekolojik nişlerin geniş bir kesiminde bulunur ve doğrudan ya da dolaylı otçul, avcı ve leşçi olarak çok kapsamlı besin kaynaklarından yararlanır. Türlerin çoğunluğu genel hepçildir ama bazı türler besin konusunda özelleşmiştir. Ekolojik baskınlıkları biyokütleleriyle ölçülebilir. Çeşitli ortamlarda yapılan tahminler ortalama biyokütlelerinin, kara üstünde yaşayan tüm hayvanların %15-20 arasında olduğunu ortaya koyar. Bu biyokütle omurgalı hayvanların biyokütlesinin üzerindedir.
Karıncaların boyutları 0,75 mm ile 52 mm arasındadır. Çoğunlukla kırmızı ve kara renkli olan karıncalar çeşitli renklerdedir, yeşil renge daha az rastlanır ve bazı tropik türlerin metalik bir parlaklığı vardır. Günümüzde 12.000'den fazla karınca türü sınıflandırılmıştır ve türlerin 14.000 civarı olduğu sanılmaktadır. En çok çeşitlilik tropiklerdedir. Karıncaların sınıflandırılması konusunda taksonomik çalışmalar devam etmektedir. "AntBase" ve "Hymenoptera Name Server" gibi çevrimiçi bilgi bankaları bilinen ve yeni keşfedilen karınca türlerini izlemeye yardımcı olmaktadır. Kolay bulunmaları ve incelenebilmeleri nedeniyle, biyoçeşitlilik çalışmalarında karıncalar belirleyici türler olarak kullanılmaktadır.
Türkiye'deki durumu.
2020 yılında yayımlanan listeye göre, Türkiye'de tür ve alt türler olmak üzere 362 farklı çeşit karınca bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15768",
"len_data": 7157,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.75
}
|
Özbekistan, resmî adıyla Özbekistan Cumhuriyeti (Özbekçe: "Oʻzbekiston Respublikasi"), Orta Asya'da bir ülkedir. Yedi bağımsız Türk devletinden biridir. Kuzeyde Kazakistan, kuzeydoğuda Kırgızistan, güneydoğuda Tacikistan, güneyde Afganistan ve güneybatıda Türkmenistan ile komşudur. Lihtenştayn ile birlikte sadece denize kıyısı olmayan ülkelere sınırı bulunan iki ülkeden biridir. Seküler ve üniter bir cumhuriyet olan Özbekistan 12 il ve bir özerk cumhuriyete (Karakalpakistan) ayrılmıştır. Başkenti Taşkent'tir. Ülke tarihî önemi ve stratejik konumu nedeniyle zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Halkın %85'i Özbekçe konuşur. Rusça, yönetimde ve ülkenin farklı etnik grupları arasında ortak dil olarak kullanılmaktadır. Ayrıca Tacik ve Kazak azınlıklar bulunur. Ülkede İslam en yaygın dindir, bunu %5 ile Rus Ortodoksluğu takip eder. Müslümanların çoğu Hanefilik mezhebindendir. Özbekistan, Türk Devletleri Teşkilatı, BDT, BM, AGİT, ŞİÖ üyesidir.
Günümüz Özbekistan toprakları antik dönemde İran dillerinin konuşulduğu Mâverâünnehir ve Turan bölgelerinin parçasıydı. Kaydedilmiş ilk yerleşimciler olan Doğu İran kökenli İskitler; MÖ 8-6. yüzyıllarda Harezm, Baktriya ve Soğdya bölgelerinde, MÖ 3-MS 6. yüzyıllarda ise Fergana ve Margiyana bölgelerinde egemenlik kurdular. Bölge 7. yüzyıldaki, Müslümanların İran'ı fethine kadar Pers Ahameniş İmparatorluğu, Grek-Baktriya Krallığı, Part İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu'nun parçası oldu. Fethin ardından İslam bölgede yayıldı. Aynı dönemde Semerkant, Hive ve Buhara gibi şehirler İpek Yolu sayesinde zenginleşti. İslam'ın Altın Çağı'nda Buhârî, Tirmizî, Birûni ve İbn-i Sina gibi dönemin önde gelen bilim ve ilim adamları bu şehirlerde yetişti. 13. yüzyılda, bölgeye hâkim olan Harezmşahlar Orta Asya'nın tümü ile birlikte Moğol istilalarına yenik düştü. Moğol ordularına katılmış olan Türk boyları bölgeye yerleşerek Özbekistan'ı Türkleştirdiler. 14. yüzyılda kurulan Timur İmparatorluğu'nun başkenti Semerkant, Uluğ Bey devrinde önemli bir bilim merkezi hâline geldi. Bu dönem tarihçiler tarafından Timurlu Rönesansı olarak tanımlanır. İmparatorluk 16. yüzyılda Özbek Şeybânîler tarafından yıkıldı ve bölgede Buhara, Hokand ve Hive hanlıkları kuruldu. Timurlu hanedanından Babür, Hindistan üzerinde egemenlik kurdu.
19. yüzyılda Orta Asya Rus İmparatorluğu'nun kontrolüne geçti. Taşkent bu dönemde Rus Türkistanı'nın başkenti oldu. Sovyetler Birliği 1924'te Sovyet Orta Asyası'nı parçalayarak Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni kurdu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından 1991'de Özbekistan Cumhuriyeti ilan edildi.
Ülkeyi kuruluşundan 2016'ya dek yönetmiş olan İslam Kerimov döneminde Özbekistan'ın insan hakları ve bireysel özgürlükler konusunda politikaları uluslararası kuruluşlar tarafından ağır biçimde eleştirildi. Ancak Kerimov'un 2016'daki ölümünün ardından yeni cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev ülkede yaygın olan pamuk köleliği ve çocuk işçiliği konularında reformlara girişti. Serbest ekonomiye geçiş için çalışmalar başlattı ve Özbekistan'ın komşularıyla ilişkileri iyileşti. Uluslararası Af Örgütü 2017/18'de önceki dönemdeki baskıcı uygulamaların ve hukuksuzlukların sadece kalıntılarının kaldığını raporladı. 2020 BM raporu da iyileşmelerin gerçekleştiğini doğruladı.
Özbek ekonomisi hâlen serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecindedir. Ülkenin dış ticaret politikası ithal ikamesine (ithalat ürünlerinin yurt içinde üretilmesi) dayanır. Özbekistan dünyanın en büyük pamuk ihracatçılarından biridir. Sovyet Dönemi'nden kalan dev enerji üretim tesisleri ve doğal gaz kaynakları ülkenin Orta Asya'daki en büyük elektrik üreticisi olmasını sağlamıştır. Ülke Türk Konseyi, TÜRKSOY, BDT, OSCE, BM ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyesidir.
Tarih.
Özbekistan Tarihi.
Orta Asya'da yaşadığı bilinen ilk insanlar, MÖ 1. binyılda bugün Özbekistan olarak bilinen yerin kuzey otlaklarından gelen İskitlerdi. Bu göçebeler bölgeye yerleştiklerinde nehirler boyunca geniş bir sulama sistemi inşa ettiler. Bu dönemde Buhara ve Semerkant gibi şehirler yönetim ve yüksek kültür merkezleri olarak ortaya çıktı. MÖ 5. yüzyılda Baktriya ve Soğdya devletleri bölgeye hakim oldular.
Doğu Asya ülkeleri Batı ile ipek ticaretini geliştirmeye başlayınca, Pers şehirleri bu ticaretten yararlanarak ticaret merkezleri haline geldi. Maveraünnehir eyaletinde ve daha doğuda bugün Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde geniş bir şehir ve kırsal yerleşim ağını kullanan Soğdlu aracılar, bu İranlı tüccarların en zengini oldular. İpek Yolu olarak bilinen yerdeki bu ticaretin bir sonucu olarak Buhara ve Semerkant sonunda son derece zengin şehirler haline geldi ve zaman zaman Maveraünnehir, antik çağın en etkili ve güçlü Pers eyaletlerinden biri oldu.
MÖ 327'de Makedon hükümdarı Büyük İskender, modern Özbekistan topraklarını içeren Pers İmparatorluğu'nun Sogdiana ve Baktriya eyaletlerini fethetti. Halk direnişi şiddetli olduğundan ve İskender'in ordusunun Makedonya Greko-Baktriya Krallığı'nın kuzeyi haline gelen bölgede batağa saplanmasına neden olduğundan, bu fetih İskender'e pek yardımcı olmadı. Krallık, MÖ 1. yüzyılda Yuezhi egemenliğindeki Kuşan İmparatorluğu ile değiştirildi. Yüzyıllar boyunca Özbekistan bölgesi, Part İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu da dahil olmak üzere Pers imparatorluklarının kontrolünde kaldı. Daha sonra Eftalitler ve Göktürk halkları bölgede kontrolü sağladı.
Yedinci yüzyıldan itibaren Müslüman fetihleri, Arapların İslam'ı Özbekistan'a getirmelerine yardımcı oldu. Aynı dönemde İslam dini göçebe Türk halkları içinde yayılmaya başladı. Sekizinci yüzyılda, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasındaki bölge olan Maveraünnehir, Araplar tarafından fethedildi ve İslam'ın Altın Çağı'dan hemen sonra bir odak noktası haline geldi. Bu dönemde bilginlerin başarıları arasında trigonometrinin modern biçimine ulaşması, optikte, astronomide ve ayrıca şiir, felsefe, sanat, hat sanatındaki ilerlemeler vardı ve Müslüman Rönesansı bu bölgede yayıldı.
Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Maveraünnehir, Samanoğulları Devleti'ne dahil oldu. Daha sonra Maveraünnehir, Türklerin yönettiği Karahanlıların yanı sıra Selçuklular ve Karahıtayların kontrolüne geçti.
13. yüzyılda Cengiz Han yönetimindeki Moğol İmparatorluğu bölgeyi fethetti. Orta Asya'nın Moğol istilası Buhara, Semerkand, Ürgenç şehirlerinin işgalleri toplu katliamlara ve Harezmi'nin bazı bölümlerinin tamamen yerle bir edilmesi gibi benzeri görülmemiş bir yıkıma yol açtı.
Cengiz Han'ın 1227'de ölümünün ardından imparatorluğu dört oğlu ve aile üyeleri arasında paylaştırıldı. Maveraünnehir'in çoğunun kontrolü Cengiz Han'ın ikinci oğlu Çağatay Han'ın doğrudan soyundan gelenlerin elinde kaldı. Çağatay topraklarında düzenli bir ardıllık, refah ve iç barış hüküm sürdü ve Altın Orda Devleti kuruldu.
Bölgeye daha sonra Özbek Hanlığı ve Timur İmparatorluğu hakim oldu. Timur, fethettiği geniş topraklardan çok sayıda zanaatkâr ve bilgini başkenti Semerkant'ta bir araya getirerek, böylece imparatorluğuna zengin bir kültürü aşıladı. Onun hükümdarlığı ve soyundan gelenlerin hükümdarlığı sırasında, Semerkant'ta ve diğer nüfus merkezlerinde çok çeşitli dini ve saray inşaat başyapıtları üstlenildi. Timur'un Torunu Uluğ Bey, dünyanın ilk büyük astronomlarından biriydi. Timurlu hanedanlığı döneminde Çağatay Türkçesi edebi bir dil olarak kabul gördü. Ali Şir Nevai 15.yy'da Herat şehrinde edebiyat faaliyetlerini sürdürdü.
Daha sonrasında ise bölge Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilinceye kadar Buhara Emirliği, Hive Hanlığı ve Hokand Hanlığı gibi devletlerin kontrolüne girdi. 1920'nin başlarında, Orta Asya sıkı bir şekilde Rusya'nın elindeydi ve Bolşeviklere karşı bazı erken direnişlere rağmen Özbekistan ve Orta Asya'nın geri kalanı Sovyetler Birliği'nin bir parçası oldu. 27 Ekim 1924'te Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1941'den 1945'e kadar 2. Dünya Savaşı sırasında Özbekistan'dan 1.433.230 kişi Kızıl Ordu'da Nazi Almanya'sına karşı savaştı.
Özbeklerin Tarihi.
Özbek ulusu ilk olarak Cengiz Han'ın torunu Şiban'ın soyundan gelen Ebü'l-Hayr Han'ın önderliğinde Deşt-i Kıpçak'taki çeşitli Türk boyları ve kabilelerinin Özbek/Şeybani Hanlığı etrafında örgütlenmesiyle oluşmuştur. Hanlık, Ebü'l-Hayr Han'ın vefatından sonra bir süre karışıklık içinde kalmış ve Özbekler dağılmışlardır. Torunu ve Şah Budak'ın oğlu Şeybânî Han, dağınık hâldeki Özbekleri birleştirmiş ve seferler düzenlemiştir. Timurlu Devleti'ndeki taht kavgalarından yararlanan Şeybânî Han, Mâverâünnehir ile Harezm'i ele geçirip Timurlu Devletini yıkmış ve Hanlığın başkentini Buhara'ya taşımıştır. Bundan sonra Timurlu halkı da Özbek ulusuna girmiş ve Deşt-i Kıpçak'tan gelen bu göçebe Özbekler Timurlu topraklarına yerleşmiştir, bu Türk topluluklarının kültürel etkileşimiyle günümüzdeki Özbekler teşkil olmuştur.
Bağımsız Özbekistan Devleti.
Özbekistan, 20 Haziran 1990'da egemenliğini, 1 Eylül 1991'de bağımsızlığını ilan etmiştir. 29 Aralık 1991 tarihinde düzenlenen referandumla bağımsızlık ilanı onaylanmıştır. Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra gelişmiş ülkelerle özellikle ekonomik anlamda ilişkiler kurmuştur. Özbekistan zengin yer altı kaynaklarını diğer ülkelere satma imkânı bulmuştur. Özbekistan çok eskiye dayanan köklü devlet geleneği sayesinde bağımsızlığını kazandıktan kısa süre sonra Orta Asya'nın güçlü devleti hâline gelmiştir ve günümüzde de Orta Asya liderliği konusunda Kazakistan ile rekabet hâlindedir. Bağımsızlığından 2 Eylül 2016 tarihindeki ölümüne kadar devlet başkanlığını İslam Kerimov yürütmüştür. Bugün Özbekistan cumhurbaşkanlığı görevini, 4 Aralık 2016 tarihinde cumhurbaşkanı olarak seçilen Şevket Mirziyoyev yürütmektedir.
Coğrafya.
Özbekistan 447.400 kilometre karelik bir alana sahiptir. Bölgeye göre dünyanın 56., nüfusa göre ise 40. büyük ülkesidir. Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri arasında, bölgeye göre dördüncü ve nüfusa göre ikinci en büyük ülkedir.
Özbekistan 37° ve 46° Kuzey enlemleri ile 56° ve 74° Doğu boylamları arasında yer alır. Batıdan doğuya 1.425 kilometre ve kuzeyden güneye 930 kilometre uzanır. Kuzey ve kuzeybatıda Kazakistan ve Aralkum Çölü (eski adıyla Aral Denizi), güneybatıda Türkmenistan ve Afganistan, güneydoğuda Tacikistan ve kuzeydoğuda Kırgızistan ile sınır komşusu olan Özbekistan, Orta Asya'nın en büyük ülkelerinden biridir.
Özbekistan sıcak, kurak ve Denize kıyısı olmayan ülkeler'den biridir. Ayrıca, bir dizi endoreik havza içindeki konumu nedeniyle nehirlerinin hiçbiri denize çıkmaz. Topraklarının %10'undan daha azı, nehir vadilerinde ve vahalarda ve daha önce dünyanın en kötü çevre felaketlerinden birinde büyük ölçüde kurumuş olan Aral Denizi'nde yoğun bir şekilde ekilen sulu arazidir. Toprakların kalanı geniş bir araziyi kaplayan Kızılkum Çölü ve dağlardan oluşur. Özbekistan'da iklim karasaldır ve yılda çok az yağış beklenir (100-200 milimetre veya 3,9-7,9 inç). Ortalama yaz yüksek sıcaklığı 40 °C olma eğilimindeyken, ortalama kış düşük sıcaklığı -23 °C civarındadır.
Sirderya (Seyhun) ve Amuderya (Ceyhun) en önemli nehirleridir. Ayrıca, Surhanderya, Karaderya, Zerefşan, Kaşkaderya ve Narin deryaları da bulunmaktadır. En büyük gölü Aral'dır. Aral Gölü ayrıca, Sovyet dönemindeki yanlış tarım politikaları sonucunda bugün Özbekistan için büyük bir çevre felaketi doğurmuştur. Özbekistan'ın Aral Gölü'ne bitişik bölgesi olan Karakalpakistan'da yüksek tuzluluk ve toprağın ağır elementlerle kirlenmesi yaygındır. Ülkenin su kaynaklarının büyük bir kısmı, su kullanımının yaklaşık %84'ünü oluşturan ve yüksek toprak tuzluluğuna katkıda bulunan çiftçilik için kullanılmaktadır. Bölgede yoğun olarak görülen pamuk yetiştiriciliğinde yoğun pestisit ve gübre kullanımı toprak kirlenmesini daha da kötüleştirir.
Demografi.
Diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi iklimi, yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve karasal iklimdir.
1 Ocak 2025 itibarıyla Özbekistan'ın daimi nüfusu 37.543.167 bin kişiydi
Böylece 2024 yılı nüfus artışı %2 veya 743,4 bin kişi olmuştur. Bu veriler Özbekistan Devlet Başkanlığı'na bağlı İstatistik Ajansı tarafından sunulmuştur. Toplam nüfusun 18,9 milyonu (%50,4) erkek, 18,6 milyonu (%49,6) kadındır. Nüfusun çoğunluğunu %84,4'ünü oluşturan Özbekler oluşturmaktadır. Özbekistan, yaklaşık 130 millet ve etnik grubun temsilcilerinin yaşadığı çok uluslu bir cumhuriyettir.
Diğer Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi, Özbekistan Cumhuriyeti'nin nüfusu da nispeten "genç"tir, çoğunluğu çalışma çağındadır. Toplam nüfusun %42'si çalışma çağının altındaki gençlerden, %51'i çalışma çağında, %7'si çalışma çağından büyüktür.
2021 yılında Özbekistan nüfusunun etnik yapısı:
1996 CIA World Factbook verilerine göre Özbekistan etnik dağılımında Özbekler %80, Ruslar %5,5, Tacikler %5'lik orana sahiptir. Nüfusun %96'sı Müslüman’dır. Ülkede %2 oranında Ortodoks nüfus yaşamaktadır. %2 oranında diğer dinlere mensup insan bulunmaktadır.
Dil.
Ülkenin resmi dili olan Özbekçe, Uygur diline yakın Türk dillerinden biridir ve her ikisi de Türk dil ailesinin Karluk grubuna ait bir Türk dilidir. Tek resmi ulusal dildir ve 1992'den beri resmi olarak Latin alfabesiyle yazılmaktadır.
1920'lerden önce Özbeklerin yazı diline Türki dili (Çağatay Türkçesi) de deniliyordu ve Nestâlik yazı stiliyle Arap alfabesi kullanılarak yazılıyordu. 1926'da Latin alfabesi tanıtıldı ve 1930'lar boyunca çeşitli revizyonlardan geçti. Son olarak, 1940 yılında, Kiril alfabesi Sovyet yetkilileri tarafından tanıtıldı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar kullanıldı.
Türk dil ailesinin Kıpçak grubuna ait olan ve dolayısıyla Kazakçaya daha yakın olan Karakalpakça, başta Karakalpakistan Cumhuriyeti olmak üzere yarım milyon kişi tarafından konuşulmakta ve bu topraklarda resmi bir statüye sahip olan bir dildir.
Din.
Özbekistan laik bir ülkedir ve anayasasının 61. Maddesi, dini örgüt ve derneklerin devletten ayrı ve kanun önünde eşit olacağını belirtmektedir. Devlet, dini derneklerin faaliyetlerine müdahale edemez. Özbekistan halkı Sovyetler Birliği dönemleri diğer birlik üyeleri gibi devlet ateizmi içinde yaşamıştır. Bağımsızlığın ardından herkesin dininin özgürce yaşayacağı laik bir devlet haline gelmiştir.
2020 Pew Araştırma Merkezi projeksiyonuna göre, Özbekistan nüfusunun %97,1'inin Müslümandır ve Rus Ortodoks Hristiyanlar nüfusun %2,0'sini oluşturur. 1990'ların başında ülkede tahminen 93.000 Yahudi yaşıyordu.
Eğitim.
Özbekistan'ın yüksek bir okuryazarlık oranı vardır: 15 yaş üstü yetişkinlerin %99,9'u okuma yazma bilmektedir. Öğrenciler okul yılı boyunca pazartesiden cumartesiye kadar okula devam etmekte ve resmi eğitim 11. sınıfın sonunda sona ermektedir. Özbekistan İstatistik Ajansı'na göre, 2022/2023 okul yılının başında Özbekistan'daki genel eğitim kurumlarının sayısı 10.522 idi. Son zamanlarda birkaç ortaokul, uzmanlık okulu, mıknatıs okulu, spor salonu, lise ve dil ve teknik spor salonu kurulmuştur. Orta mesleki eğitim, uzmanlık mesleki veya teknik okullarda, lise veya kolejlerde ve meslek okullarında verilmektedir. 2022/2023 okul yılının başında, genel ortaöğretim kurumlarındaki öğrenci sayısında erkek öğrencilerin payı %51,3, kız öğrencilerin payı ise %48,7 idi.
Özbekistan'da çok sayıda üniversite, enstitü, akademi, konservatuvar, kolej ve yüksek öğrenim kurumu bulunmaktadır. Üç ana seviye vardır: seçilen çalışma alanının temellerini sağlayan ve lisans derecesine götüren temel yüksek öğrenim; öğrencilere uzman diploması verilen uzmanlaşmış yüksek öğrenim; ve yüksek lisans derecesine götüren bilimsel ve pedagojik yüksek öğrenim. Lisansüstü eğitim, bilim adayı derecesine ve bilim doktorası (PhD) derecesine götürebilir. Eğitim ve Yüksek Öğrenim Yasalarının kabul edilmesiyle özel bir sektör yaratıldı ve çeşitli özel kurumlar lisans aldı.
Özbekistan'da 2019 yılında eğitime yönelik kamu harcamaları GSYİH'nın %5,6'sını ve 2021 yılında GSYİH'nın %6,2'sini oluşturdu. 2019 yılında toplam eğitim harcamalarının en büyük payı ortaöğretime (yaklaşık %65), okul öncesi eğitime (%21), yüksek öğrenime (%10) ve ortaöğretim özel eğitime (%4) harcandı.
2023 yılında UNICEF, hükümetin, kalkınma ortaklarının, öğretmenlerin, velilerin, öğrencilerin ve okul topluluklarının çabalarını bir araya getirerek dönüştürücü kaliteli eğitim için belirlenen stratejik hedeflere ulaşmayı amaçlayan bir Eğitim Reformu Yol Haritası geliştirmede Özbekistan Hükümeti'ni destekledi .
Siyaset.
Özbekistan'ın 1991'de Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan etmesinin ardından bir seçim yapıldı ve 29 Aralık 1991'de İslam Kerimov Özbekistan'ın ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 1994 yılında 16. Yüksek Sovyet'in aldığı bir kararla Âli Meclis (Parlamento veya Yüksek Meclis) seçimleri yapıldı. O yıl, Yüksek Sovyet'in yerini Âli Meclis aldı. Kerimov'un ilk başkanlık dönemi referandumla 2000 yılına uzatıldı ve 2000, 2007 ve 2015'te yeniden seçildi ve her seferinde oyların %90'ından fazlasını aldı.
Devlet Başkanı İslam Kerimov'un 2 Eylül 2016'daki ölümünün ardından Âli Meclis, Başbakan Şevket Mirziyoyev'i geçici olarak başkanlığa atadı. Mirziyoyev daha sonra Aralık 2016 başkanlık seçimlerinde oyların% 88,6'sını alarak ülkenin ikinci devlet başkanı seçildi ve 14 Aralık'ta yemin ederek görevine başladı. Başbakan Yardımcısı Abdulla Aripov onun yerine başbakan oldu.
Askeri.
65.000'e yakın askeriyle Özbekistan, Orta Asya'daki en büyük silahlı kuvvetlere sahiptir. Askeri yapı büyük ölçüde Sovyet ordusu'nun Türkistan Askeri Bölgesi'nden miras kalmıştır. Özbek Silahlı Kuvvetlerinin teçhizatı standarttır, çoğunlukla Sovyet sonrası mirastan ve yeni hazırlanmış Rus ve bazı Amerikan teçhizatından oluşur.
Hükûmet, eski Sovyetler Birliği'nin silah kontrolü yükümlülüklerini kabul etti, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'na katıldı (nükleer olmayan bir devlet olarak) ve ABD Savunma Tehditlerini Azaltma Ajansı'nın (DTRA) Batı Özbekistan'daki aktif programını destekledi (Nukus ve Vozrozhdeniye Adası). Özbekistan Hükûmeti, GSYİH'nın yaklaşık %3,7'sini orduya harcıyor, ancak 1998'den bu yana giderek artan bir şekilde Yabancı Askeri Finansman (FMF) ve diğer güvenlik yardımı fonları alıyor.
ABD'deki 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından Özbekistan, ABD Merkez Komutanlığının Özbekistan'ın güneyindeki Karşı-Hanabad hava üssüne erişim talebini onayladı. Ancak Özbekistan, Andican katliamı ve ABD'nin bu katliama tepkisinin ardından ABD'nin hava üslerinden çekilmesini talep etti. Son ABD birlikleri Kasım 2005'te Özbekistan'dan ayrıldı. 2020'de, eski ABD üssünün orada konuşlanmış ABD personelinde alışılmadık derecede yüksek kanser oranlarına neden olabilecek radyoaktif maddelerle kirlendiği ortaya çıktı. Ancak Özbekistan hükûmeti böyle bir vakanın daha önce yaşanmadığını öne sürerek bu açıklamayı yalanladı.
23 Haziran 2006'da Özbekistan, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü'ne (CSTO) tam katılımcı oldu, ancak CSTO'ya Haziran 2012'de üyeliğini askıya almasını bildirdi.
Ekonomi.
Özbekistan yılda 80 ton altın çıkarmakta olup, dünyada yedinci sıradadır. Özbekistan'ın bakır yatakları dünyada onuncu, uranyum yatakları ise on ikinci sıradadır. Ülkenin uranyum üretimi küresel olarak yedinci sıradadır.
Özbek ulusal gaz şirketi Uzbekneftegaz, yıllık üretimle doğal gaz üretiminde dünyada 11. sırada yer almaktadır. Ülkenin önemli miktarda kullanılmamış petrol ve gaz rezervleri vardır: Özbekistan'da 98 kondensat ve doğal gaz yatağı ve 96 gaz kondensat yatağı dahil olmak üzere 194 hidrokarbon yatağı bulunmaktadır.
Özbekistan ekonomisi, serbest piyasa ekonomisine geçmeye çalışan bir geçiş ekonomisidir. Tarım ve imalat sanayi GSYİH'nin yaklaşık dörtte birini oluşturarak ekonomiye eşit katkı sağlamaktadır. Özbekistan büyük bir pamuk üreticisi ve ihracatçısı olup aynı zamanda önemli bir altın üreticisidir.
İletişim.
Özbekistan'da Devlet Televizyon Radyo Şirketi televizyon ve radyo yayını yapar. Sadece devlet kanalları değil özel kanallar da vardır. Bunlardan bazıları M5, millî Tv, Sevimli, Zo'r TV kanallarıdır. Devlet kanallarının bazıları Özbekistan, Navo, Bolajon, Taşkent, Kinoteatr, Yoshlar, Medeniyet ve Marifet, Dünya Böyle ve Spor TV kanallarıdır. Şirketin HD ve yerel kanalları vardır. Özbekistan'da 3 adet devlet ve 18 adet özel ve 5 adet yabancı olmak üzere toplam 26 adet banka bulunmaktadır. Ülkenin Artel adlı elektronik markası vardır.
Resmi kaynak raporuna göre, 1 Temmuz 2007'de 3,7 milyon olan Özbekistan'daki cep telefonu kullanıcı sayısı 10 Mart 2008 itibarıyla 7 milyona ulaştı. 2017'de mobil kullanıcı sayısı 24 milyondan fazlaydı. Abone sayısı açısından en büyük cep telefonu operatörü MTS-Özbekistan'dır.
2019 itibarıyla, tahmini internet kullanıcı sayısı 22 milyondan fazlaydı veya nüfusun yaklaşık %52'siydi.
Özbekistan'da İnternet Sansürü var ve Ekim 2012'de hükûmet proxy sunucularına erişimi engelleyerek internet sansürünü sertleştirdi. Sınır Tanımayan Gazeteciler, Özbekistan hükûmetini "İnternetin Düşmanı" olarak adlandırdı ve Arap Baharı'nın başlamasından bu yana hükûmetin internet üzerindeki kontrolü önemli ölçüde arttı.
Özbekistan'da basın otosansür uyguluyor ve yabancı gazeteciler, resmi raporlara ve resmi olmayan ve tanık ifadelerine göre birkaç yüz kişinin tahminine göre, hükûmet birliklerinin protestocu kalabalığına ateş açarak 187 kişiyi öldürdüğü 2005 Andican katliamından bu yana kademeli olarak ülkeden sınır dışı edildi.
Ulaşım.
Ülkenin başkenti ve en büyük şehri olan Taşkent'in 1977'de inşa edilen ve Sovyetler Birliği'nden on yıllık bağımsızlığının ardından 2001'de genişletilen dört hatlı bir metrosu var. Özbekistan ve Kazakistan şu anda Orta Asya'da metro sistemine sahip iki ülke. Eski Sovyetler Birliği'ndeki en temiz sistemlerden biri olarak tanıtılıyor. İstasyonlar fazlasıyla süslü. Örneğin, 1984 yılında inşa edilen "Metro Kosmonavtov" istasyonu, insanlığın uzay araştırmalarındaki başarılarını takdir etmek ve Sovyet kozmonot Vladimir Dzhanibekov'un rolünü anmak için bir uzay yolculuğu teması kullanılarak dekore edilmiştir.Özbek kökenli. Bir istasyon girişinin yanında Vladimir Dzhanibekov'un bir heykeli duruyor.
Şehrin dört bir yanından geçen devlet tarafından işletilen tramvaylar ve otobüsler var. Kayıtlı ve kayıtsız birçok taksi de vardır. Özbekistan'da modern araba üreten fabrikalar var. Araba üretimi, hükûmet ve Koreli otomobil şirketi Daewoo tarafından destekleniyor. Mayıs 2007'de otomobil üreticisi UzDaewooAuto, General Motors-Daewoo Auto and Technology (GMDAT, ayrıca bkz. GM Özbekistan) ile stratejik bir anlaşma imzaladı. Hükûmet, küçük otobüs ve kamyon üreticisi SamKochAvto'daki Türk Koç'un hissesini satın aldı. Ardından Japon Isuzu Motors ile Isuzu otobüs ve kamyon üretimi için anlaşma imzaladı.
Tren bağlantıları, Özbekistan'daki birçok kasabanın yanı sıra komşu eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerini birbirine bağlar. Ayrıca bağımsızlıktan sonra hızlı çalışan iki tren sistemi kuruldu. Özbekistan, Orta Asya'daki ilk yüksek hızlı demiryolunu Eylül 2011'de Taşkent ile Semerkant arasında hizmete açtı. "Afrosiyob" adlı yeni yüksek hızlı elektrikli tren Talgo 250, Talgo SL (İspanya) tarafından üretildi ve 26 Ağustos 2011'de Taşkent'ten Semerkant'a ilk seferini yaptı.
Sovyet döneminde inşa edilmiş büyük bir uçak fabrikası var - Taşkent Chkalov Havacılık Üretim Fabrikası veya Rusçada ТАПОиЧ. Tesis, II. Dünya Savaşı sırasında, ilerleyen Nazi kuvvetleri tarafından ele geçirilmemek için üretim tesislerinin güney ve doğuda boşaltıldığı zaman ortaya çıktı. 1980'lerin sonlarına kadar tesis, SSCB'nin önde gelen uçak üretim merkezlerinden biriydi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, üretim ekipmanlarının modası geçmiş oldu; işçilerin çoğu işten çıkarıldı. Şimdi yılda sadece birkaç uçak üretiyor, ancak artan Rus şirketlerinin ilgisiyle, üretim geliştirme planları söylentileri var.
Sivil Havacılık.
Özbekistan Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ilanını takiben, Özbekistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın 28 Ocak 1992 tarihli kararnamesiyle, eski Birlik Sivil Havacılık Bakanlığı'na bağlı Özbekistan Sivil Havacılık Dairesi altında ulusal havayolu Uzbekistan Airways kuruldu. Hava taşımacılığı, Özbek ekonomisinin temel sektörlerinden biridir ve ülkenin dış dünya ile uluslararası, ekonomik, diplomatik ve kültürel ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunur.. Modern donanımlı havaalanları Taşkent, Semerkant, Buhara, Urgenç, Tirmiz, Karşi, Namangan, Fergana ve Nevai'de bulunmaktadır. Taşkent Uluslararası Havaalanı Orta Asya bölgesindeki en büyük uluslararası havaalanıdır. Buhara, Semerkant ve Urgenç'teki havaalanları da uluslararası statüye sahiptir. Ulusal havayolu Uzbekistan Airways, 20 düzenli uluslararası uçuş gerçekleştirmektedir. Avrupa, Amerika, Güneydoğu Asya ve BDT ülkelerindeki şehirlerde 44 temsilcilik ofisi açıldı.. Bağımsızlık yıllarında, Özbekistan Cumhuriyeti hükümeti havacılık sektörüne 1,2 milyar dolar yatırım yaptı. Yatırımlar ABD doları üzerinden yapıldı ve modern ve iyi gelişmiş bir altyapı inşa edildi. Tüm uluslararası uçuşlar Boeing 767, Boeing 757, Airbus A310 ve U-85 uçaklarıyla gerçekleştiriliyor. Ulusal havayolu şirketi Uzbekistan Airways, Airbus, Boeing, Russian Ilyushin Design Bureau gibi büyük Avrupa şirketleriyle ve çeşitli sektörlerde Alman ve Fransız şirketleriyle işbirliği yapıyor.
İdari birimler.
Özbekistan 12 il ("viloyat"), 1 özerk cumhuriyet (Karakalpakistan Cumhuriyeti) ve 1 bağımsız şehirden (Taşkent) oluşur.
Kültür.
Özbek ulusal gelenekleri ve değerleri - etnik ve ahlaki - eski zamanlardan beri - aileyi dağılmaktan ve bozulmaktan korumak, eski nesillere saygı, hürmet ve otorite ve yabancılara karşı misafirperverlik hedeflenmiştir.
Özbeklerin kültürü parlak ve orijinaldir, binlerce yıl boyunca oluşmuştur ve farklı zamanlarda modern Özbekistan topraklarında yaşayan halkların gelenekleri, töreleri ni özümsemiştir. Antik Persler, Yunanlılar, göçebe Türk kabileleri, Araplar ve Ruslar buna katkıda bulunmuştur. Çok uluslu Özbekistan'ın gelenekleri müzik, danslar, resim, uygulamalı sanatlar, dil, mutfak ve giyimde yansıtılmaktadır. Özbek kültürü, Orta Asya kültürlerinin özünü oluşturur, ancak aynı zamanda Özbekistan'ın her bölgesinin kendine özgü renkleri vardır ve bu renkleri en açık şekilde ulusal kıyafetlerde ve yerel lehçelerde ortaya çıkar.
Özbekistan, Özbeklerin çoğunlukta olduğu geniş bir etnik grup ve kültür karışımına sahiptir. 1995'te Özbekistan nüfusunun yaklaşık %71'i Özbek'ti. Başlıca azınlık grupları Ruslar (%8), Tacikler (%3-4,7), Kazaklar (%4), Tatarlar (%2,5) ve Karakalpaklardı (%2).
Spor.
Boks.
Boks aynı zamanda Özbekistan'daki en popüler sporlardan biridir. Özbekistan'ın bu sporda dört Olimpiyat şampiyonu, Olimpiyat Oyunları'nda iki gümüş ve sekiz bronz madalya kazananı vardır. Ülke ayrıca Asya Oyunları, Asya Şampiyonası ve Dünya Amatör Boks Şampiyonası'nda boksta daha fazla madalya kazanana sahiptir. 2016 Yaz Olimpiyatları'nda, Özbekistan boks takımı boksta madalya sıralamasında birinci oldu ve 3 altın, 2 gümüş ve 2 bronz madalya kazandı. 2024 Yaz Olimpiyatları'nda, Özbekistan boks takımı daha da iyi bir performans gösterdi: beş Özbek boksör 2024 Yaz Olimpiyatları'nda boks altın madalya ile ödüllendirildi.
Ruslan Chagaev, WBA'da Özbekistan'ı temsil eden eski bir profesyonel boksördür. 2007 yılında Nikolai Valuev'i yenerek WBA şampiyonluk unvanını kazandı. Chagaev, 2009'da Vladimir Klitschko'ya kaybetmeden önce iki kez şampiyonluk kazandı. 2016 Yaz Olimpiyatları'nda hafif sinek sıklet şampiyonu olan bir diğer yetenekli genç boksör Hasanboy Dusmatov, 21 Ağustos 2016'da Rio 2016'nın en iyi erkek boksörü için verilen Val Barker Kupası'nı kazandı. 21 Aralık 2016'da Dusmatov, AIBA'nın 70. yıl dönümü etkinliğinde AIBA Yılın Boksörü ödülüne layık görüldü.
Futbol.
Futbol Özbekistan'daki en popüler spordur. Özbekistan'ın en önemli futbol ligi, 2015'ten beri 16 takımdan oluşan Oʻzbekiston Superligasi'dir. Mevcut şampiyonlar (2022) FC Pakhtakor'dur. Pakhtakor, ligi on kez kazanarak en çok Özbekistan şampiyonluğu rekorunu elinde tutmaktadır. Özbekistan'ın futbol kulüpleri düzenli olarak AFC Şampiyonlar Ligi ve AFC Kupası'na katılmaktadır. FC Nasaf Qarashi, Özbek futbolu için ilk uluslararası kulüp kupası olan AFC Kupası'nı 2011'de kazandı.
Satranç.
Satranç Özbekistan'da oldukça popülerdir. Ülke, 2004'te FIDE Dünya Satranç Şampiyonu olan Rustam Kasimdzhanov ve 2021 Dünya Hızlı Satranç Şampiyonu Nodirbek Abdusattorov gibi birçok genç oyuncuya sahiptir. GM'den oluşan Özbek takımı Nodirbek Abdusattorov, GM Nodirbek Yakubboev, GM Javokhir Sindarov, GM Shamsiddin Vokhidov ve GM Jahongir Vakhidov, Chennai'deki 44. Satranç Olimpiyatı'nda altın madalya kazandı.
Özbekistan'daki diğer popüler sporlar arasında basketbol, judo, takım hentbolu, beyzbol, tekvando ve futsal yer almaktadır.
Ulugbek Rashitov, Tokyo 2021 Yaz Olimpiyat Oyunları'nda ülkenin tekvandodaki ilk Olimpiyat altın madalyasını kazandı.
2022'de Dünya Judo Şampiyonası Taşkent'te düzenlendi.
2024'te FIFA Futsal Dünya Kupası Özbekistan'da düzenlendi.
2025'te, Özbek uluslararası futbolcu Abdukodir Khusanov, stoper, Lens'ten Manchester City'ye dört buçuk yıllık bir anlaşmayla transfer oldu ve Premier Lig'de mücadele eden ilk Özbek oyuncu oldu.
Müzik.
Orta Asya klasik müziğine Shashmaqam denir ve 16. yüzyılın sonlarında Buhara'da bu şehrin bölgesel bir başkent olduğu dönemde ortaya çıkmıştır. Azerbaycan Muğam ve Uygur muqam sanatı ile ile yakından ilişkilidir. Altı makam olarak tercüme edilen ad, klasik Fars geleneksel müziğine benzer altı farklı Müzikal modda altı bölüm içeren müziğin yapısını ifade eder. Konuşulan Tasavvuf şiirinin ara bölümlerinde müziği kesintiye uğrar, tipik olarak daha düşük bir tondan başlar ve kademeli olarak yükselir.
Mutfak.
Özbek mutfağı yerel tarımdan etkilenmiştir. Özbekistan'da çok fazla tahıl tarımı yapıldığından ekmek ve erişte önem arz etmekte ve Özbek mutfağı "erişte açısından zengin" olarak nitelendirilmektedir. Koyun eti, ülkedeki koyun bolluğu nedeniyle popüler bir et çeşididir ve çeşitli Özbek yemeklerinin bir parçasıdır.
Özbekistan'ın imza yemeği, tipik olarak pirinç, et, havuç ve soğandan yapılan bir ana yemek olan Özbek pilavıdır.
Diğer önemli ulusal yemekler arasında büyük yağlı et parçaları (genellikle koyun eti) ve taze sebzelerden yapılan bir çorba olan: shurpa, norin ve laghman. Çorba veya ana yemek olarak servis edilebilen erişte bazlı yemekler: mantı, chuchvara ve somsa. Meze veya ana yemek olarak kullanılan hamurdan doldurulmuş cepler: et ve sebze yahnisi olan dimlama ve genellikle ana yemek olarak sunulan çeşitli kebaplar bulunur.
İçecek olarak siyah çay ve ayran tercih edilir.
UNESCO Dünya Mirası alanları.
Özbekistan'ın UNESCO Dünya Mirası listesinde beş kültürel ve iki doğal alanı bulunmaktadır. Kültürel alanlar şunlardır:
Doğal alanlar şunlardır:
Resmi Tatiller.
Bunlar dışında her yıl Hicri Takvim'e göre tarihi düzenlenen dini bayramlar olan Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı da resmi tatildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15769",
"len_data": 30625,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.73
}
|
Kazakistan (; ), resmî adıyla Kazakistan Cumhuriyeti (), topraklarının büyük bölümü Orta Asya'da, küçük bir bölümü Doğu Avrupa'da yer alan bir ülkedir. Kazakistan, (Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletinden biri olup Türk Devletleri Teşkilatı ve TÜRKSOY'un üyesidir. 2.724.900 km² yüzölçümü ile (Batı Avrupa'nın yüzölçümü kadar) dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Müslüman çoğunluklu ülkelerin ve Türk devletlerinin yüzölçümü bakımından en büyüğü, doğal kaynaklar bakımından da en zenginidir. Kazakistan Türk tarihinin önemli devletlerinden olan Saka, Hun, Göktürk, Kıpçak, Karahanlı, Altın Ordu gibi devletlerin merkez üssü; Kıpçak, Oğuz, Karluk gibi Türk boylarının beşiği olmuştur.
Komşuları olarak kuzeyde Rusya, güneyde Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan, doğuda Çin bulunur. Ülkenin ayrıca Hazar Denizi ve Aral Gölü'ne kıyısı vardır.
Bağımsızlığın kazanılmasına doğru 1989 yılında 16.464.464 kişi olan ülke nüfusu, 1999 yılına gelindiğinde Slav ve Almanların ülkeden göç etmeleriyle 14.900.000'e kadar düşmüştür. 2010'da bu sayı 16.500.000'e yükselmiş ve 01.07.2021 itibarıyla 19.194.656'ya ulaşmıştır.
Etimoloji.
"Kazak" adı Kazakların göçebe kültürünü yansıtan bir Eski Türkçe sözcük olan "gezinmek" anlamına gelir. Farsça olan son eki -stan ise "arazi" veya "yer" anlamına gelir, bu nedenle Kazakistan sözcüğü tam anlamıyla "gezginlerin ülkesi" olarak çevrilebilir.
Tarihi.
Paleolitik dönemden bu yana Kazakistan'da yerleşim vardır. Bölgedeki iklim ve arazi koşulları göçebe yaşam tarzına uygun olduğundan, Pastoralizm Neolitik Dönem boyunca gelişmiştir.
Kazak bölgesi, karasal İpek Yolları'nın atası olan Avrasya ticareti Bozkır Rotası'nın önemli bir parçasıdır. Arkeologlar, insanların bölgenin büyük bozkırlarında ilk önce atı evcilleştirdiklerine inanmaktadırlar. Yakın tarih öncesi dönemlerde, Orta Asya'da muhtemelen Proto-Hint-Avrupa Afanasiyevo kültürü, daha sonra Andronovo kültürü gibi erken Hint-İran kültürleri ve daha sonra Saka ve Massagetler gibi çeşitli kültürlere sahip halklar yaşamışlardır. Diğer gruplar arasında ülkenin güney bölgesinde, göçebe İskitler ve Pers İmparatorluğu vardı. MÖ 329 yılında, Büyük İskender ve onun Makedonya Ordusu Jaxartes Savaşı'nda İskitlere karşı, bugün Siri Derya (Seyhun) Nehri olarak bilinen modern Kazakistan'ın güney sınırına kadar uzanan Jaxartes Nehri boyunca savaşmışlardır.
Kazak Hanlığı.
Kumanlar, 11. yüzyılın başlarında modern Kazakistan'ın bozkırlarına gelip daha sonra Kıpçaklar ile birleştiler ve geniş Kuman-Kıpçak Hanlığı'nı kurdular. Antik şehirler Taraz (Aulie-Ata) ve Hazrat-e Turkestan, İpek Yolu boyunca Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan önemli yol olarak hizmet verirken, gerçek siyasi konsolidasyon sadece 13. yüzyılın başlarında Moğol yönetimi ile başladı. Dünya tarihinin en büyük imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu'na bağlı olarak idari bölgeler kuruldu. Bu idari bölgeler Kazak Hanlığı altında toplandı.
Bu dönem boyunca, geleneksel göçebe yaşam tarzı ve hayvancılığa dayalı ekonomik yapı step bölgelerinde baskın olmaya devam etmiştir. 15. yüzyılda Türk kabileler arasında belirgin Kazak kimliğinin ortaya çıkması ile başlayan süreç 16. yüzyılın ortalarında Kazak dili, kültürü ve ekonomisinin ortaya çıkması ile pekişmiştir.
Yine de bölge; yerli Kazak Emirleri ve Farsça konuşan güneydeki komşuları arasında bitmek bilmeyen bir çekişmenin merkezi olmuştur. En yüksek mevkide, Kazak Hanlığı; Orta Asya'nın bir kısmını yönetmiş olup, Kumanya'yı kontrol etmiştir. 17. yüzyılın erken dönemlerinde, Kazak Hanlığı'nın kabileler arasındaki çekişmelerin etkileri ile mücadele etmesi, nüfusun büyük, orta ve küçük topluluklar arasında bölünmesinde etkili olmuştur. Politik anlaşmazlık, kabileler arasındaki çekişme, doğu ve batı arasında kara yoluyla ticareti sağlayan ticaret yollarının öneminin azalması, Kazak Hanlığını zayıflatmıştır. Hive Hanlığı bu fırsatı değerlendirerek Mangışlak Yarımadası’nı ilhak etmiştir. Özbekler, Rusların varışına kadar geçen iki yüzyıllık süre boyunca bölgedeki varlığını sürdürmüştür.
17. yüzyıl esnasında Kazaklar, Batı Moğol kabilesinin bir federasyonu olan aralarında Çungarlar’ın da bulunduğu Oyratlar ile savaşmıştır. 18. yüzyılın başları Kazak Hanlığı’nın refah seviyesine ulaştığı en üst nokta olarak belirtilmiştir. Abulhair Han liderliğinde, Kazaklar Çungarlar’a karşı 1726’da Bulanty Nehri Savaşı’nda ve 1729 yılında Anrakay Savaşı’nda önemli zaferler kazanmıştır.
Abılay Han; Çungarlara karşı 1720’den 1750 yılına kadar yapılan önemli savaşlara katılması sonrası kendi halkı tarafından kahraman ilan edilmiştir. Kazaklar, Volga Kalmukları’nın sık akınlarından mağdur olmuşlardır. Hokand Hanlığı; Kazakların bu güçsüzlüğünden yararlanarak, Çungarların ve Kalmukların akınlarından sonra aralarında 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başkent olan Almatı’nın da bulunduğu bugünkü Kazakistan’ın güney kısmını işgal etmiştir. Ayrıca, Buhara Emirliği; Ruslar kontrolü ele geçirene kadar Çimkent Bölgesi'ni yönetmiştir.
Rus İmparatorluğu.
18. yüzyılın ilk yarısında, Rus İmparatorluğu; 46 Kale ve 96 Tabya serisinin olduğu, aralarında Omsk (1716), Semey (1718), Pavlodar (1720), Orenburg (1743) ve Petropavlosk (1752) şehirlerinin de bulunduğu Irtysh Hattı’nı, Kazakların ve Oyratların Rus topraklarına olan akınlarını önlemek amacıyla inşa etmiştir. 18. yüzyılın sonlarına doğru Kazaklar; Volga’nın merkezinde ortaya çıkan Pugaçov İsyanı’ndan yararlanarak, Rusların ve Volga Almanlarının yerleşim yerlerine akınlar yapmışlardır. 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu Orta Asya’daki etkisini arttırmaya başlamıştır. “Büyük Oyun” periyodunun; yaklaşık 1813 yılından 1907 yılında Britanya ve Rusya arasında yapılan Antanta kadar sürdüğü görüşü genel olarak kabul edilmiştir. “Büyük Oyun” yarışının çıkış noktası; İngilizler için Rusların, Afganistan ve Pers İmparatorluğu'nun içlerine kadar ilerlemesinin, İngilizlerin Orta Doğu ve Hindistan'daki ekonomik ve ticari çıkarlarına zarar vereceği kanısı oluşturmuşken Ruslar için; Orta Asya içlerine doğru ilerlemeleri durumunda çok önemli ekonomik ve askeri kazançlar sağlayabilecekleri kanısı oluşturmuştur. Yalnız, her iki ülkenin de Orta Asya'da egemenlik kurma konusundaki ilk girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak, Çar 2. Alexander döneminden itibaren, Rus hükûmetinin Orta Asya'da yaşayan Rus kökenli kişilerin temel haklarının korunması adına başlattıkları propaganda çalışmaları, Rusların bölgeyi sömürge konumuna getirmeye başlaması açısından oldukça önemli bir adımdır. Rus Çarları, bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan pek çok bölgeyi etkili bir şekilde yönetmiştir.
Rus İmparatorluğu’nun yeni bir yönetim sistemi uygulamasını başlatması, askeri garnizonlar ve kışlalar inşa etmesi, Hindistan’ın güneyinden Güneydoğu Asya’ya kadar etki alanını genişleten İngiltere’ye karşı “Büyük Oyun” olarak da bilinen Orta Asya’da egemenlik kurma çabaları ile doğrudan ilgilidir. Ruslar 1735 yılında Orsk’da ilk karakolu inşa etmiştir. İlaveten, Ruslar; Rus dilini bütün okullarda ve hükümetçe düzenlenen organizasyonlarda öğretmişlerdir.
Rusların uygulamak için çabaladıkları sistem, Kazaklar arasında kızgınlığın artmasında ve 1860’lı yıllarda Rus yönetimine karşı Kazak başkaldırıların çıkmasında etkili olmuştur. Bu durum, geleneksel göçebe yaşam tarzının ve hayvancılığa dayalı ekonominin bozulmasına, insanların açlık ve kıtlık yüzünden sıkıntılar yaşamasına ve bazı Kazak kabilelerin yok olmasına neden olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Kazak ulusal mücadelesi kendi ulusal dillerini ve kimliklerini korumak adına Rus İmparatorluğu’nun asimile etme girişimleri sonucu başlamış bir direniştir.
1890’lardan itibaren, Rus İmparatorluğu topraklarından gelen yerleşimciler bugünkü Kazakistan topraklarını özellikle de Semirechye vilayetini koloni haline getirmeye başlamıştır. 1906 yılında Orenburg'dan Taşkent’e kadar uzanan Trans-Aral Demiryolu’nun yapımının tamamlanması, bölgeye gelen yerleşimcilerin sayısını daha da arttırmıştır. Özellikle, St. Petersburg’da kurulan “Göç Departmanı” bölgedeki Rus etkinliğini artırmak amacıyla yapılan göçleri hem denetlemiş hem de teşvik etmiştir. 19. yüzyıl boyunca yaklaşık 400.000 Rus, Kazakistan'a göç etmiş olup, 20. yüzyılın ilk otuz yılında ortalama bir milyon Slav, Alman, Yahudi ve başka uluslardan yerleşimciler bölgeye göç etmiştir. Bu dönemin büyük çoğunluğunda Vasile Balabanov yerleştirmeden sorumlu yönetici olmuştur.
Rus İmparatorluğu’nun son yıllarında Kazaklar ve yeni gelen yerleşimciler arasında toprak ve su için rekabetin ortaya çıkması, kolonyal yönetime karşı çok ciddi kızgınlıkların yaşanmasına neden olmuştur. 1916 yılında yaşanan “Orta Asya Ayaklanması” bu ayaklanmaların en önemlilerinden birisidir. Ayaklanma; bir dizi çatışma ve her iki taraftan da acımasız katliamların yaşanması ile son bulmuştur. 1919 yılının sonlarına kadar her iki taraf da komünist hükûmete karşı direniş göstermiştir.
Sovyetler Birliği.
Kasım 1917'de Petrograd'da merkezî hükûmetin çöküşünün ardından, Kazaklar (daha sonra resmen "Kırgız" olarak anılacaktır), kısa bir özerklik dönemi (Alaş Otonomu) yaşadı. 26 Ağustos 1920'de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti içinde Kırgız Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Kırgız ÖSSC bugünkü Kazakistan bölgesini içeriyordu, ancak idari merkezi çoğunlukla Rus nüfuslu bir Orınbor kasabasıydı. Haziran 1925'te Kırgız ÖSSC, Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak yeniden adlandırıldı ve idari merkezi Kızılorda kasabasına, Nisan 1927'de ise Almatı'ya taşındı.
1920'lerin ve 1930'ların sonlarında zorunlu kolektivizasyonun yanı sıra geleneksel elitlerin Sovyet baskısı ve kıtlık yüksek ölümlere ve tedirginliğe yol açtı (Ayrıca bknz: Kazakistan'da 1932-1933 yıllarında yaşanan kıtlık). 1930'larda bazı Kazaklar, Moskova'daki Sovyet hükûmetinin izlediği siyasi misilleme politikalarının bir parçası olarak idam edildi.
5 Aralık 1936'da Kazak Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'nden (RSFSR) ayrıldı ve Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu.
Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti; sürgün edilen ve hüküm giyen kişilerin yanı sıra 1930 ve 1940'lı yıllar boyunca Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hükûmetince sınır dışı edilen veya yeniden göç ettirilen kişilerin örneğin; 1941 yılının Eylül ve Ekim ayında Volga Alman Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden sınır dışı edilen yaklaşık 400.000 Volga Alman’ının daha sonra Yunanların ve Kırım Tatarlarının istikametlerinden birisi haline gelmiştir. Sınır dışı edilenler ve tutuklananlar; “halk düşmanı” olarak nitelendirilen erkeklerin eşlerine ayrılan Astana’nın dışındaki Alzhir Kamp’ının da dahil olduğu en büyük Sovyet Çalışma Kamplarından (Gulag) birinde hapsedilmiştir. Pek çoğu Sovyetler Birliği’nin nüfus transferi politikası yüzünden taşınmış, diğerleri ise Sovyetler Birliği’nin gönüllülük esasına dayanmayan yerleştirme politikası sonucu taşınmaya zorlanmıştır.
Sovyet-Alman Savaşı (1941-1945) seferberliğin sağlanması bağlamında sanayileşme ve maden çıkarımında artışa sebep olmuştur. 1953 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Joseph Stalin’in öldüğünde, Kazakistan’ın büyük çoğunluğu hala tarım ekonomisine dayanmaktaydı. 1953’te Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’in başlattığı “Bakir Topraklar Projesi", Kazakistan'ın geleneksel otlaklarının Sovyetler Birliği'nin temel tahıl üretilen bölgelerine dönüştürülmesi için tasarlanmıştır. Bakir Topraklar Projesi başka sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Ancak, Sovyet lider Leonid Brejnev (iktidarda kaldığı süre; 1964-1982) tarafından sonradan başlatılan çağdaşlaşma hareketlerinin yanı sıra proje; Kazak nüfusunun büyük çoğunluğunun geçim kaynağı olmaya devam eden tarım sektörünün gelişmesini hızlandırmıştır. Yıllarca süren yokluk, savaş ve kızgınlık yüzünden 1959'lara gelindiğinde Kazaklar ülkede azınlık haline gelmiş ve nüfusun %30'unu oluşturmuştur. Etnik köken olarak Rus olanların sayısı ise toplam nüfusun %43'ünü oluşturmuştur.
1947 yılında Sovyetler Birliği hükûmeti atom bombası projesinin bir parçası olarak Semipalatinsk kasabasının kuzey doğusunda, atom bombası test sahasını bulmuştur. Bu bölge 1949 yılında Sovyetler Birliği'nin ilk nükleer testini yaptığı bölge olmuştur. 1989 yılına kadar yüzlerce nükleer test yapılmış ve bu testlerin zararlı çevresel ve biyolojik sonuçları ortaya çıkmıştır. 1980'lerin sonlarında Kazakistan'daki nükleer karşıtı hareketler başlıca politik güç haline gelmiştir.
Almatı'da, Aralık 1986 yılında sonradan Jeltoksan Ayaklanması olarak adlandırılan ve genç Kazaklar arasında başlayan geniş çaplı gösteriler; Kazak SSC Komünist Parti Sekreteri Dinmukhamed Konayev'in, SFSC'deki Rus Gennady Golbin ile değiştirilmesini protesto etmek amacıyla yapılmıştır. Hükûmete ait birlikler ayaklanmayı bastırmasına rağmen bu süreçte pek çok insan öldürülmüş veya hapse atılmıştır. Sovyet hükûmetinin gücünün azaldığı günlerde hoşnutsuzluk giderek artmaya devam etmiş ve Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov'un Glasnost politikası altında anlam bulmuştur. İlaveten, Glasnost; bilgiye erişim, kamuoyu eleştirisi, bireylerin veya grupların çıkarlarının açık ve net bir şekilde belirtilmesi gibi konuları yasallaştırdığından oldukça önemli bir politikadır. Kitle iletişim araçlarının sadece hükûmetin politikalarının aktarıldığı bir kanal olmadığı aynı zamanda pek çok ayrı görüşün spontane bir şekilde belirtilmesi gerektiği bir alan olduğu düşünülünce, önceki dönemlere kıyasla tek bir merkezden yönetilen ve kontrol edilen medya, Glasnost politikasının uygulanması ile plüralizm olarak da adlandırılan pek çok ayrı görüşün medyada yer bulmasına neden olmuştur.
Bağımsızlık.
25 Ekim 1990'da Kazakistan, Sovyetler Birliği içinde bulunan bir cumhuriyet olarak kendi topraklarındaki egemenliğini ilan etti. Ağustos 1991'de Moskova'da yapılan darbe girişiminin ardından Kazakistan, 16 Aralık 1991'de bağımsızlığını ilan ederek bağımsızlığını ilan eden son Sovyet cumhuriyeti oldu. On gün sonra ise Sovyetler Birliği dağıldı. Ülkede, 16 Aralık günü her yıl milli gün olarak kutlanmaktadır. Bununla birlikte, daha önceki yıllarda 1 Aralık tarihinde kutlanan Birinci Cumhurbaşkanı Günü kaldırıldı ve bu tarih yerine 25 Ekim Cumhuriyet Günü olarak kutlanmaya başladı.
Kazakistan'ın komünist dönemindeki lideri Nursultan Nazarbayev, ülkenin ilk Cumhurbaşkanı oldu. 2006 yılına bakıldığında Kazakistan, Orta Asya GSYİH'sinin %60'ını, öncelikle petrol endüstrisi yoluyla üretti.
1997'de hükûmet, Kazakistan'ın başkentini Almatı'dan başkent Astana'ya taşıdı. 23 Mart 2019'da Astana'nın adı eski devlet başkanı Nursultan Nazarbayev'e ithafen "Nursultan" olarak yeniden adlandırıldı. Ancak Eylül 2022'de, Nazarbayev'in Kazakistan Güvenlik Konseyinden istifasıyla sonuçlanan bir dizi tartışma ve protestonun ardından, başkentin adı Astana olarak yeniden değiştirildi.
Ülke, Ocak 2022'de huzursuzluk ve siyasi bir krize sürüklendi.
Coğrafya.
Avrupa'yı Asya'dan ayıran hat olarak kabul edilen Ural Nehri'nin her iki yakasına uzandığı için Kazakistan, iki kıtada toprakları olup (diğeri Azerbaycan) dünyada denize kıyısı olmayan kıtalararası ülkelerden biridir.
2.700.000 kilometrekarelik yüzölçümüyle (Batı Avrupa'ya eşdeğer büyüklükte) Kazakistan, dünyanın en büyük dokuzuncu ve kara ile çevrili en büyük ülkesidir. Kazakistan, Sovyetler Birliği'nin bir parçası iken topraklarının bir kısmını Çin'in Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne ve bir kısmını da Özbekistan'a bağlı Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti'ne kaybetti.
Rusya ile 6.846 kilometre, Özbekistan ile 2.203 kilometre, Çin ile 1.533 kilometre, Kırgızistan ile 1.051 kilometre ve Türkmenistan ile 379 kilometre sınır komşuluğu yapmaktadır. Başlıca şehirleri arasında başkent Astana, Almatı, Karağandı, Çimkent, Atırau ve Öskemen bulunur. 40° ve 56° K enlemleri ile 46° ve 88° E boylamları arasında yer alır. Esas olarak Asya'da bulunurken Kazakistan'ın küçük bir kısmı da Doğu Avrupa'daki Urallar'ın batısında yer almaktadır.
Kazakistan'ın arazisi batıdan doğuya Hazar Denizi'nden Altay Dağları'na, kuzeyden güneye Batı Sibirya ovalarından, Orta Asya'nın vahalarına ve çöllerine kadar uzanır. Yaklaşık 804.500 kilometrekarelik bir alana sahip Kazak bozkırı, ülkenin üçte birini kaplar ve dünyanın en büyük kuru bozkır bölgesidir. Bozkır, geniş otlak alanları ve kumlu bölgelerle tanınmaktadır. Ülkedeki başlıca göller ve nehirler arasında Aral Gölü, Balkaş Gölü ve Zaysan Gölü, Çarın Kanyonu ile İli, İrtiş, İşim, Ural ve Seyhun nehirleri bulunur. Ayrıca Kazakistan'da 8500 akarsu bulunmaktadır.
Çarın Kanyonu 80 kilometre uzunluğundadır, kırmızı bir kumtaşı platosunu keser ve kuzey Tanrı Dağları'ndaki (Almatı'nın 200 km doğusunda) Çarın Nehri geçidi boyunca devam eder. Dik kanyon yamaçları, sütunları ve kemerleri 150 ila 300 metre arasında yüksekliğe sahiptir. Kanyonun erişilemezliği, orada Buzul Çağı'ndan kurtulan ve şimdi başka bölgelerde de yetişen ender bir Dişbudak ağacı olan "Fraxinus sogdiana" için güvenli bir bölge oldu.
155 tür memeli, 480 tür kuş, 150 tür balık, 250 tür tıbbi bitki bulunduran bitki örtüsü ve faunaya sahiptir.
Doğal kaynaklar.
Kazakistan, bol miktarda erişilebilir mineral ve fosil yakıt kaynaklarına sahiptir. Petrol, doğalgaz ve maden çıkarımlarının geliştirilmesi, 1993 yılından bu yana Kazakistan'da 40 milyar doları aşan yabancı yatırımın çoğunu çekmiştir. Ülkenin endüstriyel üretiminin yaklaşık %57'sini (veya gayri safi yurtiçi hasılanın yaklaşık %13'ünü) oluşturmaktadır. Bazı tahminlere göre Kazakistan dünyanın ikinci en büyük uranyum, krom, kurşun ve çinko rezervlerine; üçüncü en büyük manganez rezervine ve beşinci en büyük bakır rezervine sahiptir. Ayrıca kömür, altın ve demir rezervleriyle ilk onda yer almaktadır. Aynı zamanda bir elmas ihracatçısıdır. Şu anda kanıtlanmış en büyük 11. petrol ve doğal gaz rezervlerine sahiptir.
Toplamda, 2.7 milyar tonun üzerinde petrol içeren 160 yatak bulunmaktadır. Petrol araştırmaları, Hazar Denizi kıyısındaki birikintilerin çok daha büyük bir yatağın yalnızca küçük bir parçası olduğunu göstermiştir. Bu alanda 3.5 milyar ton petrol ve 2.5 milyar metreküp gazın bulunabileceği söyleniyor. Genel olarak Kazakistan'ın petrol yataklarının tahmini 6.1 milyar tondur. Ancak, ülke içinde Atırau, Pavlodar ve Çimkent'te bulunan yalnızca üç rafineri vardır. Bunlar toplam ham petrol üretimini işleme kapasitesine sahip değildir ve büyük bir kısmı Rusya'ya ihraç edilmektedir. ABD Enerji Enformasyon İdaresi'ne göre Kazakistan, 2009 yılında günde yaklaşık 1.540.000 varil (245.000 m3) petrol üretiyordu.
Kazakistan ayrıca büyük fosforit yataklarına da sahiptir. Bilinen en büyüklerinden biri 650 milyon ton P2O5 ile Karatau havzası ve Kazakistan'ın kuzey batısında yer alan Aktöbe'deki 500–800 milyon ton cevher kaynağı ile Chilisai yatağıdır.
17 Ekim 2013 tarihinde, Madencilik Endüstrileri Şeffaflık Girişimi (EITI) Kazakistan'ı "EITI Uyumlu" olarak kabul etti; bu, ülkenin doğal kaynak gelirlerinin düzenli olarak ifşa edilmesini sağlamak için temel ve işlevsel bir sürece sahip olduğu anlamına gelmektedir.
İklim.
Kazakistan, ılık yazlar ve çok soğuk kışlar ile "aşırı" bir karasal iklime sahiptir. Nitekim başkent Astana, Moğolistan'ın başkenti Ulan Batur'dan sonra dünyanın en soğuk ikinci başkentidir. Yağışlar kurak ve yarı kurak koşullar arasında değişiklik gösterir, kış özellikle kurak geçer.
Yaban hayatı.
Kazakistan'da pek çok nadir ve nesli tükenmekte olan bitki ve hayvanlar için güvenli sığınak sağlayan on doğa rezervi ve on millî park bulunmaktadır. Yaygın bitkiler "Astragalus", "Gagea", "Allium", "Carex" ve "Oxytropis"; nesli tükenmekte olan bitki türleri arasında doğal yabani elma ("Malus sieversii"), yabani üzüm ("Vitis vinifera") ve birkaç yabani lale türü (örneğin "Tulipa greigii") ve nadir soğan türleri "Allium karataviense", ayrıca "Iris willmottiana" ve "Tulipa kaufmanniana" bulunur.
Yaygın memeliler arasında kurt, kızıl tilki, karsak, geyik, argali (en büyük koyun türü), bayağı vaşak, pallas kedisi ve birçoğu korunan kar leoparları bulunur. Kazakistan'ın "Kırmızı Korunan Türler Kitabı", birçok kuş ve memeli dahil 125 omurgalı ve mantar, yosun ve liken dahil 404 bitki listelemektedir.
Siyaset.
Siyasî sistem.
Kazakistan, Kazakistan Anayasası'nda belirtildiği gibi demokratik, laik, anayasal bir üniter cumhuriyettir. İlk cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, 1991'den 2019'a kadar başkanlık görevini yürütmüştür. Şu anda cumhurbaşkanı ise Kasım Cömert Tokayev'dir. Cumhurbaşkanı, meclis tarafından kabul edilen ve Silahlı Kuvvetler başkomutanı olarak yasayı veto edebilir. Başbakan ise bakanlar kabinesine başkanlık eder ve Kazakistan hükûmet başkanı olarak görev yapar. Kabinede üç başbakan yardımcısı ve on altı bakan vardır.
Kazakistan, Meclis (alt meclis) ve Senato (üst meclis) olmak üzere iki meclisli bir parlamentoya sahiptir.
Siyasî reformlar.
Reformlar Haziran 2019'da Kasım Cömert Tokayev'in seçilmesinden sonra uygulanmaya başlandı. Tokayev, siyasi partilerin kurulmasına yönelik bir muhalefet, kamu meclisi ve gevşeme kurallarını desteklemektedir. Bunlardan bazıları:
Temmuz 2019'da Kazakistan Cumhurbaşkanı, ülke vatandaşlarının tüm yapıcı taleplerine hızlı ve verimli bir şekilde cevap veren bir "dinleme durumu" kavramını açıkladı.
Diğer partilerin temsilcilerinin, bazı parlamento komitelerinde başkanlık pozisyonlarına sahip olmalarına, alternatif görüş ve görüşleri geliştirmelerine izin veren bir yasa çıkarılacaktır. Bir siyasi partiyi kaydetmek için gereken minimum üyelik eşiği 40.000'den 20.000 üyeye düşürülecek.
Merkezî alanlarda barışçıl mitingler için özel yerler tahsis edilecek ve organizatörlerin, katılımcıların ve gözlemcilerin hak ve yükümlülüklerini özetleyen yeni bir yasa tasarısı çıkarılacaktır.
Kamu güvenliğini artırmak amacıyla Cumhurbaşkanı Tokayev, bireylere karşı suç işleyenlerin cezalarını güçlendirdi.
Seçimler.
2004 yılının Eylül ayındaki meclis seçimleri, Başkan Nazarbayev'in başkanlık ettiği hükûmet yanlısı Otan Partisi'nin hâkim olduğu bir alt meclis oluşturdu. Tarım-sanayi bloğu AIST ve Cumhurbaşkanı Nazarbayev'in kızı tarafından kurulan Asar Partisi de dahil olmak üzere başkanı destekleyen diğer iki parti kalan sandalyelerin çoğunu kazandı. Resmî olarak kayıtlı olan ve seçimlerde yarışan muhalefet partileri tek sandalye kazandı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, uluslararası standartların gerisinde kaldığını söylediği seçimleri izledi.
4 Aralık 2005'te Nursultan Nazarbayev, büyük bir oy oranıyla yeniden Cumhurbaşkanı seçildi. Seçim komisyonu, oyların %90'ından fazlasını kazandığını açıkladı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ise seçim idaresinde bazı iyileştirmelere rağmen seçimin uluslararası standartları karşılamadığı sonucuna vardı.
17 Ağustos 2007'de parlamentonun alt meclisi seçimleri yapıldı ve iktidardaki Nur-Otan partisi liderliğindeki Asar Partisi, Kazakistan Sivil Partisi ve Tarım Partisi'nin de yer aldığı bir koalisyon %88 ile her sandalyeyi kazandı. Muhalefet partilerinin hiçbiri koltukların yüzde 7'lik kriterine ulaşamadı. Sonuç olarak muhalefet partileri, seçimlerde ciddi usulsüzlükler olduğu iddiasında bulundu.
2010 yılında Cumhurbaşkanı Nazarbayev, destekçilerinin kendisini 2020'ye kadar görevde tutması için referandum düzenleme çağrısını reddetti. Beş yıllık bir dönem için cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ısrar etti. 3 Nisan 2011'de yapılan seçimlerde, Cumhurbaşkanı Nazarbayev, kayıtlı seçmenlerin %89,9'u katılarak oyların %95,54'ünü aldı. Mart 2011'de Nazarbayev, Kazakistan'ın demokrasi yolunda kaydettiği ilerlemeyi özetledi. 2010 itibarıyla Kazakistan, "The Economist" tarafından "Demokrasi indeksi"'nde otoriter rejim olarak rapor edildi. 26 Nisan 2015'te Kazakistan'da beşinci cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Nursultan Nazarbayev %97,7 oy oranıyla yeniden seçildi.
19 Mart 2019'da ise mevcut Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, cumhurbaşkanlığından istifa ettiğini açıkladı. Kazakistan'ın senato sözcüsü Kasım Cömert Tokayev, Nursultan Nazarbayev'in istifasının ardından cumhurbaşkanı vekili oldu. Daha sonra 9 Haziran'da yapılan 2019 cumhurbaşkanlığı seçimini Tokayev kazandı.
Kazakistan'da 10 Ocak 2021'de yapılan parlamento seçimlerinde üç parti barajı geçerek meclise girmeyi başardı.
İdarî bölümler.
Kazakistan on dört bölgeye ayrılmıştır (Kazakça: облыстар, oblystar; Rusça: области, oblasti). Bölgeler ise 177 ilçe'ye ayrılmıştır (Kazakça: аудандар, aýdandar; Rusça: районы, rayony). İlçeler ayrıca, ilgili belediye hükûmeti olmayan tüm kırsal yerleşimleri ve köyleri içeren en düşük yönetim düzeyinde kırsal bölgelere ayrılmıştır.
Almatı ve Astana şehirleri "devlet önemi" statüsündedir ve hiçbir bölgeye ait değildir. Baykonur şehri, Baykonur Uzay Üssü için 2050 yılına kadar Rusya'ya kiralanmış olması nedeniyle özel bir statüye sahiptir. Haziran 2018'de ise Çimkent şehri "cumhuriyet açısından önemli bir şehir" haline geldi.
Her bölge, cumhurbaşkanı tarafından atanan bir akim tarafından yönetilir. Kazakistan hükûmeti, başkentini Sovyetler Birliği bünyesinde kurulan Almatı'dan 10 Aralık 1997'de Astana'ya taşıdı.
Belediye bölümleri.
Kazakistan'da belediyeler idari bölümün her seviyesinde mevcuttur. Bölgesel ve bölgesel önemi olan şehirler, kentsel yerleşim yerleri olarak belirlenir; diğerlerinin ise kırsal bölge olarak belirlenmiştir. En üst düzeyde, bir bölgeninki kadar idari düzeyde cumhuriyet açısından önem taşıyan şehirler olarak sınıflandırılan Almatı ve Astana şehirleridir. Orta düzeyde, idari düzeyde bir ilçeninkine eşit bölgesel öneme sahip şehirler vardır. Bu iki seviyedeki şehirler, şehir bölgelerine ayrılabilir. En alt düzeyde ise, ilçe önemi olan şehirler ve idari düzeyde kırsal ilçelerinkine eşit iki binden fazla köy ve kırsal yerleşim (aul) bulunmaktadır.
Dış ilişkiler.
Kazakistan, Bağımsız Devletler Topluluğu, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyesidir. Kazakistan, Rusya, Belarus, Kırgızistan ve Tacikistan, ticaret tarifelerini uyumlaştırmaya yönelik daha önceki çabaları canlandırmak ve gümrük birliği altında bir serbest ticaret bölgesi oluşturmak için 2000 yılında Avrasya Ekonomi Topluluğu'nu kurdu. 1 Aralık 2007'de Kazakistan'ın 2010 yılı için Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'na başkanlık etmek üzere seçildiği açıklandı. Kazakistan, 12 Kasım 2012'de ilk kez Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi üyeliğine seçildi. Ayrıca Kazakistan, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi, Türk Devletleri Teşkilatı ve İslam İşbirliği Teşkilatı üyesidir. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) Barış İçin Ortaklık programının da aktif bir katılımcısıdır.
1999'da Kazakistan, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'ne gözlemci statüsü için başvurdu. Meclisin resmi yanıtı, Kazakistan'ın kısmen Avrupa'da yer alması nedeniyle tam üyelik başvurusunda bulunabileceği, ancak demokrasi ve insan hakları kayıtları iyileşene kadar konseyde herhangi bir statü verilmeyeceği şeklindeydi.
1991'deki bağımsızlığından bu yana Kazakistan "çok yönlü dış politika" olarak bilinen bir yol izleyerek iki büyük komşusu Rusya ve Çin'in yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerle eşit derecede iyi ilişkiler arayışındadır. Rusya şu anda Kazakistan'ın güney merkezindeki Baykonur Uzay Üssü uzay fırlatma sahasını çevreleyen yaklaşık 6.000 kilometrekarelik bir alan kiraladı. Ayrıca burada ilk insan uzaya gönderildi. Sovyet uzay mekiği Buran ve ünlü uzay istasyonu Mir de yine buradan uzaya gönderildi.
11 Nisan 2010'da başkanlar Nursultan Nazarbayev ve Barack Obama, Washington, DC'deki Nükleer Güvenlik Zirvesi'nde bir araya gelerek Amerika Birleşik Devletleri ile Kazakistan arasındaki stratejik ortaklığı güçlendirmeyi tartıştılar. İkili, nükleer güvenliği ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini, Orta Asya'da bölgesel istikrarı, ekonomik refahı ve evrensel değerleri teşvik etmek için ikili işbirliğini yoğunlaştırma sözü verdiler.
Nisan 2011'de Amerika Birleşik Devletleri başkanı Obama, Kazakistan cumhurbaşkanı Nazarbayev'i aradı ve BN-350 reaktöründen nükleer materyalin sağlanması da dahil olmak üzere nükleer güvenlikle ilgili birçok ortak çabayı tartıştı. İki cumhurbaşkanının 2010 yılında Nükleer Güvenlik Zirvesi'ndeki ikili toplantılarında belirledikleri hedeflere ulaşma konusundaki ilerlemeyi gözden geçirdiler. Kazakistan hükûmeti 2014'ten beri BM Güvenlik Konseyi'nde 2017-2018 için daimi olmayan üye koltuğu için teklif veriyor. 28 Haziran 2016'da ise, BM Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık bir dönem için görev yapmak üzere daimi olmayan üye olarak seçildi.
Kazakistan, Haiti, Batı Sahra ve Fildişi Sahili'ndeki BM barışı koruma misyonlarını aktif olarak desteklemektedir. Mart 2014'te, Savunma Bakanlığı, BM barışı koruma misyonları için gözlemci olarak 20 Kazakistanlı asker seçti. Kaptandan albaya sıralanan askerî personel, uzmanlaşmış bir BM eğitiminden geçmek zorundaydı; İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşmaları ve özel askeri araçlar kullanma konusunda yetenekli olmaları gerekiyordu.
Kazakistan, 2014 yılında Rusya destekli isyancılarla yaşanan çatışmalarda Ukrayna'ya insani yardımda bulundu. Ekim 2014'te, Uluslararası Kızılhaç Komitesi'nin Ukrayna'daki insanî yardım çabalarına 30.000 dolar bağışladı. İnsanî krize yardımcı olmak için Ocak 2015'te Ukrayna'nın güneydoğu bölgelerine 400.000 dolarlık yardım gönderdi. Cumhurbaşkanı Nazarbayev, Ukrayna'daki savaşla ilgili olarak "Kardeş katliamı savaşı Doğu Ukrayna'ya gerçek bir yıkım getirdi ve buradaki savaşı durdurmak, Ukrayna'nın bağımsızlığını güçlendirmek ve Ukrayna'nın toprak bütünlüğünü sağlamak ortak bir görevdir" dedi. Uzmanlar, Ukrayna krizi ne kadar gelişirse gelişsin, Kazakistan'ın Avrupa Birliği ile ilişkilerinin normal kalacağına inanıyor. Nazarbayev'in arabuluculuğunun hem Rusya hem de Ukrayna tarafından olumlu karşılandığı düşünülüyor.
Kazakistan Dışişleri Bakanlığı 26 Ocak 2015'te yaptığı açıklamada, "Güneydoğu Ukrayna'daki krizi çözmenin bir yolu olarak barış müzakerelerine alternatif olmadığına kesin olarak inanıyoruz." dedi. Kazakistan 2018'de Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması ile ilgili BM anlaşmasını imzaladı.
Kazakistan'ın 2020–2023 Dış Politikası Kavramı.
6 Mart 2020'de Kazakistan'ın 2020–2030 Dış Politikası Kavramı açıklandı. Belgede aşağıdaki ana noktalar özetlenmektedir:
Ordu.
Kazakistan ordusunun çoğu Sovyet Silahlı Kuvvetlerinin Türkistan Askeri Bölgesi'nden miras kaldı. Bu birimler Kazakistan'ın yeni ordusunun çekirdeği oldu. Altı kara kuvvetleri tümeni, depolama üsleri, 14. ve 35. hava iniş tugayları, iki roket tugayı, iki topçu alayı dahil olmak üzere 40. Ordu'nun (eski 32. Ordu) tüm birimlerini ve 17. Ordu Kolordusunun bir bölümünü satın aldı. 20. yüzyılın sonlarından bu yana, Kazakistan Ordusu zırhlı birliklerinin sayısını artırmaya odaklandı. 1990'dan bu yana, zırhlı birimler 2005'te 500'den 1.613'e çıktı.
Kazakistan Hava Kuvvetleri çoğunlukla 41 MiG 29, 44 MiG-31, 37 Su-24 ve 60 Su-27 dahil olmak üzere Sovyetler Birliği dönemi uçaklarından oluşmaktadır. Hazar Denizi'nde de küçük bir deniz kuvveti bulunmaktadır.
Kazakistan, Irak'ın işgali sonrası ABD misyonuna yardım etmek için Irak'a 49 askeri mühendis gönderdi. II. Irak Savaşı sırasında, Kazakistan birlikleri 4 milyon mayın ve diğer patlayıcıları söktüler, 5.000'den fazla koalisyon üyesine ve sivile tıbbi bakım sağlamaya yardım etti ve 718 metreküp suyu arıttı.
Kazakistan Ulusal Güvenlik Komitesi (UQK) 13 Haziran 1992'de kuruldu. İç Güvenlik Hizmeti, Askeri Karşı İstihbarat, Sınır Muhafızları, birkaç Komando birimi ve Yabancı İstihbarat (Barlau) hizmetlerini içerir. İkincisi, KNB'nin en önemli parçası olarak kabul edilir. Yöneticisi Nurtai Abykayev'dir.
2002 yılından bu yana, ortak taktik barışı koruma tatbikatı olan "Bozkır Kartalı" Kazakistan hükûmeti tarafından düzenleniyor. "Bozkır Kartalı" koalisyonlar oluşturmaya odaklanıyor ve katılan ülkelere birlikte çalışma fırsatı veriyor. Bozkır Kartalı tatbikatları sırasında, KAZBAT barışı koruma taburu, çok disiplinli barışı koruma operasyonları içinde, NATO ve ABD ordusu ile birleşik bir komuta altında çok uluslu bir kuvvet içinde faaliyet göstermektedir.
Aralık 2013'te Kazakistan, Haiti, Batı Sahra, Fildişi Sahili ve Liberya'daki Birleşmiş Milletler Barış Gücü güçlerini desteklemek için subay göndereceğini duyurdu.
İnsan hakları.
Kazakistan'ın insan hakları durumu bağımsız gözlemciler tarafından zayıf olarak tanımlanıyor. 2015'te İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün Kazakistan hakkındaki raporu, ülkenin "toplanma, konuşma ve din özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtladığını söyledi. 2014 yılında yetkililer barışçıl ancak onaylanmamış protestoların ardından gazeteleri kapattı, düzinelerce insanı hapse attı veya para cezasına çarptırdı ve ibadet edenleri devlet kontrolleri dışında dini uygulamaları nedeniyle para cezasına çarptırdı veya gözaltına aldı. Muhalefet lideri Vladimir Kozlov da dahil olmak üzere hükûmeti eleştirenler, adil olmayan yargılamaların ardından tutuklu kaldı. 2014 yılının ortalarında Kazakistan, yeni ceza, cezai yürütme, ceza usul ve idari kanunları ile temel özgürlükleri kısıtlayan ve uluslararası standartlarla uyumlu olmayan maddeler içeren sendikalar hakkında yeni bir kanun kabul etti. 2016 İnsan Hakları İzleme Örgütü raporu, Kazakistan'ın "2015 yılında kötüleşen insan hakları sicilini aşmak için birkaç anlamlı adım atarak siyasi reform yerine ekonomik kalkınmaya odaklanmayı" yorumladı. Kazakistan'da COVID-19 pandemisi hakkında yanlış bilgi yaydığı iddiasıyla hükûmeti eleştiren bazı kişiler tutuklandı. Kazakistan'da 2014 yılında yayınlanan bir ABD Hükûmeti raporuna göre:"Yasa, polisin gözaltına alınanlara avukat tutma hakları olduğunu bildirmesini gerektirmiyor ve polis bunu yapmadı. İnsan hakları gözlemcileri, kolluk kuvvetlerinin tutukluları bir avukatla görüşmekten caydırdığını, tutuklu avukatı gelmeden önce ön sorgulama yoluyla delil topladığını ve bazı durumlarda delil toplamak için yozlaşmış savunma avukatlarını kullandığını iddia etti. [...]" "Yasa yeterince bağımsız bir yargı sağlamıyor. Yürütme kolu, yargı bağımsızlığını keskin bir şekilde sınırladı. Savcılar yarı adli bir role sahipti ve mahkeme kararlarını askıya alma yetkisine sahipti. Yargı sürecinin her aşamasında yolsuzluk ortadaydı. Hâkimler en yüksek maaşlı devlet çalışanları arasında olmalarına rağmen, avukatlar ve insan hakları gözlemcileri, ceza davalarının çoğunda hâkimlerin, savcıların ve diğer yetkililerin olumlu kararlar karşılığında rüşvet talep ettiğini iddia ettiler."Kazakistan'ın Dünya Adalet Projesi'nin 2015 Hukukun Üstünlüğü Endeksi'ndeki küresel sıralaması 102 üzerinden 65; ülke "Düzen ve Güvenlik" (küresel sıra 32/102) konusunda iyi ve "Hükûmet Yetkileri Üzerindeki Kısıtlamalar" (küresel sıra 93/102), "Açık Hükûmet" (85/102) ve "Temel Haklar" (84/102, koşullarda bir bozulmaya işaret eden düşüş eğilimi ile).
Amerikan Barolar Birliği'nin ABA Hukukun Üstünlüğü Girişimi, Kazakistan'da adalet sektörü profesyonellerini eğitmek için programlara sahiptir.
Kazakistan'ın Yüksek Mahkemesi, ülkenin hukuk sistemi üzerinde şeffaflığı ve denetimi modernize etmek ve artırmak için son adımlar attı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı'ndan sağlanan fonla, ABA Hukukun Üstünlüğü Girişimi, Kazakistan yargı sisteminin bağımsızlığını ve hesap verebilirliğini güçlendirmek için Nisan 2012'de yeni bir program başlattı.
Ceza adaleti ve mahkeme sisteminde şeffaflığı artırmak ve insan haklarını iyileştirmek amacıyla Kazakistan, 2018 yılına kadar tüm soruşturma, savcılık ve mahkeme kayıtlarını dijital ortama aktarmayı planlıyor.
Eşcinsellik 1997'den beri Kazakistan'da yasaldır; yine de çoğu alanda sosyal olarak kabul edilemez. Kazakistan'da LGBT kişilere yönelik ayrımcılık halen yaygındır.
Ekonomi.
Kazakistan, Orta Asya'daki en büyük ve en güçlü performans gösteren ekonomiye sahiptir. Tarım, hayvancılık ve zengin doğal kaynakları sayesinde Sovyetler Birliği döneminde Sovyet ekonomisine en çok katkı sağlayan devletlerden birisi olan Kazakistan; bağımsızlık sürecinin başlaması ile birlikte sosyalizmden kapitalizme hızlı bir şekilde geçiş olarak tanımlanan IMF'nin Şok Terapi politikasını uygulamıştır. Şok Terapi politikasının uygulanması sonucunda Kazakistan; hem ham madde konusunda dışa bağımlı hale gelmiş hem de ülkenin en önemli geçim kaynağı olan tarım sektöründeki gelişmeler duraklamıştır. Ancak, artan petrol üretimi ve fiyatları ile desteklenen Kazakistan ekonomisi, 2014 ve 2015 yıllarında yavaşlamadan önce 2013 yılına kadar yılda ortalama %8 büyümüştür. Kazakistan, tüm borcunu planlanandan 7 yıl önce Uluslararası Para Fonuna geri ödeyen ilk eski Sovyet Cumhuriyeti oldu.
Kazakistan, 179.332 milyar dolarlık GSYİH'ye ve yıllık %4,5 büyüme oranına sahiptir. Kişi başına düşen, Kazakistan'ın GSYİH'sı 9.686 dolardır.
Kazakistan, 21. yüzyılın ilk on yılının en dinamik 25 ekonomisi arasında Çin ve Katar'ın ardından üçüncü sırada yer almaktadır. Küresel ticaretteki artan rolü ve yeni İpek Yolu'ndaki merkezi konumu, ülkeye pazarlarını milyarlarca insana açma potansiyeli verdi. 2015 yılında Dünya Ticaret Örgütü'ne katıldı.
Yüksek dünya ham petrol fiyatlarının canlandırdığı GSYİH büyüme rakamları, 2000'den 2007'ye kadar 8,9 ile %13,5 arasında gerçekleşirken, 2008 ve 2009'da %1,3'e geriledi ve ardından 2010'dan itibaren yeniden yükseldi. Kazakistan'ın diğer önemli ihracatı buğday, tekstil ve hayvancılıktır. Kazakistan ayrıca önde gelen bir uranyum ihracatçısıdır.
Hükûmet, bütçe harcamalarını kontrol ederek ve Petrol Fonu - Samruk-Kazına'da petrol geliri tasarruflarını biriktirerek muhafazakar bir maliye politikası izlemeye devam etti. Küresel mali kriz Kazakistan'ı ekonomiyi desteklemek için kamu borçlanmasını artırmaya zorladı. Kamu borcu 2008'de yüzde 8,7 iken 2013'te yüzde 13,4'e yükseldi. 2012 ve 2013 yılları arasında, hükûmet yüzde 4,5'lik genel bir mali fazla elde etti.
Kazakistan 2002'den beri güçlü döviz girişlerini enflasyonu tetiklemeden yönetmeye çalışıyor. Enflasyon sıkı kontrol altında olmasa da 2002'de %6,6, 2003'te %6,8 ve 2004'te %6,4 olarak kaydedildi.
Mart 2002'de ABD Ticaret Bakanlığı, ABD ticaret kanunu kapsamında Kazakistan'a serbest piyasa ekonomisi statüsü verdi. Bu değişiklik, para birimi konvertibilitesi, ücret oranının belirlenmesi, yabancı yatırıma açıklık ve üretim araçları ve kaynakların tahsisi üzerinde hükûmet kontrolü alanlarında önemli piyasa ekonomisi reformlarını kabul etti.
Dış ticaret.
Kazakistan'ın 2018 yılında dış ticaret cirosu, 2017'ye göre %19,7 artışla 93.5 milyar dolar oldu. 2018'de ise ihracat 67 milyar dolara ulaştı (2017'ye göre + %25,7) ve ithalat 32.5 milyar dolar oldu (2017'ye göre + %9,9). İhracat, 2018 yılında Kazakistan'ın gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) %40,1'ini oluşturdu. Kazakistan'dan 120 ülkeye 800 ürün ihraç edilmektedir.
Tarım.
Tarım, Kazakistan'ın GSYİH'sinin yaklaşık %5'ini oluşturmaktadır. Tahıl, patates, üzüm, sebze, kavun ve hayvancılık en önemli tarımsal ürünlerdir. Tarım arazisi 846.000 kilometrekareden fazladır. Mevcut tarım arazisi, 205.000 kilometrekare ekilebilir arazi ve 611.000 kilometre kare mera ve saman alanından oluşmaktadır.
Başlıca hayvancılık ürünleri süt ürünleri, deri, et ve yündür. Ülkenin başlıca mahsulleri ise buğday, arpa, pamuk ve pirinçtir. Önemli bir döviz kaynağı olan buğday ihracatı, Kazakistan'ın ihracat ticaretinde önde gelen ürünleri arasında yer almaktadır. 2003 yılında Kazakistan'da brüt olarak 17.6 milyon ton tahıl hasadı yapıldı, bu da 2002 yılına göre %2,8 daha yüksek bir orandı. Kazakistan tarımının Sovyetler Birliği yıllarında kötü yönetimden kaynaklanan birçok çevre sorunu bulunmaktadır. Almatı'nın doğusundaki dağlarda ise bir miktar Kazak şarabı üretilmektedir.
Kazakistan'ın, "Malus domestica"'nın (elma) vahşi atası "Malus sieversii"'nin ortaya çıktığı yerlerden biri olduğu düşünülüyor. Ortaya çıktığı düşünülen bölgeye "elma zengini" adı verilen Almatı denir. Bu ağaç günümüzde Orta Asya dağlarında, Güney Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Çin'deki Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde bulunmaktadır.
Altyapı.
Demir yolları, tüm kargo ve yolcu trafiğinin %68'ini, ülkenin %57'sinden fazlasına sağlıyor. Endüstriyel hatlar hariç, ortak taşıyıcı hizmetinde 15.333 km hat uzunluğu bulunmaktadır. Şehirlerin çoğu demir yolu ile birbirine bağlıdır; Hızlı trenler, en güneydeki şehir Almatı'dan en kuzeydeki şehir Kızılyar'a yaklaşık 18 saatte ulaşmaktadır.
Kazakistan Demiryolları (KTZ) ülkenin ulusal demir yolu şirketidir. Kazakistan'ın demir yolu altyapısının geliştirilmesinde Fransız lokomotif üreticisi Alstom ile işbirliği yapmaktadır. Alstom'un 600'den fazla çalışanı, KTZ ve onun Kazakistan'daki iştiraki ile iki ortak girişimi bulunmaktadır. Ayrıca Orta Asya ve Kafkasya'daki tek onarım merkezidir.
Kazakistan'daki raylı sistem Sovyetler Birliği döneminde tasarlandığından, demir yolu hatları Sovyetler arası sınırlar ve Sovyet planlamasının ihtiyaçlarına göre tasarlandı. Bu, Oral'dan Aktöbe'ye giden yolun kısa bir süre Rusya topraklarından geçmesi gibi anormalliklere neden oldu. Bu aynı zamanda rotaların günümüz Kazakistan ihtiyaçlarına uygun olmayabileceği anlamına da gelmektedir.
Kazakistan'ın en modern tren istasyonu olan Astana Nurlu Yol Garı 31 Mayıs 2017 tarihinde başkent Astana'da açıldı. İstasyonun açılışı, Expo 2017 uluslararası sergisinin başlangıcına denk geldi. Kazakistan Demiryolları'na göre, 120.000 m2 istasyonun günde 54 tren tarafından kullanılması ve günde 35.000 yolcu taşıma kapasitesine sahip olması bekleniyor.
Almatı'da 8,56 km'lik küçük bir metro sistemi bulunmaktadır. İkinci ve üçüncü metro hatlarının ise gelecekte yapılması planlanmaktadır. İkinci hat, Alatau ve Zhibek Zholy istasyonlarında ilk hat ile kesişecekti. Mayıs 2011'de, Almatı metrosu 1 numaralı hattın ikinci etabının inşaatına başlandı. Şu anda genişletme projesinde 300 metreden fazla tünel kazılmıştır. Uzantı beş yeni istasyon içermekte ve Almatı şehir merkezindeki banliyölerle Kalkaman'a bağlayacak. Uzunluğu ise 8.62 km olacaktır. İnşaat 3 aşamaya ayrılmıştır. İlk aşamada Sairan ve Moskova istasyonlarının hatta eklenmesiydi.
2009 yılında Avrupa Komisyonu, yalnızca Air Astana hariç tüm Kazak hava taşıyıcılarını kara listeye aldı. O zamandan beri Kazakistan, hava güvenliği gözetimini modernize etmek ve yenilemek için sürekli olarak önlemler aldı. 2016 yılında Avrupa hava güvenliği yetkilileri, tüm Kazak hava yollarını kara listeden çıkardı ve Kazak Hava yolları ve Sivil Havacılık Komitesi tarafından uluslararası standartlara "yeterli uygunluk kanıtı" aldı.
Madencilik ve Metalürji.
Kazakistan'da geniş uranyum, değerli metal, metaller, cevherler, alaşımlar, ferroalaşımlar ve mineral yatakları bulunmaktadır.
Turizm.
Kazakistan, yüzölçümüne göre dünyanın en büyük dokuzuncu ve karayla çevrili en büyük ülkesidir. Günümüzde turizm, ekonominin önemli bir bileşeni değildir. 2014 itibarıyla turizm, Kazakistan'ın GSYİH'sinin %0,3'ünü oluşturdu, ancak hükûmet bunu 2020'ye kadar %3'e çıkarmayı planlıyor. Dünya Ekonomik Forumu'nun 2017 Seyahat ve Turizm Rekabet Edebilirlik Raporu'na göre, Kazakistan'daki seyahat ve turizm sektörü GSYİH'sı 3.08 milyar dolar veya toplam GSYİH'nın yüzde 1.6'sıdır.
2017 yılında turist sayısı açısından dünyada 43. sırada yer aldı. 2000 yılında toplam 1.47 milyon yabancı turist Kazakistan'ı ziyaret etmiş ve bu rakam 2012'de 4.81 milyona yükselmiştir. The Guardian, ülkenin dramatik dağ, göl ve çöl manzaralarının cazibesine rağmen Kazakistan'daki turizmi "son derece az gelişmiş" olarak tanımlıyor. Turist ziyaretlerindeki artışı engelleyen faktörlerin yüksek fiyatlar, "eski altyapı", "kötü hizmet" ve coğrafi olarak çok büyük, az gelişmiş bir ülkede seyahat etmenin lojistik zorlukları olduğu söyleniyor. Yerliler için bile yurt dışına tatile gitmek, Kazakistan'da tatil yapmanın yalnızca yarı fiyatına mal olabilir.
Kazakistan hükûmeti tarafından 2020 yılında "Turizm Endüstrisi Geliştirme Planı 2020" adlı bir girişim başlatıldı. Bu girişim, Kazakistan'da beş turizm kümesi oluşturmayı amaçlamaktadır: Astana şehri, Almatı şehri, Doğu Kazakistan, Güney Kazakistan (Türkistan) ve Batı Kazakistan. Ayrıca, 2020 yılına kadar turizm sektöründe 4 milyar dolarlık yatırım ve 300.000 yeni iş yaratılması hedefliyor.
Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Gürcistan, Moldova, Kırgızistan, Moğolistan, Rusya ve Ukrayna vatandaşlarına 90 güne kadar, Arjantin, BAE, Brezilya, Ekvador, Sırbistan, Güney Kore, Tacikistan, Türkiye ve Özbekistan vatandaşlarına ise 30 güne kadar kalıcı vizesiz gezme fırsatı sunmaktadır.
Yeşil ekonomi.
Kazakistan 2013 yılında Yeşil Ekonomi Planını başlattı. Yeşil Ekonomi Planına göre Kazakistan, 2050 yılına kadar enerji ihtiyacının %50'sini alternatif ve yenilenebilir kaynaklardan karşılamayı taahhüt etti.
Hükûmet, Kazakistan'da Yeşil Ekonomiye geçişin 2050 yılına kadar gerçekleşmesini hedefledi. Yeşil ekonominin GSYİH'yı %3 artırması ve 500.000'den fazla yeni iş yaratması bekleniyor. Ayrıca hükûmet yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerjinin fiyatlarını belirledi. Rüzgar santralleri tarafından üretilen enerjinin 1 Kilowatt saat fiyatı 22.68 tenge ($0,12) olarak belirlendi. Küçük hidroelektrik santraller tarafından üretilen 1 Kilowatt saat fiyatı 16.71 tenge ($0.09) ve biyogaz santrallerinden ise 32.23 tenge ($0.18).
Doğrudan yabancı yatırım.
Kazakistan bağımsızlığından bu yana 120'den fazla ülkeden 330 milyar dolar doğrudan yabancı yatırım (DYY) çekmiştir. ABD Dışişleri Bakanlığı'na göre Kazakistan, bölgedeki en iyi yatırım ortamına sahip olarak kabul ediliyor. 2002 yılında ülke, Sovyetler Birliği'nde uluslararası bir kredi derecelendirme kuruluşundan yatırım yapılabilir kredi notu alan ilk ülke oldu. Doğrudan yabancı yatırım, ulusal ekonomide diğer birçok eski Sovyet ülkesinden daha önemli bir rol oynamaktadır.
Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, kurumlar vergisinden on yıllık muafiyet, emlak vergisinden sekiz yıllık muafiyet ve diğer birçok vergide on yıllık dondurmayı içeren doğrudan yabancı yatırımı teşvik etmek için yasa vergi imtiyazlarını imzaladı. Diğer teşvikler, bir üretim tesisi faaliyete geçtiğinde sermaye yatırımlarının yüzde 30'a varan geri ödemesini içerir.
Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) başkanı Suma Chakrabarti, Kazakistan Yabancı Yatırımcılar Konseyi'ne Başkan Nursultan Nazarbayev ile birlikte başkanlık etti. Mayıs 2014'te, EBRD ve Kazakistan hükûmeti, hükûmet tarafından sağlanan 2,7 milyar ABD Dolarını Kazakistan ekonomisinin önemli sektörlerine kanalize etmek için uluslararası finans kuruluşlarıyla birlikte çalışmak üzere Kazakistan'da Reform Sürecini Yeniden Enerji Verme Ortaklığını oluşturdu. Ortaklık, yatırımı artıracak ve ülkede reformları ileriye taşıyacak.
Kazakistan, Mayıs 2014 itibarıyla bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından bu yana 190 milyar dolar brüt yabancı yatırım çekmiştir ve kişi başına düşen DYY açısından BDT ülkelerine liderlik etmektedir. Doğrudan yabancı yatırımları çeken faktörlerden biri de ülkenin siyasi istikrarıdır. Dünya Bankası'nın raporuna göre Kazakistan, siyasi açıdan en istikrarlı ve şiddetsiz ülke olarak kabul edilen dünyanın ilk %40'ı arasında yer alıyor.
Kazakistan ayrıca Ernst & Young tarafından 2014 yılında yapılan bir ankette yüksek puanlar aldı. EY'nin 2014 Kazakistan Çekicilik Anketi'ne göre; "Kazakistan'ın potansiyeline yatırımcı güveni de tüm zamanların en yüksek seviyesinde bulunuyor ve katılımcıların %47,3'ü Kazakistan'ın önümüzdeki üç yıl içinde giderek daha çekici hale gelmesini bekliyor." Yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal istikrar seviyesi ve Kazakistan'ın rekabetçi kurumlar vergisi oranı, çekiciliğinin başlıca nedenleriydi.
OECD 2017 Yatırım Politikası İncelemesi, yabancı yatırımcılara fırsatlar açmak ve DYY'yi çekmek için politikayı geliştirmek için "büyük adımlar" atıldığını belirtti.
Bankacılık.
Kazakistan'daki bankacılık endüstrisi, 2000'li yıllarda on yılda belirgin bir yükselme ve çöküş döngüsü yaşadı. 2000'lerin ortalarında birkaç yıl süren hızlı genişlemenin ardından, bankacılık sektörü 2008'de çöktü. BTA Bank J.S.C. dahil birkaç büyük banka grubu ve Alliance Bank, kısa süre sonra temerrüde düşürüldü. O zamandan beri sektör küçüldü ve yeniden yapılandırıldı, sistem genelindeki krediler 2007'de %59 iken 2011'de GSYİH'nın %39'una düştü. Rusya ve Kazakistan bankacılık sistemleri birçok ortak özelliği paylaşsa da, bazı temel farklılıklar da vardır. Kazakistan'daki bankalar uzun bir siyasi istikrar ve ekonomik büyüme dönemi yaşadı. Bankacılık ve finans politikasına akılcı bir yaklaşımla birlikte, Kazakistan'ın bankacılık sistemini daha yüksek bir gelişme düzeyine itmeye yardımcı oldu. Bankacılık teknolojisi ve personel nitelikleri, Kazakistan'da Rusya'dakinden daha güçlüdür.
Tahvil piyasası.
Ekim 2014'te Kazakistan, 14 yıldır ilk yurt dışı dolar tahvillerini piyasaya sürdü. 5 Ekim 2014 tarihinde 2.5 milyar dolarlık 10 ve 30 yıllık tahvil ihraç etti ve bu, ülkenin 2000 yılından bu yana ilk dolar cinsinden denizaşırı satışıydı. Midswaps'ın 1.5 puan üzerinde 1.5 milyar dolarlık 10 yıllık dolarlık tahvilleri ve midswap'lara göre iki puanlık 1 milyar dolarlık 30 yıllık borcu elde etmek için sattı. Ardından ülke 11 milyar dolarlık teklif aldı.
Konut piyasası.
Kazakistan'ın konut pazarı 2010'dan beri büyümüştür. 2013 yılında, Kazakistan'daki toplam konut alanı 336,1 milyon metrekare olarak gerçekleşti. Konut stoku yıl içinde yaklaşık %11 artışla 32.7 milyon kareye yükseldi. 2012 ve 2013 yılları arasında, Kazak vatandaşı başına düşen yaşam alanı 19,6'dan 20,9 metrekareye yükseldi. Kentsel alanlar, ülkenin konut stokunun yüzde 62,5'ini oluşturmaktadır. BM'nin önerilen konut standardı kişi başına 30 metrekare'dir. Kazakistan, orta vadede konut büyüme oranının yüzde 7 içinde kalması durumunda 2019 veya 2020 yılına kadar BM standartlarına ulaşabilecek.
"Nurly Jol" (Nurlu Yol) ekonomi politikası.
11 Kasım 2014'te Kazakistan cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Nur Otan partisinin Siyasi Konseyi'nin uzun bir oturumunda Astana'da beklenmedik bir ulus devlet konuşması yaptı ve "Nurly Jol" (Nurlu Yol) politikasını tanıttı. Politikanın özeti ise, gelecek birkaç yıl içinde altyapıya devasa devlet yatırımı anlamına gelen yeni bir ekonomi politikası oluşturmak. "Nurly Zhol" politikası, petrol fiyatında %25'lik düşüş, Batı ile Doğu arasındaki karşılıklı yaptırımlar gibi modern küresel ekonomik ve jeopolitik zorluklar bağlamında ekonomiyi sürdürülebilir büyümeye doğru yönlendirmeye yardımcı olmak için gerekli önleyici tedbirler olarak kabul edilmektedir. Politika, finans, endüstri ve sosyal refah dahil olmak üzere ekonomik büyümenin tüm yönlerini kapsar, ancak özellikle altyapı ve inşaat işlerinin geliştirilmesine yönelik yatırımları vurgular. Hammadde ihracatından elde edilen gelirlerde yakın zamanda yaşanan düşüşler dikkate alındığında, fonlar Kazakistan Ulusal Fonundan kullanılacak.
Ekonomik rekabet gücü.
Dünya Bankası tarafından hazırlanan 2020 İş Yapma Kolaylığı Raporunda Kazakistan, küresel olarak 25. sırada yer aldı ve azınlık yatırımcılarının haklarını korumak için küresel olarak en iyi bir numaralı ülke oldu. 2013 yılında en rekabetçi 50 ülke arasına girme hedefine ulaşmış ve Eylül 2014'ün başında yayınlanan 2014–2015 Dünya Ekonomik Forumu Küresel Rekabet Endeksi'ndeki konumunu korumuştur. Kazakistan; kurumlar, altyapı, makro ekonomik ortam, yüksek öğrenim ve öğretim, mal piyasası verimliliği, iş gücü piyasası gelişimi, finansal piyasa gelişimi, teknolojik hazırlık, pazar büyüklüğü dahil olmak üzere raporun rekabet gücünün hemen hemen tüm sütunlarında BDT'deki diğer devletlerin önünde yer almaktadır. Küresel Rekabet Endeksi, bu sütunların her birinde 1'den 7'ye kadar bir puan verir ve Kazakistan genel olarak 4.4 puan almıştır.
Yolsuzluk.
2005 yılında, Dünya Bankası Kazakistan'ı Angola, Bolivya, Kenya, Libya ve Pakistan ile eşit düzeyde bir yolsuzluk noktası olarak listeledi. 2012'de, en az yolsuzluğa maruz kalan ülkeler endeksinde düşük sırada yer aldı ve Dünya Ekonomik Forumu, ülkede iş yapmanın en büyük sorunu olarak yolsuzluğu listeledi. 2017 OECD raporu ise, Kazakistan'ın kamu hizmeti, yargı, yolsuzluğu önleme araçları, bilgiye erişim ve yolsuzluğun kovuşturulması ile ilgili yasalarda reform yaptığını belirtti. Kazakistan, Uluslararası Şeffaflık Örgütü gibi kuruluşlar tarafından tanınan yolsuzlukla mücadele reformlarını hayata geçirdi.
2011'de İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki rüşvet soruşturmasının bir sonucu olarak, İsviçre banka hesaplarından Kazakistan'ın 48 milyon ABD doları tutarında varlığına el koydu. ABD yetkilileri, fonların Amerikalı yetkililer tarafından Kazakistan'da petrol veya arama hakları karşılığında Kazak yetkililere ödenen rüşveti temsil ettiğine inanıyordu. İşlemler sonunda ABD'de 84 milyon ABD doları ve İsviçre'de başka bir 60 milyon ABD doları içeriyordu.
Federal Soruşturma Bürosu ve Kazak Yolsuzlukla Mücadele Dairesi, Şubat 2015'te Karşılıklı Hukuki Yardım Anlaşması imzaladı.
Bilim ve teknoloji.
Araştırma büyük ölçüde, araştırma personelinin %52'sine ev sahipliği yapan Kazakistan'ın en büyük şehri ve eski başkenti Almatı'da yoğunlaşmıştır. Kamu araştırması, büyük ölçüde enstitülerle sınırlıdır ve üniversiteler yalnızca simgesel bir katkı yapmaktadır. Araştırma enstitüleri fonlarını Eğitim ve Bilim Bakanlığı şemsiyesi altındaki ulusal araştırma konseylerinden almaktadır. Bununla birlikte, bunların çıktıları, pazar ihtiyaçlarından kopma eğilimindedir. İş sektöründe, çok az sanayi kuruluşu araştırma yapar.
2010 yılında kabul edilen Hızlandırılmış Endüstriyel ve Yenilikçi Kalkınma için Devlet Programının en iddialı hedeflerinden biri, ülkenin araştırma ve geliştirme harcamalarını 2015 yılına kadar GSYİH'nın %1'ine yükseltmektir. 2013 yılına kadar bu oran GSYİH'nın %0,18'i olarak gerçekleşti. Ekonomik büyüme güçlü kaldığı sürece hedefe ulaşmak zor olacaktır. 2005'ten bu yana, ekonomi, araştırma ve geliştirmeye yönelik gayri safi yurt içi harcamadan daha hızlı (2013'te %6) büyüdü, bu sadece 598 milyon SAGP'den 2005 ile 2013 arasında 714 milyon SAGP'ye yükseldi.
Kazakistan'da 2010 ile 2011 arasında yenilik harcamaları iki katından fazla artarak 235 milyar KZT'yi (yaklaşık 1.6 milyar ABD doları) veya GSYİH'nın yaklaşık %1,1'ini temsil ediyor. Toplamın yaklaşık %11'i araştırma ve geliştirmeye harcandı. Bu, gelişmiş ülkelerdeki inovasyon harcamalarının yaklaşık %40,70'i ile karşılaştırılır. Bu artış, geleneksel olarak Kazakistan'ın inovasyon harcamalarının büyük kısmını oluşturan makine ve teçhizatın satın alınmasının zararına, ürün tasarımındaki keskin artıştan ve bu dönemde yeni hizmetlerin ve üretim yöntemlerinin kullanılmasından kaynaklanıyordu. Eğitim maliyetleri, inovasyon harcamalarının sadece %2'sini temsil ediyordu ve bu, gelişmiş ülkelere göre çok daha düşük bir paydı.
Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev "Güçlü İş, Güçlü Devlet" sloganıyla "Kazakistan 2050 Stratejisi"ni açıkladı. Bu strateji, Kazakistan'ı 2050 yılına kadar ilk 30 ekonomi arasına çıkarmak için kapsamlı sosyo-ekonomik ve siyasi reformlar önermektedir. Bu belgede, Kazakistan bir bilgi ekonomisine dönüşmesi için kendisine 15 yıl vermektedir. Her beş yıllık planda yeni sektörler oluşturulacak. 2010-2014 yıllarını kapsayan bunlardan ilki, otomobil üretimi, uçak mühendisliği ve lokomotif, yolcu ve kargo vagonlarının üretiminde endüstriyel kapasitenin geliştirilmesine odaklanmıştır. 2019'un ikinci beş yıllık planında hedef, bu ürünler için ihracat pazarları geliştirmek. Kazakistan'ın dünya jeolojik araştırma pazarına girmesini sağlamak için ülke, petrol ve gaz gibi geleneksel maden çıkarma sektörlerinin verimliliğini artırmayı hedefliyor. Aynı zamanda elektronik, lazer teknolojisi, iletişim ve tıbbi ekipmana olan önemi göz önüne alındığında nadir toprak metalleri geliştirmeyi amaçlamaktadır. İkinci beş yıllık plan, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ'ler) için Bölgelerdeki KOBİ'lere hibelerin tahsisi ve mikro kredi için hüküm sağlayan Business 2020 yol haritasının geliştirilmesi ile aynı zamana denk geliyor. Hükûmet ve Ulusal Girişimciler Odası da yeni kurulan şirketlere yardımcı olacak etkili bir mekanizma geliştirmeyi planlıyor.Sonraki beş yıllık 2050 planlarında, mobil, multimedya, nano ve uzay teknolojileri, robotik, genetik mühendisliği ve alternatif enerji gibi alanlarda yeni endüstriler kurulacak. Ülkeyi sığır eti, süt ürünleri ve diğer tarım ürünleri alanında önemli bir bölgesel ihracatçı haline getirmek amacıyla gıda işleme işletmeleri geliştirilecektir. Düşük getirili, su yoğun mahsul çeşitlerinin yerini bitkisel, yağ ve yem ürünleri alacaktır. 2030 yılına kadar "yeşil ekonomi" ye geçişin bir parçası olarak, arazinin %15'i su tasarrufu sağlayan teknolojilerle yetiştirilecek. Deneysel tarım ve yenilik kümeleri kurulacak ve kuraklığa dayanıklı genetiği değiştirilmiş mahsuller geliştirilecektir.
Kazakistan 2050 Stratejisi, yeni yüksek teknoloji sektörlerinin gelişmesine izin vermek için 2050 yılına kadar GSYİH'nın %3'ünü araştırma ve geliştirmeye ayırma hedefini belirlemektedir.
Dijital Kazakistan.
Dijital Kazakistan programı, dijital teknolojilerin uygulanması yoluyla ülkenin ekonomik büyümesini artırmak için 2018 yılında başlatıldı. Kazakistan'ın dijitalleştirme çabaları iki yılda 800 milyar tenge üretti. Program 120.000 iş yaratılmasına yardımcı oldu ve ülkeye 32.8 milyar tenge yatırım çekti. Tüm kamu hizmetlerinin %82'si Dijital Kazakistan programının bir parçası olarak otomatik hale geldi.
Demografi.
Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Sayım Bürosu Uluslararası Veritabanı, Kazakistan'ın nüfusunu 18,9 milyon (Mayıs 2019) olarak listeler. Dünya Nüfus Beklentilerinin 2019 revizyonu gibi Birleşmiş Milletler kaynakları ise 18.319.618 olarak tahmin etmektedir. Resmî tahminler ise, Kazakistan'ın nüfusunun Mayıs 2020 itibarıyla 18,711 milyon olduğunu gösteriyor. Kazakistan İstatistik Ajansı'na göre, 2013 yılında Kazakistan'ın nüfusu geçen yıla oranla %1,7 artışla 17.280.000'e yükseldi.
2009 nüfus tahmini, Ocak 1999'daki son nüfus sayımında bildirilen nüfustan %6,8 daha fazladır. 1989'dan sonra başlayan nüfus düşüşü durakladı ve muhtemelen tersine döndü. Erkekler ve kadınlar, sırasıyla nüfusun %48,3'ünü ve %51,7'sini oluşturmaktadır.
Etnik gruplar.
2018 itibarıyla, etnik Kazaklar nüfusun %67,5'ini oluştururken, Kazakistan'daki Ruslar'ın oranı ise %19,8'dir. Diğer gruplar arasında Tatarlar (%1,3), Ukraynalılar (%2,1), Özbekler (%2,8), Beyaz Ruslar, Uygurlar (%1,4), Azeriler, Türkler Dunganlar, Kalmuklar, Çuvaşlar, Polonyalılar ve Litvanlar bulunmaktadır. Ukraynalılar, Koreliler, Volga Almanları (%1,1), Çeçenler, Ahıska Türkleri ve rejimin Rus siyasi muhalifleri gibi bazı azınlıklar, 1930'larda ve 1940'larda Josef Stalin tarafından Kazakistan'a sürüldü.
Önemli Rus göçü, Kruşçev döneminde Bakir Topraklar Projesi ve Sovyet uzay programı ile de bağlantılıydı. 1989'da etnik Ruslar nüfusun %37,8'ini oluştururken, Kazaklar ülkenin 20 bölgesinin yalnızca 7'sinde çoğunluğu elinde tutuyordu. 1991'den önce Kazakistan'da yaklaşık 1 milyon Alman vardı, çoğu Volga Almanlarının torunları II. Dünya Savaşı sırasında Kazakistan'a sürüldü. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra çoğu Almanya'ya göç etti. Küçük Pontus Rum azınlığının çoğu üyesi Yunanistan'a göç etti. 1930'ların sonlarında Sovyetler Birliği'ndeki binlerce Koreli de Orta Asya'ya sürüldü. Bu insanlar artık Koryo-saram olarak biliniyor.
1990'lara, 1970'lerde başlayan bir süreç olan, ülkedeki Rusların ve Volga Almanlarının çoğunun göçü damgasını vurdu. Bu, yerli Kazakları en büyük etnik grup haline getirdi. Kazakistan nüfusunun artmasındaki diğer faktörler, yüksek doğum oranları ve etnik Kazakların Çin, Moğolistan ve Rusya'dan Kazakistan'a göç etmesidir.
Diller.
Kazakistan resmi olarak iki dilli bir ülkedir. Nüfusun %64,4'ü tarafından yerli olarak konuşan Kazakça (Kıpçak grubu ailesinin bir parçası) "devlet" dili statüsündeyken, çoğu Kazak tarafından konuşulan Rusça "resmi" dildir ve iş, hükûmet ve etnik gruplar arası iletişimde rutin olarak kullanılmaktadır. Ancak 2018'den itibaren Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev tarafından Parlamentoda Rusça kullanılması yasaklanmıştır.
Hükûmet Ocak 2015'te Kiril alfabesinin kullanıldığı Kazakçanın 2025 yılına kadar kademeli olarak Latin alfabesine geçirileceğini duyurdu. Kazakistan'da konuşulan diğer azınlık dilleri arasında Özbekçe, Ukraynaca, Uygurca, Kırgızca ve Tatarca sayılabilir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana Türkçenin yanı sıra İngilizce de gençler arasında popülerlik kazandı. Nazarbayev 2019'daki istifa konuşmasında, gelecekte Kazakistan halkının üç dil (Kazakça, Rusça ve İngilizce) konuşacağını öngördü.
Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe kitabında yabancı dilde eğitimi eleştirirken Kazakistan'ı örnek verir: SSCB döneminde Kazakistan'da Rusça eğitim veren okullardan mezun olanlara avantajlar verilir. Kitabın yazıldığı 2000 yılında Kazakların %40 Kazakça bilmez.
Din.
2022 Nüfus Sayımına göre, nüfusun %74'i Müslüman, %14'ü Hristiyan, %2'si dinsiz'dir % 11'i ise Cevapsız bırakmış veya diğer seçeneğini işaretlemiştir.
Dini özgürlükler, Kazakistan Anayasasının 39. Maddesi ile güvence altına alınmıştır. Madde 39, "İnsan hakları ve özgürlükleri hiçbir şekilde kısıtlanamaz" der. 14. madde "dini temelde ayrımcılığı" yasaklar ve 19. madde herkesin "etnik, parti ve dini bağını belirleyip belirtmeme hakkına" sahip olmasını sağlar. Anayasa Konseyi geçmişte, bazı kişilerin dinlerini uygulama haklarını sınırlayan bir yasa tasarısının anayasaya aykırı olduğuna karar vererek bu hakları onayladı.
Kazakistan'daki en büyük din İslam'dır. Ardından Ortodoks Hristiyanlık gelmektedir. Sovyetler Birliği tarafından on yıllarca süren dini baskıdan sonra, bağımsızlığın gelişi, kısmen din yoluyla etnik kimliğin ifadesinde bir artışa neden oldu. Dini inançların özgürce uygulanması ve tam din özgürlüğünün tesis edilmesi, dini faaliyetlerin artmasına neden oldu. Birkaç yıl içinde yüzlerce cami, kilise ve diğer ibadethaneler inşa edildi ve dini dernek sayısı 1990'da 670 iken, günümüzde 4.170'e yükseldi.
Bazı rakamlar herhangi mezhebe bağlı olmayan Müslümanların çoğunluğu oluşturduğunu gösterirken diğerleri ülkedeki Müslümanların çoğunun Hanefilik mezhebinden sonra Sünni olduğunu göstermektedir. Bunlar arasında nüfusun yaklaşık %60'ını oluşturan etnik Kazaklar ile etnik Özbekler, Uygurlar ve Tatarlar bulunmaktadır. %1'den daha azı Sünni Şâfiîlik mezhebinin bir parçasıdır (özellikle Çeçenler). Ayrıca bazı Ahmedî Müslümanlar da var. Kazakistan'da toplam 2.300 cami var, hepsi bir baş müftü tarafından yönetilen "Kazakistan Müslümanları Ruhani Derneği"ne bağlıdır. Kurban Bayramı da ülke genelinde bayram olarak kabul edilmektedir.
Nüfusun dörtte biri, etnik Ruslar, Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar dahil olmak üzere Rus Ortodoks'tur. Diğer Hristiyanlık grupları arasında Roma Katolikleri, Yunan Katolikleri ve Protestanlar bulunmaktadır. Toplam 258 Ortodoks kilisesi, 93 Katolik kilisesi (9 Yunan Katolik) ve 500'ün üzerinde Protestan kilisesi ve ibadethanesi bulunmaktadır. Rus Ortodoks Noel'i de Kazakistan'da bayram olarak kabul edilmektedir. Diğer dini gruplar arasında Yahudilik, Bahâîlik, Hinduizm, Budizm ve İsa Mesih'in Son Zaman Azizler Kilisesi bulunmaktadır.
Eğitim.
Eğitim evrenseldir ve ortaöğretim kadar zorunludur ve yetişkin okuryazarlık oranı %99,5'tir. Bu istatistikler ortalama olarak Kazakistan'daki hem kadınlara hem de erkeklere eşittir.
Eğitim üç ana aşamadan oluşur: ilköğretim (1-4. Sınıflar), temel genel eğitim (5-9. Sınıflar) ve üst düzey eğitim (10-11 veya 12. sınıflar) sürekli genel eğitim ve mesleki eğitim olarak ikiye ayrılır. Mesleki Eğitim genellikle üç veya dört yıl sürer. Son zamanlarda, birkaç ortaokul, uzmanlık okulları, magnet okulları, gymnasiumlar, liseler ve dilbilimsel ve teknik gymnasiumlar kurulmuştur. Orta meslekî eğitim, özel mesleki veya teknik okullarda, lise veya kolejlerde ve meslek okullarında verilmektedir.
Ülkede üniversiteler, akademiler ve enstitüler, konservatuvarlar, yüksek okullar ve yüksek okullar bulunmaktadır. Üç ana seviye vardır: seçilen çalışma alanının temellerini sağlayan ve Lisans derecesi ödülüne götüren temel yüksek öğretim; öğrencilere Uzmanlık Diploması'nın verildiği özel yüksek öğrenim; ve yüksek lisans derecesine götüren bilimsel-pedagojik yüksek öğrenim. Lisansüstü eğitimle, Kandidat Nauk ("Bilim Adayı") ve Bilim Doktoru'na (Doktora) elde edilebilir. Eğitim ve Yüksek Öğrenim Kanunlarının kabul edilmesiyle özel bir sektör kurulmuş ve çeşitli özel kuruluşlara ruhsat verilmiştir.
Kazakistan'da 2.500'den fazla öğrenci toplam 9 milyon dolarlık öğrenci kredisi için başvuruda bulundu. En fazla öğrenci kredisi Almatı, Astana ve Kızılorda'dan talep edildi.
Kazakistan'daki eğitim ve beceri geliştirme programları da uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenmektedir. Örneğin, 30 Mart 2015'te, Dünya Bankalarının İcra Direktörleri Grubu, Kazakistan'daki Beceriler ve İş projesi için 100 milyon dolarlık bir krediyi onayladı. Proje, işsiz, verimsiz bir şekilde serbest meslek sahibi ve eğitime ihtiyacı olan mevcut çalışanlara ilgili eğitim vermeyi amaçlamaktadır.
Kültür.
Rus kolonizasyonundan önce Kazaklar, göçebe kırsal ekonomilerine dayanan oldukça gelişmiş bir kültüre sahipti. 8. yüzyılda Arapların bölgeye gelmesiyle İslam kültürü kazandırılmıştır. Başlangıçta Türkistan'ın güney kesimlerinden kuzeye doğru yayıldı. Sâmânîler, gayretli misyonerlik çalışmalarıyla dinin kök salmasına yardımcı oldu. Altın Orda Devleti, 14. yüzyılda bölgedeki kabileler arasında İslam'ı daha da yaydı.
Kazakistan, edebiyat, bilim ve felsefeye çok sayıda önde gelen katılımcıya ev sahipliği yapmaktadır: Abay Kunanbayoğlu, Muhtar Avezov, Gabit Musirepov, Kanysh Satpayev, Muhtar Şahanov, Saken Seyfullin, Jambıl Jabayev ve diğerleri.
Turizm, Kazakistan'da hızla büyüyen bir sektördür ve uluslararası turizm ağına katılmaktadır. 2010 yılında Kazakistan, turizmle ilgili kuruluşların Üç Bölgeli Şemsiyesi olan Bölge Girişimi'ne (TRI) katıldı. TRI, üç bölge arasında bir bağlantı görevi görüyor: Güney Asya, Orta Asya ve Doğu Avrupa. Ermenistan, Bangladeş, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Pakistan, Rusya, Sri Lanka, Tacikistan, Türkiye ve Ukrayna'da bu girişimde bulunmaktadır.
Edebiyat.
Kazak edebiyatı, "Orta Asya'daki Kazaklar tarafından Kazakça olarak üretilen hem sözlü hem de yazılı edebiyat eseri" olarak tanımlanmaktadır. Kazak edebiyatı, Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Rus İmparatorluğu ve Kazak Hanlığı dönemi de dahil olmak üzere mevcut Kazakistan topraklarından doğmuştur. Tarih boyunca Kazakistan'da ikamet eden Türk kavimlerinin edebiyatı ve etnik Kazaklar tarafından yazılan edebiyat da dahil olmak üzere birkaç tamamlayıcı temayla bazı örtüşmeler vardır.
6. ve 8. yüzyılların Çin yazılı kaynaklarına göre, Kazakistan'daki Türk halklarının sözlü şiir geleneği vardı. Bunlar daha önceki dönemlerden geldi ve öncelikle ozanlar tarafından aktarıldı: profesyonel hikâye anlatıcıları ve müzik icracıları. Bu geleneğin izleri, iki erken Türk hükümdarı ("kağanlar") Kül Tigin ve Bilge Kağan'ın egemenliğini anlatan, MS 5-7. Yüzyıllara tarihlenen Orhun Yazıtları'nda gösterilmektedir. Kazaklar arasında ozan, sadece olmasa da, esasen erkek mesleğiydi. En azından 17. yüzyıldan beri Kazak ozanlar iki ana kategoriye ayrılabilir: başkalarının eserlerini aktaran zhırawlar (zhiraus, žyraus), genellikle kendi orijinal eserlerini yaratmayan ve ekleyenler; ve kendi şiirlerini, hikâyelerini veya şarkılarını doğaçlama yapan veya yaratan aqyns (akınlar). Didaktik terimler, zarafet tolgaws ve epik zhırlar gibi çeşitli türlerde eserler vardı. Bu tür masalların kökenleri çoğu kez bilinmemekle birlikte, çoğu Kazak şiirinin ve nesrinin ikinci yarıda ilk kez yazıldığı zamana kadar, bunların çoğu onları yarattığı veya aktardığı varsayılan yakın veya daha uzak geçmişe ait ozanlar ile ilişkilendirildi.
Müzik.
Kazakistan, Kazak Devleti Halk Enstrümanları Kurmangazi Orkestrası, Kazak Devlet Filarmoni Orkestrası, Kazak Ulusal Operası ve Kazak Devlet Oda Orkestrası'na ev sahipliği yapmaktadır. Halk çalgı orkestrası adını 19. yüzyılda yaşamış ünlü besteci ve dombrasanatçısı Kurmangazi Sağırbayoğlu'ndan almıştır. 1931'de kurulan Müzikal-Dramatik Eğitim Koleji, müzik için ilk yüksek öğretim enstitüsüdür. İki yıl sonra ise Kazak Halk Çalgıları Orkestrası kuruldu. Asyl Mura Vakfı, hem geleneksel hem de klasik Kazak müziğinin harika örneklerinin tarihi kayıtlarını arşivleyip yayınlamaktadır.
Geleneksel Kazak müziğine atıfta bulunurken, otantik folkloru "folklor" dan ayırmak gerekir. İkincisi, gelecek nesiller için geleneksel müziği korumayı amaçlayan akademik olarak eğitilmiş sanatçılar tarafından yürütülen müziği ifade eder. Yeniden yapılandırılabildiği kadarıyla, Kazakistan'ın güçlü bir Rus etkisinden önceki döneme ait müziği, enstrümantal müzik ve vokal müzikten oluşuyor. Enstrümantal müzik, parçalarla ("Küy") solistler tarafından icra ediliyor. Birçok Küy başlığı hikâyelere atıfta bulunduğundan, metin genellikle müzik için arka planda (veya "programda") görülür. Vokal müziği, düğün gibi bir törenin parçası olarak (çoğunlukla kadınlar tarafından icra edilir) veya bir şölenin parçası olarak kullanılır. Burada alt türlere ayrılabiliriz: sadece tarihsel gerçekleri değil aynı zamanda kabilenin soy ağacını, aşk şarkılarını, didaktik dizeleri de içeren destansı şarkılar; ve özel bir form olarak, iki veya daha fazla şarkıcının halka açık (Aitys) kompozisyonu, diyalog karakteri ve genellikle beklenmedik bir şekilde açıkçası içerik olarak.
Kazakistan'daki müzik hayatında Rus etkisi iki alanda görülebilir: Birincisi, opera sahneli konser evleri, konservatuvarlar, Avrupa müziğinin icra edildiği ve öğretildiği konservatuvarlar gibi müzikal akademik kurumların tanıtılması ve ikincisi, birleştirmeye çalışılarak. Kazak geleneksel müziğini bu akademik yapılara dönüştürüyor. Önce Rus İmparatorluğu, ardından Sovyetler Birliği tarafından kontrol edilen Kazakistan'ın halk ve klasik gelenekleri, etnik Rus müziği ve Batı Avrupa müziğiyle bağlantılı hale geldi. 20. yüzyıldan önce Kazak halk müziği, besteciler, müzik eleştirmenleri ve müzikologlardan oluşan etnografik araştırma ekipleri tarafından derlenmiş ve incelenmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısında, Kazak müziği doğrusal notasyonla yazılmıştır. Bu dönemin bazı bestecileri Kazak halk şarkılarını Rus tarzı Avrupa klasik müziğine ayarladılar.
Kazaklar ise 1931 yılına kadar kendi müziklerini nota yazmadılar. Daha sonra Sovyetler Birliği'nin bir parçası olarak Kazak halk kültürü, siyasi ve sosyal huzursuzluğu önlemek için tasarlanmış bir şekilde teşvik edildi. Sonuç olarak, gerçek Kazak halk müziğinin hafif bir türeviydi. 1920'de Rus yetkili Aleksandr Zatayevich, melodiler ve Kazak halk müziğinin diğer unsurları ile önemli sanat eserleri yarattı. 1928'den başlayarak ve 1930'larda hızlanarak, geleneksel Kazak enstrümanlarını, perdelerin ve tellerin sayısını artırmak gibi Rus tarzı topluluklarda kullanılmak üzere uyarladı.
Günümüzde, Avrupa müzik tarzlarının ağır etkisinden önce uygulandığı şekliyle geleneksel müziği yeniden keşfetme çabası olarak tanımlanabilir. Performansların kalitesi ve özgünlük arayışı göz ardı edilemese de, geleneksel halk müziği içinde icra eden çağdaş müzisyenlerin hepsinin iyi eğitimli profesyoneller (Rauchan Orazbaeva, Ramazan Stamgazi) olduğunu hatırlamak metodolojik nedenlerden dolayı önemlidir.
Bir diğer yön ise, geleneksel miraslarını batı kültürlerinden öğrendikleri müziğe dahil etmeyi amaçlayan genç besteciler kuşağından ve rock ve caz müzisyenlerinden ortaya çıkıyor, böylece sırasıyla etnik "etnik çağdaş klasikler" için yeni bir sahne oluşturuyorlar. Kazak müziğinin öncü isimlerine Bibigül Tölegenova, Roza Rımbayeva, Dimash Kudaibergen ve Batırhan Şükenov gibi isimler örnek verilebilir.
Mutfak.
Kazak mutfağında, çiftlik hayvanı eti çeşitli şekillerde pişirilebilir ve genellikle çeşitli geleneksel ekmek ürünleri ile servis edilir. İçecekler ise genel olarak siyah çay, ayran ve kımız gibi geleneksel sütten elde edilen içecekleri içerir. Geleneksel bir Kazak yemeği sofrada çok sayıda meze, ardından çorba, pilav ve Beşbarmak gibi bir veya iki ana yemek içerir. Ayrıca fermente kısrak sütünden yapılan kımız da çokça tüketilmektedir.
Spor.
Kazakistan sürekli olarak Olimpiyatlarda performans sergiliyor. Özellikle boksta başarılıdır. Bu, Orta Asya ulusuna biraz dikkat çekti ve sporcularının dünya bilincini artırdı. Dmitri Karpov ve Olga Rıpakova, Kazakistan'ın en önemli atletlerindendir. Dmitri Karpov, 2004 Yaz Olimpiyatları, 2003 ve 2007 Dünya Atletizm Şampiyonalarında bronz madalya alan bir dekatloncudur. Olga Rıpakova ise, 2012 Yaz Olimpiyatları'nda, 2011 Dünya Atletizm ve Altın Şampiyonası'nda gümüş madalya alan, üçlü atlama (kadınlar) konusunda uzmanlaşmış bir atlettir. 2014 Kış Olimpiyatları'te ve 2022 Kış Olimpiyatları için Almatı aday olmuştur. Ayrıca Astana ve Almatı 2011 Asya Kış Oyunlarına ev sahipliği yaptı.
Medya.
Kazakistan, Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından derlenen Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 180 ülke arasında 161. sırada yer alıyor. Hükûmetin davacı sıfatıyla 2002 Mart ayı ortalarında verdiği bir mahkeme emri, "Respublika"'nın basımı üç ay süreyle durduracağını belirtti. Bu karar, gazetenin "Respublika Değil" gibi başka başlıklar altında basılmasıyla iptal edildi. 2014 yılının başlarında bir mahkeme, küçük tirajlı "Assandi-Times" gazetesine de Respublika grubunun bir parçası olduğunu söyleyerek yayın durdurma emri çıkardı. İnsan Hakları İzleme Örgütü: "Bu saçma dava, Kazak yetkililerin eleştirel medyaya zorbalık yapmak için sessizliğe gitmeye ne kadar istekli olduklarını gösteriyor." şeklinde açıklama yaptı.
ABD Dışişleri Bakanlığı Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu'nun (DRL) desteğiyle, Amerikan Barolar Birliği Hukukun Üstünlüğü Girişimi, Kazakistan'da ifade özgürlüğünü ve gazetecilik haklarını desteklemek için Almatı'da bir medya destek merkezi açtı.
UNESCO Dünya Mirası.
Kazakistan, UNESCO Dünya Mirası listesinde üç kültürel ve iki doğal alana sahiptir:
Doğal sit alanları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15770",
"len_data": 73780,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Aşağıdaki liste rasyonel fonksiyonların integrallerini vermektedir
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15771",
"len_data": 66,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 2.85
}
|
Bu irrasyonel fonksiyonların integrallerini (ters türevlerini) barındıran bir listedir. Farklı fonksiyonların integrallerine ait bilgi için integral tablosu sayfasına göz atabilirsiniz.
formula_28 içeren integraller.
formula_29 olduğunu varsayın. formula_30
formula_33, burada formula_34'nın pozitif değeri alınmalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15772",
"len_data": 320,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.46
}
|
Aşağıdaki liste yarıçapına göre bilinen en büyük yıldızları göstermektedir. Kullanılan ölçü birimi güneş yarıçapıdır (yaklaşık olarak 695.700 kilometre).
Verilen yarıçaplar bazen büyük dalgalanmalara sahip tahmini değerlerdir. Ek olarak, ikili yıldız sistemleri bazen tek yıldızlarına çözülmüş olarak verilir, diğer durumlarda tek nesneler olarak listelenir. Bu nedenle bu liste yalnızca bir rehberdir ve güvenilir bir sıralama olarak görülmemelidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15774",
"len_data": 450,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
1000'e kadar tam sayıların asal çarpanlarını göstermektedir.
Not:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15776",
"len_data": 65,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 2.39
}
|
Türev, matematikteki ve özellikle diferansiyeldeki temel kavramlardan biridir. Aşağıda temel türev alma kuralları ve bazı fonksiyonların türev kuralları yer almaktadır.
Temel türev alma kuralları.
Sabit fonksiyonun türevi.
Herhangi bir formula_1 için, eğer formula_2 ise, o zaman formula_3 olur.
Kanıt.
formula_4 olsun. O zaman, türevin tanımından yola çıkarak
elde edilir.
Türev almanın doğrusallığı.
formula_6 ve formula_7 iki fonksiyon, formula_8 ve formula_9 iki gerçel sayı olsun. O zaman, formula_10 fonksiyonunun formula_11'e göre türevi
Leibniz gösterimi ile bu ifade şu şekilde yazılır:
formula_13
Türevin doğrusallığı şu özel halleri de verir:
formula_15
formula_16
Çarpımın türevi.
formula_6 ve formula_7 iki fonksiyon olsun. O zaman, formula_19 fonksiyonunun formula_11'e göre türevi
şeklinde olmalıdır. Leibniz gösterimi ile bu ifade şu şekilde yazılır:
formula_22
Zincir kuralı.
formula_23 fonksiyonunun türevi şu şekilde verilir:
formula_24
Leibniz gösterimi ile bu ifade şu şekilde yazılır:
formula_25
ve genelde şu şekilde kısaltılır:
formula_26
Ters fonksiyon kuralı.
Eğer fonksiyonunun ters fonksiyonu ise; yani, formula_27 ve formula_28 ise
formula_29
Leibniz gösterimi ile bu ifade şu şekilde yazılır:
formula_30
Kuvvet yasası, polinomlar, bölme ve çarpmaya göre ters.
Polinom ve basit kuvvet kuralı.
formula_31 ise her formula_32 için
Eğer formula_34 ise o zaman formula_35'tir ve formula_36 olur.
Kuvvet kuralını toplama ve sabit terimle çarpma kuralı ile birleştirerek polinomların türevi hesaplanabilir.
Çarpmaya göre tersin türevi.
Eğer bir fonksiyon, başka bir fonksiyonun çarpmaya göre tersi ise; yani, formula_37 ile tanımlanmışşsa ve " sıfır değeri almıyorsa
olur. Leibniz gösterimi ile bu ifade şu şekilde yazılır:
Çarpmaya göre tersin türevi böle kuralından ya da kuvvet luralı ve zincir kuralının peşpeşe kullanılmasında elde edilebilir.
Bölmenin türevi.
' ve ' iki fonksiyon olsun. O zaman, "" nin 0 olmadığı her yerde
olur. Bu kural, çarpma kuralı ve çarpmaya göre tersin türevi beraber kullanılarak gösterilebilir.
Genel kuvvet kuralı.
Kuvvet kuralı daha genel hale de uygulanabilir.
Eğer formula_41 ise, o zaman ' 0 olmadığı ve ' pozitif olduğu müddetçe,
olur. Bunun daha genel hali için ' ve ' iki fonksiyon olsun. O zaman,
Bu halde, çarpmaya göre tersin türevi formula_44 alınarak bulunabilir.
Üstel ve logaritma fonksiyonlarının türevleri.
formula_45, fonksiyonun formula_11'e göre türevinin alındığını gösterir.
Eğer formula_48 olursa, o zaman karmaşık sayılar göz önüne alınmalıdır.
Eğer formula_48 olursa, o zaman karmaşık sayılar göz önüne alınmalıdır.
Logaritmik türevler.
Logaritmik türev bir fonksiyonun logaritmasının türevini ifade etmenin bir başka yoludur
Logaritma ile türev alma.
Logaritma ile türev alma özellikle karmaşık fonksiyonlar için kullanılır. Logaritma ile türev alınırken ilk önce fonksiyon yazılır ve fonksiyonun doğal logaritması alınır. Sonra da iki tarafında türevi alınır. Son olarak da fonksiyonun türevi izole edilir. Örnek olarak:
Ve türevin çarpma kuralının özel bir durumunda, yani formula_60 ve formula_61 iken elde edilir.
Trigonometrik fonksiyonların türevleri.
Trigonometrik fonksiyonların türevi, temel prensipler kullanılarak, yani eğrinin eğimini veren cebirsel bir ifade bulunarak elde edilir:
BU türevlerin üzerindeki sınırlandırmaları görmek için Hiperbolik fonksiyonlar'a bakınız.
İntegralin türevi.
Diyelim ki
biçiminde verilen bir fonksiyonun "x"e göre türevini almak istiyoruz. Diyelim ki şu koşullar sağlanıyor:
O zaman, formula_78 için
Bu formüle Leibniz integral kuralı denir ve Kalkülüsün temel teoremi ile çıkarılabilir.
"n"' inci mertebeden türev.
Eğer pozitif tam sayı ise fonksiyonların inci türevini hesaplamak için bazı kurallar da vardır.
Faà di Bruno's formülü.
Eğer ve , kere türevlenebilir fonksiyon olsun. O zaman,
formula_80
Burada, formula_81 ve formula_82 kümesi ise
Diyofant denklemi formula_83 nin negatif olmayan bütün çözümlerinden oluşmaktadır.
Genel Leibniz Kuralı.
Eğer ve , kere türevlenebilir fonksiyon olsun. O zaman,
formula_84
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15777",
"len_data": 4053,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.4
}
|
Bu sayfada tanınmış iktisatçıların bir listesi bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15778",
"len_data": 61,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 2.85
}
|
Ru'yetullah, İslam dini terimi. Allah'ın âhirette gözlerle görülmesini tanımlar. Kelâm ilmindeki tartışma konularından birisidir.
Sünni Görüş.
İslam dinindeki farklı mezheplerin ru'yetullah konusunda farklı düşünceleri ve görüşleri mevcuttur. Ehl-i sünnete göre, ahirette Allah'ın Müslümanlar tarafından görülmesi aklen caiz, (akli olarak mümkün) naklen (ayet ve hadis) ise vâcipdir. (gereklidir) Bu şu mânâya gelir; aklen Allah'ın âhirette görünmesi imkânsız değildir, yani nakil (âyet ve hadis) ile de Müslümanların Allah'ı âhirette göreceği belirtilmiştir. İslam dininde çoğunluğun konu hakkındaki görüşü budur.
Sünni İslam inancına göre naklen Allah'ın gözlerle görülmesi vâcib olsa da Ehl-i sünnet âlimleri bu görme fiilinin nasıl bir fiil olduğunun bilinemeyeceğini öne sürmüşlerdir.
Konu ile ilgili öne sürülen nakli (âyet-hadis) delillere örnek vermek gerekirse:
Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah-u Teâla, "Daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" buyurur. Onlar, "Sen yüzümüzü ağarmadın mı? Bizi cennete koyup ateşten kurtarmadın mı? Daha ne isteyelim?" derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha hoş gelecek hiçbir şey verilmiş olamaz.
Peygamber daha sonra sözlerine Yunus Suresi 26. âyeti okuyarak devam etmiştir; Yunus Suresinin 26. âyeti ise şöyle buyurmaktadır, "İyi iş ve güzel âmel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde vardır." Hadisten de anlaşılacağı üzere Sünni âlimler bu âyette "ziyâde" ile kastedilenin Allah'ı görmek olduğunu söylemişlerdir.
"Rabbim bana görün ki seni göreyim." (A'raf Suresi 143. âyet) Eğer Allah'ın görülmesi imkânsız olsa idi, Musa peygamber bu tür bir talepte bulunmazdı. Zîrâ Sünni İslam inancına göre vahiy alan bir peygamber Allah'ın sıfatlarından habersiz olamaz.
Diğer Mezheplerin Görüşleri.
Her ne kadar Ehl-i sünnet kelâmcıları ru'yetullahı aklen câiz, naklen vâcib olarak açıklasalar da; Mutezile ve Cehmiyye mezhepleri, ru'yetullah'ın mümkün olduğunu söylemenin Allah'ı yarattıklarına benzeteceği düşüncesiyle, ru'yetullah'ı kabul etmezler. Bu mezheplere göre ru'yetullah'ın mümkün olduğunu kabul etmek Allah'ın cisim olduğunu iddia etmeye benzer ki İslam dini âkîdesinin tevhid kuralına göre bu imkânsızdır. Bu sebeple Mutezile ve Cehmiyye mezheplerine göre Allah'ın ahirette görülmesi kabul edilemezdir; çünkü hiçbir ayette Allah gözlerle görülür, yazmaz.
Ayrıca, İmam-ı Caferi Sadık mezhebince de ru'yetullah reddedilmektedir. Bu mezhebe göre En'am Suresinin 103. ayetinde yer alan "Gözler, Onu algılayamaz ve kavrayıp ihâta edemez; fakat O; gözleri ve her şeyi görür, idrâk ve ihâta eder." ayeti önem kazanmaktadır. Bu mezhebe göre Allah'ı Dünya'da ve ahirette görmek onu sınırlamak, belli bir şekle sokmak demektir. Oysa Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Ehli Beyt ekolüne göre (Alevî-Şiâ'ya göre) Allah'ı görebilmeyi iddia etmek "tevhid" anlayışına terstir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15784",
"len_data": 2904,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.01
}
|
Buhârî ya da tam künyesiyle Ebû Abdillâh Muhammed bin İsmâîl bin İbrâhîm el-Cu'fî el-Buhârî (810, Buhara - 869, Semerkant), İslam tarihindeki en önemli hadis alimi olarak kabul edilen 9. yüzyılda yaşamış Fars muhaddis. Yazdığı Sahih-i Buhârî diye bilinen (Arapça: الجامع الصحيح, "El-Camius-Sahih") eser, daha sonradan Müslümanlar için güvenilir hadis kaynaklarını teşkil eden ve "Kütüb-i Sitte" diye anılan serinin ilk kitabıdır.
Özbekistan'ın Buhara şehrinde doğan Buhari, küçük yaşta hadis öğrenmeye başladı. Abbasi Halifeliği döneminde önemli ilim merkezlerine giderek döneminin etkili âlimlerinden ders aldı. Binlerce hadis rivayetini ezberleyen Buhari, 846'da Sahih-i Buhari'yi derledi. Hayatının geri kalanını, topladığı hadisleri öğreterek geçirdi. Hayatının sonlarına doğru, Kur'an'ın mahluk olduğuna inandığı iddialarıyla karşı karşıya kaldı ve Nişabur'dan sürgün edildi. Ardından Semerkant yakınlarındaki Hartenk'e taşındı.
Yaşamı.
Soyu ve erken yaşamı.
Muhammed bin İsmail el-Buhari el-Cufi, 21 Temmuz 810 (13 Şevval 194) Cuma günü cuma namazından sonra günümüz Özbekistan'ında Horasan bölgesinin Buhara şehrinde doğdu. Fars kökenlidir ve babası Malik bin Enes, Abdullah bin Mübarek ve Hammad ibn Seleme'nin öğrencisi olan hadis âlimi İsmail bin İbrahim'di. Babası, Buhari henüz bebek yaşlarındayken vefat etti. Buhari'nin büyük büyükbabası Muğire, Buhara valisi Yeman el-Cufi'nin tebliğiyle İslam'ı kabul ettikten sonra Buhara'ya yerleşti. Gelenek gereği Yeman el-Cufi'nin mevlası oldu ve ailesi "el-Cufi" nisbesini taşımaya devam etti.
Buhari'nin büyük büyükbabası Muğire'nin babası Bardizbah (Farsça: بردزبه), çoğu âlim ve tarihçiye göre Buhari'nin bilinen en eski atasıdır. Bardizbah bir Zerdüşt din adamıydı. Bardizbah'ın babasının adını veren tek alim Takiyüddin es-Subki'dir ve babasının adının Bazzabah (Farsça: بذذبه) olduğunu söyler. İkisi hakkında da Fars oldukları ve İslam öncesi Fars halklarının dinini takip ettikleri dışında pek bir şey bilinmemektedir. Tarihçiler ayrıca Buhari'nin büyükbabası İbrahim bin Muğire (Arapça: إبراهيم ابن المغيرة, romanize: Ibrāhīm ibn el-Mughīrā) hakkında da herhangi bir bilgiye rastlamamışlardır.
Eğitimi ve seyahatleri.
Babasının erken ölümü nedeniyle annesinin terbiyesi altında Arapçayı ve Kur'an'ı öğrenmiştir. Çağdaş hadis alimi ve tarihçisi Zehebî'ye göre, Buhari hadis okumaya 821 yılında başlamıştır. Çocukken Abdullah bin Mübarek'in eserlerini ezberlemiş ve ergenlik çağındayken hadis yazmaya ve rivayet etmeye başlamıştır. 826'da 16 yaşında annesi ve abisi ile birlikte Mekke'ye hac amacıyla gitmiştir, Buhara'ya dönerken kendisi ilim öğrenme isteğiyle Mekke'de kalmıştır. Buhari, Medine'ye taşınmadan önce iki yıl Mekke'de kaldı. Burada peygamber Muhammed'in sahabeleri ve tabiun hakkında bir kitap yazdı. Medine'de bulunduğu süre içinde ayrıca Tarih-i Kebir isimli eserini de yazdı.
Buhari'nin, Suriye, Kûfe, Basra, Mısır, Yemen ve Bağdat gibi dönemin önemli İslam ilim merkezlerinin çoğunu gezdiği bilinmektedir. Ahmed bin Hanbel, Ali bin Medeni, Yahya bin Ma'in ve İshak bin Rahveyh gibi önde gelen İslam alimlerinden ders almıştır. Buhari'nin 600.000'den fazla hadis rivayetini ezberlediği bilinmektedir.
Mihne, son yılları ve ölümü.
Buhari, uzun süren hadis toplama seyahatlerinden sonra önemli bir ilim merkezi olan Nişabur'a geldi. Buranın halkı tarafından çok büyük bir itibar gördü, evi hergün onu dinlemek için gelenlerle doldu taştı. O dönemde alimler arasında Kur'an'ın mahluk olup olmadığıyla ilgili bir kelam tartışması devam etmekteydi. Mutezile mensubu alimler tarafından ortaya atılan Kur'an'ın mahluk olduğu hakkındaki görüş epeyce taraftar toplamış hatta dönemin Abbasi devlet otoritesi tarafından desteklenmiştir. Bu görüşe karşı çıkan alimler ise dışlanmış ve hatta ağır eziyetlere uğramıştır.
Buhari'nin evindeki bir toplantıda ziyaretçilerden birisi Kur'an'ın mahluk olup olmadığı hakkındaki soruya Buhari "fiilerimiz mahluktur, Kur'an okuyuşumuz da öyledir" demesiyle şehirde büyük bir karışıklık çıkmıştır. Buhari'ye destek verenlerle karşı çıkanlar kavgaya tutuşmuş, Buhari ise şehirden çıkarak Semerkand yakınlarında bir köye yerleşmiştir. Zehebi ve Subkî, Buhari'nin Nişabur'daki bazı hadis âlimlerin kıskançlığı nedeniyle bu konunun ona sorulduğunu ve ardından kovulduğunu ileri sürmüşlerdir. Buhari, hayatının son yirmi dört yılını topladığı hadisleri öğreterek geçirmiştir. Mihne sırasında Semerkand yakınlarındaki bir köy olan Hertenk'e yerleşmiş ve orada da 1 Eylül 870 Cuma günü vefat etmiştir. Günümüzde mezarı, Semerkand'a 25 kilometre uzaklıktaki Özbekistan'ın Hertenk kentindeki İmam Buhari Türbesi'nde bulunmaktadır. Türbe, yüzyıllar süren ihmal ve haraplığın ardından 1998 yılında restore edilmiştir. Türbe külliyesi Buhari'nin türbesi, bir cami, bir medrese ve Kur'an yazmaları bulunan bir kütüphaneden oluşmaktadır. Buhari'nin zemin seviyesindeki türbe mezarı yalnızca bir anıt mezardır. Asıl mezar, yapının altındaki küçük bir mezar odasında yer almaktadır.
Eserleri hakkındaki görüşler.
Zühlî'nin Kur'an okuyan kişinin telaffuzunu mahluk kabul ettiği gerekçesiyle Buhârî'nin bidatçı olduğunu ve onun meclisine katılanların Kur'an'ın mahluk olduğu görüşüne sahip olmakla itham edilmesi gerektiğini bildirerek Müslim bin Haccâc ve Ahmed bin Seleme hariç insanların çoğunun Buhârî'nin meclisine katılmasını engellediği belirtilmektedir. lbnu Ebi Halim er-Razi (ö.h. 327) Buhârî'nin biyografisinde babası Ebû Hatim er-Razi'nin Buhârî'den hadis işitmekle beraber Muhammed b. Yahya tarafından onun "Kur'an'ın okunuşu -lafzı- mahluktur" görüşü iletilince Buhârî'nin hadisini terk ettiğini anlatır. Bu durumun Buhârî'nin Sahih'inin şöhretini geciktiren faktörlerden biri olduğu ve asırlar geçtikçe bu haberin unutulduğu ifade edilir.
Buhârî'nin hocalarından Nuaym bin Hammâd'ın hemen bütün hadis münekkitleri tarafından zayıf ve münker hadis rivayet etmekle tanındığı, rivayetlerinde çokça yanılıp bunları birbirine karıştırdığı, rivayetleri pek kabul görmeyen muhaddislerden hadis rivayet ettiği için de eleştirildiği, rivayetlerinin delil olarak kullanılamayacağı ileri sürüldüğü ve hatta sünneti koruma gayretiyle hadis uydurduğunu söyleyenlerin de olduğu fakat Buhârî'nin ondan hadis rivayet ettiği belirtilmektedir.
Buhârî'nin bidat ehli addedilen Hâricîlere ve Mürcie'ye mensup kişilerden de hadis rivayeti aldığı belirtilmektedir. Bununla birlikte Buhârî'nin eserlerinde Ebu Hanife'yi cerh eden rivayetlere yer verirken ta'dil rivayetlerine yer vermemiş olduğu ifade edilmektedir. Buhârî el-Câmiʿu'ṣ-ṣaḥîḥ'inin bab başlıklarında isim zikretmeden, “Kāle ba‘zu’n-nâs” (insanlardan biri şöyle dedi) ifadesini kullanarak Ebû Hanîfe'yi tenkit etmiş, diğer eserlerinde de onun İslâm dinine zarar veren Mürcie'ye mensup olduğuna ilişkin rivayetleri zikretmiştir. Hatta Buhârî'nin ed-Duafâü‟s-Sağir adlı eserinin 388 numaralı maddesinde Ebu Hanife'nin iki defa küfürden imana davet edildiğiyle ilgili bir rivayete yer verdiği belirtilir.
Endülüslü İbn Hazm'ın (ö. H. 456/M.S. 1064) musiki konusunda en sağlam ve en kuvvetli olduğu belirtilen Buhârî'nin sahihinde geçen "Ümmetimin içinde zina yapmayı, ipekli giymeyi, içki içmeyi ve mûsikî dinlemeyi helâl sayan kimseler türeyecektir." şeklinde başlayan rivayetin uydurma olduğunu söylediği ve Buharî'yi kitabına uydurma hadis almakla suçlayanların başında geldiği ifade edlmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15786",
"len_data": 7339,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.67
}
|
Tuna Ötenel (d. 13 Kasım 1947, İstanbul), Türk caz müzisyeni, piyanist, saksofoncu ve besteci
1947 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Bulgaristan göçmeni Ahmetoğlu Cevdet Bey, annesi Belkıs Hanım'dır. Cevdet Bey çok yönlü bir müzisyendi. Keman çalan Cevdet Bey'e kemanı çok güzel çaldığı için Ötenel soyadı verilmişti. Müzisyen bir ailenin içinde büyüyen Tuna Ötenel'e de, Bulgaristan'dan Türkiye'ye uzanan Tuna nehrinin ismi verildi.
Yaşamı.
Küçük yaşlarda babasından piyano dersleri alarak müziğe başlayan Tuna Ötenel, 5 yaşında babasının orkestrasına eşlik etmeye başlamıştı. Piyanonun yanı sıra, çeşitli vurmalı çalgılar ve boyu yetişmediği için ayakta davul çalan Ötenel için bu yıllar, tam bir çekirdekten yetişme dönemi oldu. Ötenel, 1959'da, daha ilkokulu bitirmeden girdiği Ankara Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümü sınavını, öğretmenleri yeteneğine hayran bırakarak kazandı. Arkadaşları, dinlediği melodiyi hemen ezberleyen Ötenel'e ‘’Şeytan Kulak’’ adını takmışlardı. Ulvi Cemal Erkin ve Ferhunde Erkin'in öğrencisi olan Ötenel, Metin Gürel'le tanıştı ve caz müziğine ilgi duymaya başladı. Bu nedenle, bütün notları çok iyi olduğu hâlde okuldan uzaklaştırıldı. 1973 yılında, tiyatro sanatçısı Berin Ötenel (Süngü) ile evlendi. 12 Eylül 1973 tarihinde oğulları, trombon sanatçısı Meriç Ötenel dünyaya geldi.
Çalışmaları.
Konservatuvardan ayrıldıktan sonra, babasının orkestrası ve Ankara Radyosu Çocuk Kulübü'nde çalmaya başlayan Ötenel, 1964 yılında, "Cazı ondan öğrendim" dediği, Metin Gürel'in orkestrasında çalışmaya başladı. Gürel'in 1968 yılında, kendisine bir alto saksofon hediye etmesiyle, Ötenel tenor ve alto saksofon da çalmaya başladı ve döneminin en ünlü saksafoncusu oldu.
Metin Gürel Orkestrası'ndan ayrıldıktan sonra, Şanar Yurdatapan, Atilla Özdemiroğlu ve Cezmi Başeğmez gibi müzisyenlerle birlikte Dün, Bugün, Yarın Orkestası'nda ve ardından da başka orkestralarda çalışan Ötenel, piyano ve saksofonda Tuna Ötenel, bas gitarda Kudret Öztoprak ve davulda Erol Pekcan'dan oluşan Erol Pekcan Orkestrası'nda çalışmaya başladı. Bu üçlü, 1978 yılında Türkiye'nin ilk caz uzunçaları "Caz Semai"'yi yaptı. Albüm anonim bir halk türküsü olan "Ali'yi Gördüm Ali'yi" dışında, Tuna Ötenel'in bestelerinden oluşuyordu.
Tuna Ötenel, Okay Temiz ve neyzen Aka Gündüz Kutbay'la Avrupa turnesine çıktı, İsveç'te trompetçimiz Muvaffak Falay'la (Maffy) çaldı, Okay Temiz'in "Zikir" albümünde yer aldı ve Modern Folk Üçlüsü ile yurt dışında birçok turneye katıldı. Türkiye'de Emin Fındıkoğlu Orkestrası ve 1987 – 89 yılları arasında Süheyl Denizci yönetimindeki TRT Hafif Müzik Ve Caz Orkestrası'nda solist olarak çalıştı.
1995 yılında kendi bestelerinden oluşan "Sometimes" albümünü, kontrbasta Miles Davis, Bud Powell, Dizzy Gillespie gibi ünlü isimlerle birlikte çalmış olan Pierre Michelot ile davulda Stan Getz ve Dizzy Gillespie ile çalmış olan Philippe Combelle eşliğinde, 1998'de "L'Ecume De Vian - Vian Köpüğü" adlı albümünü gerçekleştirdi. Bu albümün tanıtım konserini ODTÜ 3. Caz Günleri'nde yaptı. Albüm çıktığı yıl Jazz dergisi okuyucuları tarafından "Yılın Caz Albümü" seçildi.
Herbie Hancock, Benny Carter, Harry 'Sweets' Edison, Karyn Korg, Hilton Ruiz, Buster Williams gibi dünyaca ünlü müzisyenlerle çaldı. Piyanonun yanı sıra bateri, kontrbas ve saksafon çaldı, bestecilik ve aranjörlük yaptı. Avrupa'da birçok festival ve kulüpte çaldı.
2000 yılında, Pierre Michelot ve Philippe Combelle'e trombonda Raul De Souza'nın da katılımı ile Fransa'da kaydedilen ve bütün dünyada satışa sunulan "Voyageur" albümü Türkiye'de henüz yayınlanmadı.
2005 yılında anısına Auro Records'tan "How Much Do You Love Me?" adını taşıyan albümü çıktı. Bu albümde piyano ve saksafon çalan Tuna Ötenel'e, gitarda Neşet Ruacan, trompette İmer Demirer, kontrbasta Kürşat And ve davulda Ateş Tezer eşlik etti.
Tuna Ötenel, 2003 yılından itibaren 3 yıl Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümünde Caz Piyano dersleri vermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15787",
"len_data": 3918,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.51
}
|
William Shakespeare (26 Nisan 1564 (vaftiz) – 23 Nisan 1616), İngiliz şair, oyun yazarı ve oyuncudur. Genellikle İngilizce dilinin en büyük yazarı ve dünyanın en iyi dram oyunu yazarı olarak anılır. İngiltere'nin ulusal şairi ve "Avon'un Ozanı" olarak da bilinir. Günümüze ulaşan eserleri, bazı ortaklaşa yazılanlarla birlikte 38 oyun, 154 sone, iki uzun öykü şiir ve birkaç kaynağı belirsiz şiirden oluşur. Oyunları bütün önemli dillere çevrildi ve diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilendi.
Shakespeare, Stratford-upon-Avon'da doğdu ve büyüdü. 18 yaşında Anne Hathaway ile evlendi ve üç çocuğu oldu: Susanna ve ikizler Hamnet ile Judith. 1585 ile 1592 arası, Londra'da bir oyuncu, yazar ve "Lord Chamberlain's Men" (sonraki adı "King's Men") adında bir tiyatro şirketinin sahibi olarak başarılı bir kariyere başladı. Ölmeden 3 yıl önce 1613'te, 49 yaşındayken Stratford'da emekli olarak görüldü. Shakespeare'in kişisel yaşamına üzerine bazı kayıtlar günümüze ulaşmıştır. Görünüşü, cinsel yönelimi, dinî inançları ve başkaları tarafından yazılıp ona atfedilen eserler olup olmadığı üzerine önemli tahminler yürütülmüştür.
Shakespeare, bilinen eserlerinin çoğunu 1589 ile 1613 yılları arasında üretti. İlk oyunları çoğunlukla komedi ve tarihseldi, bu türlerle 16. yüzyıl sonunda kültür ve sanatın tepesine yükseldi. Daha sonra 1608'e kadar trajedilere yöneldi, İngilizcenin en iyi ürünlerinden bazıları sayılan "Hamlet", "Kral Lear", "Othello" ve "Macbeth"i bu dönemde yazdı. Son aşamasında, dram olarak da bilinen trajikomedilerini yazdı ve diğer oyun yazarlarıyla iş birliği yaptı.
Oyunlarının birçoğu yaşamı boyunca değişik nitelikte ve doğrulukta basında yayımlandı. 1623'te, Shakespeare'in iki arkadaşı ve oyuncu dostu John Heminges ve Henry Condell, şimdi Shakespeare'in olduğu bilinen iki eser dışındaki tüm dramatik eserlerini içeren bir derleme baskıyı, Birinci Folyo'yu yayımladı. Önsözü Ben Jonson'ın bir şiiriydi, şiirde ileri görüşlülükle Shakespeare için "bir döneme değil, tüm zamanlara ait" denilmişti.
Shakespeare yaşadığı zamanda saygın bir şair ve oyun yazarıydı, devlet için de oyunlar yazdı ve görevler aldı. Kendisi Elizabethan çağının en etkili yazarlarından birisiydi ama ünü 19. yüzyıla dek günümüzdeki yüksekliğine erişmedi. Özellikle romantikler, Shakespeare'in dehasını çok beğenmiş; Victoria döneminde yaşayanlar, Shakespeare'e George Bernard Shaw'ın "bardolatry" (Shakespeare hayranlığı) olarak adlandırdığı bir saygı biçimiyle tapmışlardır. 20. yüzyılda, eserleri bilim ve tiyatrodaki yeni akımlar tarafından pek çok kez benimsendi ve yeniden keşfedildi. Oyunları, bugün bile popülerliğini büyük ölçüde sürdürmektedir; sürekli olarak incelenmekte, sergilenmekte ve tüm dünyada farklı kültürel ve politik bağlamlarda yeniden yorumlanmaktadır.
Yaşamı.
Çocukluğu.
William Shakespeare, aslen Snitterfield'lı olan belediye meclisi üyesi ve başarılı bir deri eşya tüccarı John Shakespeare ve varlıklı toprak sahibi bir çiftçinin kızı Mary Arden'ın oğluydu. Stratford-upon-Avon'da doğdu ve burada 26 Nisan 1564'te vaftiz edildi. Gerçek doğum günü bilinmemektedir; ancak geleneksel olarak 23 Nisan'da, Aziz George gününde doğduğu söylenir. Dönemin vaftiz geleneklerine uygun olarak yeni doğanların doğumun 3. gününden itibaren vaftiz edilmesine dayandırılan bu tarih, Shakespeare 23 Nisan 1616'da öldüğünden beri, biyografi yazarlarına cazip gelmiştir. Sekiz çocuğun üçüncüsüydü ve hayatta kalan en büyük çocuktu.
Geriye kalan bir kanıt olmamasına rağmen, çoğu biyografi yazarı Shakespeare'in büyük ihtimalle Stratford'da, evine yaklaşık 400 metre uzaklıkta olan ve 1553'te açılan "Grammar School" olarak adlandırılan ücretsiz okullardan "King's New School"'da okuduğu konusunda anlaşmaktadır. İngiltere'deki ilkokullar Elizabeth Çağı süresince kalitede çeşitlilik göstermiştir, ama ilkokul müfredatı tüm İngiltere'de kraliyet kararnamesiyle standartlaştırılmıştı ve okul klasik Latin yazarları üzerine dayalı olarak Latince yoğun bir eğitim sağlamaktaydı.
18 yaşındayken, Shakespeare 26 yaşındaki Anne Hathaway ile evlendi. Worcester Anglikan Psikoposluğu kardinalleri mahkemesi 27 Kasım 1582'de bir evlilik cüzdanı yayımladı. Bir gün sonra Hathaway'in iki komşusu, hiçbir hukuki iddianın evliliği engellemediğini garantileyen senetler yolladı. Worcester şansölyesinin evlenme ilânına olağan üç kere okunması yerine bir kere okunmasına izin vermesinden, ve evliliklerinden altı ay sonra, 26 Mayıs 1583'te vaftiz edilen kızları Susanna'nın doğmasından ötürü, törenin biraz aceleyle düzenlenmiş olma olasılığı vardır. Bunu yaklaşık iki yıl sonra ikizler, erkek Hamnet ve kız Judith izledi ve 2 Şubat 1585'te vaftiz edildiler. Hamnet bilinmeyen nedenlerden dolayı 11 yaşında öldü ve 11 Ağustos 1596'da gömüldü.
İkizlerin doğumundan sonra, 1592'de Londra tiyatro sahnesinin bir parçası olarak anılana kadar, Shakespeare tarihe geçen birkaç iz bıraktı ve bilginler 1585 ile 1592 arasındaki yıllara Shakespeare'in "kayıp yılları" olarak değindiler. Bu dönemi açıklama girişiminde bulunan biyografi yazarları doğruluğu şüpheli birçok hikâye anlattı. Shakespeare hakkında biyografi yazan ilk kişi Nicholas Rowe, Thomas Lucy'nin mülkünde kaçak geyik avcılığı davasından kaçmak için Shakespeare'in Londra'ya gitmek üzere kasabayı terk ettiği bir Stratford efsanesi ortaya attı. Shakespeare'in ayrıca hakkında küfürlü bir balad yazarak Lucy'den intikam aldığı düşünülür. Bir başka 18. yüzyıl hikâyesi Londra'daki tiyatro müşterilerinin atlarına bakıcılık yaparken tiyatro kariyerine başlayan Shakespeare üzerinedir. John Aubrey ise Shakespeare'in öğretmenlik yaptığını iddia etmiştir. Bazı 20. yüzyıl bilginleri, vasiyetinde kesin olarak "William Shakeshafte" şeklinde bahseden Katolik toprak sahibi Lancashire'lı Alexander Hoghton'ın, Shakespeare'i öğretmen olarak görevlendirdiğini öne sürdü. Küçük bir bulgu, ölümünden sonra bir araya getirilen söylentiler dışındaki çoğu hikâyeyi doğrulamaktadır ve Shakeshafte, Lancashire bölgesinde yaygın bir isimdi.
Londra ve tiyatro kariyeri.
Shakespeare'in ne zaman yazmaya başladığı tam olarak bilinmemektedir, ama performans kayıtları onun birçok oyununun 1592'de çoktan Londra sahnesinde sergilenmekte olduğunu göstermektedir. O zamanlar Shakespeare, oyun yazarı Robert Greene'nin kendine "Groats-Worth of Wit" eserinde saldırmasıyla Londra'da oldukça tanınmıştı:
...sonradan görme bir Karga var, bizim tüylerimizle güzelleşmiş, "bir oyuncunun derisine bürünmüş kaplanın kalbi" ile, kendinin bile uyaksız bir şiirde söz sanatını en iyi şekilde yapabildiğini zannediyor: ve salt bir "Johannes factotum" olarak, bir ülkedeki tek Shake-scene olmanın kibrindedir.
Bilginler bu sözcüklerin tam olarak ne ifade ettiği konusunda anlaşamamaktadır, ama çoğunluğunun katıldığı düşünce, onu Christopher Marlowe, Thomas Nashe ve Greene'nin kendi gibi üniversite mezunu yazarlara benzemeye çalışırken kendi seviyesini geçmesiyle suçladığıdır. "Shake-scene" kelime oyunu ile birlikte, eğik olarak yazılmış, Shakespeare'in "VI. Henry, Bölüm 3" eserinden "Ah, bir kadının derisine bürünmüş kaplanın kalbi" cümlesinin taklidinin yapıldığı ifade, Shakespeare'i Greene'nin hedefi olarak belirlemiştir. Buradaki "Johannes Factotum"-"her işi biraz bilen"- daha yaygın olan "evrensel deha"dan ziyade, başkalarının çalışmalarıyla ikinci sınıf bir tamirciyi kasteder.
Greene'nin saldırısı, günümüze ulaşanlar arasında Shakespeare'in tiyatrodaki kariyerinden bahseden ilk kayıttır. Biyografi yazarları, kariyerinin 1580'lerin ortalarından Greene'nin sözlerinden hemen öncesine kadar olan süreçte başlamış olabileceğini ileri sürmektedir. 1594'ten sonra Shakespeare'in oyunları sadece, Shakespeare'in de dâhil olduğu bir grup oyuncuya ait, kısa süre sonra Londra'nın ileri gelen tiyatro şirketi olacak olan "Lord Chamberlain's Men" tarafından sergilendi. Kraliçe Elizabeth'in 1603'teki ölümünden sonra şirket, yeni kral I. James tarafından royal bir patent ile ödüllendirildi ve ismi "King's Men" şeklinde değiştirildi.
1599'da, şirket üyelerinin ortakları Thames Nehri'nin güney kıyısında Globe adını verdikleri, kendi tiyatrolarını inşa ettiler. 1608'de, ortaklar ayrıca Blackfriars kapalı tiyatrosunu devraldı. Shakespeare'in gayrimenkul alım ve yatırımlarına dair kayıtlar, şirketin onu varlıklı bir adam yaptığını göstermektedir. 1597'de, Stratford'da "New Place" adındaki ikinci büyük evini satın aldı ve 1605'te, Stratford'da kilise ondalık vergilerinde pay sahibi oldu.
Shakespeare'in oyunlarının bazıları 1594'ten itibaren çeyrek boy baskılarda yayımlandı. 1598 ile, ismi bir satış noktası oldu ve baş sayfalarda görünmeye başladı. Shakespeare, bir oyun yazarı olarak başarısından sonra kendinin ve başkalarının oyunlarında oynamaya devam etti. Ben Jonson'ın 1616 baskısı "Works," Shakespeare'in, "Every Man in His Humour" (1598) ve "Sejanus His Fall" (1603) oyunlarının oyuncu listelerinde olduğunu belirtir. İsminin, Jonson'ın 1605'teki "Volpone" oyununun listesinde yokluğu, bazı bilginler tarafından oyunculuk kariyerinin sona yaklaştığının bir işareti olarak görüldü. Yine de, 1623'teki Birinci Folyo, Shakespeare'i "tüm bu Oyunlardaki Başlıca Aktörler"den, "Volpone"dan sonra ilk sahneye çıkanlardan biri olarak listeler; ancak hangi rollerde oynadığı kesin olarak bilinememektedir. 1610'da, John Davies, "iyi Will"in "kral gibi" rollerde oynadığını yazdı. 1709'da Rowe, Shakespeare'in, Hamlet'in babasının hayaletini oynadığı bir geleneğin nesilden nesile geçmesini sağladı.
Shakespeare kariyeri boyunca zamanını Londra ve Stratford arasında paylaştırdı. Stratford'da aile evi olarak New Place'i almadan bir yıl önce, 1596'da, Shakespeare Thames Nehri'nin kuzeyinde, Bishopsgate yolundaki St. Helen's kilisesinde yaşıyordu. Şirketinin Globe Theatre'i inşa ettiği yıl olan 1599'da nehrin karşısındaki Southwark'a taşındı. 1604'te, tekrar nehrin kuzeyine, St Paul Katedrali'nin kuzeyinde güzel evli bir bölgeye taşındı. Burada, Christopher Mountjoy adında, kadın saç aksesuarları tasarlayan Fransız bir Huguenot'tan odalar kiraladı.
Sonraki yılları ve ölümü.
Rowe, Shakespeare'in ölümünden önceki birkaç yıl emekli olarak Stratford'da yaşadığını; ama sadece o zamanda yaygın olmayan işleri bıraktığını, ve Shakespeare'in Londra'yı ziyaret etmeye devam ettiğini nesilden nesile aktaran ilk biyografi yazarıydı. 1612'de Shakespeare, Mountjoy'un kızı Mary'nin evlilik anlaşması hakkında bir dava olan "Bellott v. Mountjoy"un bir tanığı olarak anılıyordu. Mart 1613'te eski Blackfriars manastırında bir geçit ev satın aldı ve Kasım 1614'ten itibaren birkaç hafta üvey oğlu John Hall ile Londra'da kaldı. 1606–1607'den sonra, Shakespeare daha az oyun yazdı ve 1613'ten sonra hiçbiri ona atfedilmedi. Son üç oyununu, ondan sonra King's Men'in oyun yazarı olan John Fletcher ile ortak yazdığı tahmin edilmektedir.
Shakespeare 23 Nisan 1616'da, 52 yaşında, eşini ve iki kızını geride bırakarak yaşamını yitirdi. Susanna 1607'de bir hekim olan John Hall ile evlendi, Judith ise Shakespeare'in ölümünden iki ay önce bir şarap tüccarı olan Thomas Quiney ile evlendi. Vasiyetinde, Shakespeare büyük kızı Susanna'ya bir servet yığını bıraktı. Quineylerin üç çocuğu vardı, bunların hepsi evlenmeden öldü. Hall ailesinin ise Elizabeth adında bir çocuğu vardı, Elizabeth iki kere evlendi ancak hiç çocuğu olmadan, Shakespeare'in doğrudan gelen soyunu bitirerek 1670'te öldü. Shakespeare'in vasiyeti karısı Anne'den neredeyse hiç bahsetmez, büyük olasılıkla Anne'in hakkı otomatik olarak mirasının üçte biriydi. Yine de, ona birçok spekülasyona yol açan "en iyi ikinci yatağım" kalıtını bırakmasıyla dikkati çekti. Bazı bilginler kalıtı Anne'e bir hakaret olarak görürken diğerleri ikinci en iyi yatağın evlilik yatağı olduğuna ve bu yüzden anlamının büyük olduğuna inanır.
Shakespeare, ölümünden iki gün sonra Holy Trinity Kilisesinin "chancel"'ine gömülmüştür. Taş levha ile oyulan kitabesi, kilisenin 2008'deki restorasyonu süresince özenle kaçınılan kemiklerinin yer değiştirmesi durumuna karşı mezarını örten bir lanet içerir:
<poem>"Good frend for Iesvs sake forbeare,"
"To digg the dvst encloased heare."
"Bleste be ye man yt spares thes stones,"
"And cvrst be he yt moves my bones."
</poem>(Türkçe: "Güzel arkadaş, İsa aşkına bir dur da sakın, | Eşmeden örtüsünü üstümdeki toprağın. | Bu taşları koruyan her kim olursa kutsansın, | Kemiklerimi yerinden oynatana ise lanetler yağsın.")
1623'ten önceki bir zamanda, anısına Shakespeare'in yazma eyleminde yarı-büstü olan bir anıt mezar dikildi. Plakası onu Nestor, Sokrates ve Virgil ile karşılaştırır. 1623'te, Birinci Folyo'nun yayımıyla birlikte, Droeshout Portresi de basıldı.
Shakespeare tüm dünyada Southwark Katedrali'ndeki anıt mezarlar ve Westminster Abbey'deki Poets' Corner dâhil pek çok heykel ve anıtla anılmıştır.
Oyunları.
Dönemin çoğu oyun yazarı tipik olarak bir noktada diğerleriyle iş birliği yapmıştır ve eleştirmenler, genellikle kariyerinin başında ve sonunda, Shakespeare'in de aynısını yaptığında anlaşırlar. "İki Soylu Akraba" ve kayıp "Cardenio"nun onaylanmış çağdaş belgeleri varken, "Titus Andronicus" ve ilk tarihî oyunları gibi bazı atıfları tartışmalı kalmıştır. Yazılı kanıtlar da, oyunlarının birçoğunun orijinal düzeltmelerinden sonra diğer yazarlar tarafından yeniden düzenlendiği görüşünü desteklemektedir.
Shakespeare'in kayıtlı ilk eserleri, tarihsel drama rağbeti süresince 1590'ların başında yazdığı "III. Richard" ve üç bölümlük "VI. Henry"dir. Shakespeare'in oyunlarının tarihini belirlemek zordur, yine de metinlerinin çalışmaları "Titus Andronicus", "Yanlışlıklar Komedisi", "Hırçın Kız" ve "Veronalı İki Centilmen"in Shakespeare'in ilk dönemine ait olabileceğini göstermektedir. Raphael Holinshed'ın 1587 "İngiltere, İskoçya ve İrlanda Tarihleri" basımında oldukça yer tutan ilk tarihî oyunları, zayıf ya da yozlaşmış bir kuralın yıkıcı sonuçlarını dramatize eder ve Tudor Hanedanı'nın kökenleri için bir aklama olarak yorumlanmıştır. İlk oyunları, Thomas Kyd ve Christopher Marlowe başta olmak üzere diğer Elizabeth dönemi oyun yazarlarından, Orta Çağ dramasının geleneklerinden ve Seneca'dan etkilenmiştir. "Yanlışlıklar Komedisi" ayrıca klasik modellere de dayanır, ama "Hırçın Kız" için hiçbir kaynak bulunamamıştır, yine de aynı isimli başka bir oyunla bağlantılıdır ve bir halk hikâyesinden türetilmiş olabilir. Tecavüzü kabul ettiği görülen iki arkadaşın olduğu "Veronalı İki Centilmen" gibi, bir kadının bağımsız ruhunun bir erkek tarafından evcilleştirildiği "Hırçın'ın" öyküsü, bazen modern eleştirmen ve yönetmenleri rahatsız eder.
Shakespeare'in sıkı bir olaylar dizisi ve belirgin komik sekanslar içeren ilk klasik ve İtalyan tarzı komedileri, 1950'lerin ortasında yerini en büyük komedilerinin romantik havasına bıraktı. "Bir Yaz Gecesi Rüyası" romantizmin, peri büyülerinin ve komik kaba sahnelerin nükteli bir karışımıdır. Shakespeare'in bir sonraki komedisi, aynı derecede romantik olan "Venedik Taciri", kindar bir Yahudi tefeci olan Shylock'un, Elizabeth dönemi zihniyetini yansıtan ama modern izleyiciye uygunsuz görünebilecek betimlemesini içerir. "Kuru Gürültü"nün nüktesi ve kelime oyunu, "Size Nasıl Geliyorsa"nın etkileyici kırsal dekoru ve "Onikinci Gece"nin enerjik cümbüşü, Shakespeare'in büyük komedi serisini tamamlar. Neredeyse tamamı manzum şekilde yazılan lirik tarzdaki "II. Richard"dan sonra, 1590 sonlarındaki tarihi oyunlarında ("IV. Henry, Bölüm 1" ve "Bölüm 2", "V. Henry") Shakespeare nesir komedi ortaya koydu. Komik ve ciddi, nesir ve şiir sahneler arasında ustalıkla geçiş yaparken ve olgun çalışmalarının öykü çeşitliliğine ulaşırken, karakterleri daha karışık ve hassas bir hâle geldi. Bu dönem iki trajediyle başlar ve sonlanır: cinsellikle yüklü gençlik, aşk ve ölümün ünlü romantik trajedisi "Romeo ve Juliet"; ve dramın yeni bir türünü tanıtan-Plutarkhos'un eseri "Paralel Yaşamlar"ın 1579 Thomas North çevirisine dayalı-"Julius Caesar".
17. yüzyılın başlarında, Shakespeare 20. yüzyıl eleştirmenlerinden E. M. W. Tillyard'ın "problem oyunlar" olarak anılan "Kısasa Kısas", "Troilus ve Cressida", "Sonu İyi Biterse" ve en iyi bilinen trajedilerinden birkaçını yazdı. Pek çok eleştirmen Shakespeare'in en iyi trajedilerinin sanatının doruk noktasını temsil ettiğine inanır. Shakespeare'in en ünlü trajedilerinden biri olan "Hamlet"in hayalî kahramanı, özellikle "Olmak ya da olmamak; bütün mesele bu" şeklinde başlayan ünlü tiradı ile, büyük olasılıkla diğer bütün Shakespeare karakterlerinden daha fazla tartışıldı. Ölümcül kusuru tereddüt olan içe dönük Hamlet'in aksine, sonraki trajediler olan Othello ve Kral Lear'ın kahramanlarının sonunu getiren hızlı karar hatalarıdır. Shakespeare trajedilerinin olaylar dizisi sıklıkla, düzeni altüst eden ve kahramanla sevdiklerini yıkan bu tür ölümcül hata veya kusurlar üzerinde döner. "Othello"da, kötü adam Iago Othello'nun cinsel kıskançlığını, onu seven karısını öldürdüğü noktaya sürükler. "Kral Lear"da, yaşlı kral güçlerinden vazgeçerek trajik hatayı yapar, böylelikle Gloucester Kontuna yapılan işkenceye ve kör edilmesine, Lear'ın en küçük kızı Cordelia'nın ise cinayetine yol açan olayları başlatır. Eleştirmen Frank Kermode'a göre, "oyun ne iyi karakterlerine ne de izleyicilerine zulmünden hiçbir rahatlama sunmaz". Shakespeare trajedilerinin en kısası ve yoğunu olan "Macbeth"te, adil kralı öldürmek ve tahtı ele geçirmek için, kontrol edilemez bir hırs Macbeth'i ve karısı Lady Macbeth'i; ancak kendi suçluluk duyguları onları da yok edinceye kadar kışkırtır. Bu oyunda, Shakespeare trajik yapıya doğaüstü bir öge ekler. Son önemli oyunları olan "Antonius ve Kleopatra" ve "Coriolanus", Shakespeare'in en güzel şiirlerinden bazılarını içerir, şair ve eleştirmen T. S. Eliot tarafından Shakespeare'in en başarılı trajedileri sayılmaktadır.
Son döneminde, Shakespeare drama ya da trajikomediye yöneldi ve iş birliğiyle yazdığı "Perikles, Sur Prensi"nin yanı sıra üç önemli oyunu daha tamamladı: "Cymbeline", "Kış Masalı" ve "Fırtına". Trajediler kadar kasvetli olmayan bu dört oyun, 1590'lardaki komedilerden daha ciddi bir tonda yazılmıştır, ama uzlaşma ve olası trajik hataların bağışlanması ile biterler. Bazı yorumcular bu ruh hâlindeki değişimi Shakespeare'de daha sakin bir bakış açısının kanıtı olarak görmüşlerdir, ama belki de sadece zamanın tiyatral modasını yansıtmaktadır. Shakespeare günümüze ulaşan iki oyun üzerinde daha, büyük olasılıkla John Fletcher ile iş birliği yapmıştır: "VIII. Henry" ve "İki Soylu Akraba".
Gösteriler.
Shakespeare'in ilk oyunlarını hangi kurumlar için yazdığı belli değildir. "Titus Andronicus"un 1594 baskısının baş sayfası, oyunun üç farklı tiyatro topluluğu tarafından oynandığını açığa çıkarır. 1592–3'teki vebadan sonra, Shakespeare'in oyunları kendi şirketi tarafından Thames'in kuzeyinde yer alan Shoreditch'teki The Theatre ve The Curtain'da sergilendi. Londralılar "IV. Henry"'nin ilk parçasını görmek için oraya yığıldı. Şirket ev sahibiyle anlaşmazlığa düşünce The Theatre'ı kapadılar ve aktörler tarafından aktörler için kurulan ilk oyun evi Globe Tiyatrosu'nu inşa ettiler, bunun için ise keresteler kullandılar. Globe, 1599 sonbaharında, sergilenen ilk oyunlardan biri olan "Julius Caesar" ile açıldı. Shakespeare'in "Hamlet", "Othello" ve "Kral Lear" dâhil çoğu büyük 1599 sonrası oyunları Globe için yazıldı.
Lord Chamberlain's Men'in ismi 1603'te King's Men (İngilizce: "Kralın Adamı") olarak değiştikten sonra, yeni Kral James ile ayrıcalıklı bir ilişkiye girdiler. Performans kayıtları derme çatma olsa da; King's Men, 1 Kasım 1604 ve 31 Ekim 1605 tarihleri arasında Shakespeare'in oyunlarından yedisini sahnede sergiledi, bunlara "Venedik Taciri"'nin iki performansı da dâhildir. 1608'den sonra, kışları Blackfriars Tiyatrosu'nun iç kısmında, yazları Globe'da oynadılar. Bolca sahnelenen maskeli piyesler için Jacobean modasıyla kombine edilen iç mekan tasarımı, Shakespeare'in daha detaylı sahne oyunlarını takdim etmesine olanak sağladı. Örneğin, "Cymbeline"'de Jüpiter "bir kartalın üzerinde oturarak şimşek ve gök gürültüleri arasında yeryüzüne iner: bir yıldırım fırlatır. Hayaletler dizlerinin üstüne düşer."
Shakespeare'in şirketindeki aktörler arasında ünlü Richard Burbage, William Kempe, Henry Condell ve John Heminges vardı. Burbage Shakespeare'in oyunlarının ilk performanslarında, "III. Richard", "Hamlet", "Othello" ve "Kral Lear" dâhil birçok başrolü canlandırdı. Popüler komedyen Will Kempe, birçok karakterin yanında "Romeo ve Juliet"'te hizmetçi Peter'ı ve "Kuru Gürültü"'de Dogberry'yi oynadı. 1600 gibi yerini "Size Nasıl Geliyorsa"'da Touchstone ve "Kral Lear'"da Soytarı gibi rolleri canlandıran Robert Armin aldı. 1613'te, Sir Henry Wotton "VIII. Henry'"nin "debdebedeki ve törendeki birçok olağanüstü koşullarla benzerlerinden sıyrıldığını" kayıt etti. Yine de, 29 Haziran'da, tam da Shakespeare'in nadir görülen hassas bir oyununu hedef alan bir günde, bir savaş topu Globe'un damını ateşe verdi ve tiyatroyu baştan aşağı yaktı.
Metinsel kaynaklar.
1623'te, Shakespeare'in King's Men'den iki arkadaşı John Heminges ve Henry Condell, Shakespeare'in oyunlarının toplu bir baskısı olan Birinci Folyo'yu yayımladı. 8'i ilk defa basılmak üzere toplam 36 metin içeriyordu. Oyunlarının birçoğu çoktan çeyrek boy kitap versiyonlarında görülmeye başlamıştı, bunlar dört sayfa oluşturmak için ikiye katlanmış kâğıt yaprakları ile yapılan dayanıksız kitaplardı. Birinci Folyo'nun "çalıntı ve kaçamak kopyalar" olarak tanımladığı bu baskıları Shakespeare'in onayladığını destekleyen herhangi bir delil yoktur. Alfred Pollard bunların bazılarını uyarlanmış, yorumlanmış ve üzerinde oynanmış metinlerinden ötürü "kötü çeyrek boy kitaplar" olarak tanımlamıştır. Oyunlarının çeşitli versiyonları günümüze ulaştıkları için, her biri diğerinden farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar kopyalama ya da baskılama hatalarından, aktör ve izleyici notlarından ya da Shakespeare'in kendi eskizlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bazı vakalarda, örneğin "Hamlet", "Troilus ve Cressida" ve "Othello", Shakespeare 'in çeyrek boy ve folyo baskılar arasında metinlerde düzeltmeler yapmış olabileceği düşünülmektedir. Öte yandan, "Kral Lear" vakasında, 1623 folyo versiyonu ve 1608 çeyrek boy versiyonu birbirinden oldukça farklıdır ve çoğu modern baskı bunları birleştirirken, "Oxford Shakespeare" bunların bozmadan birleştirilemeyeceğini savunarak ikisini de ayrı ayrı basmaktadır.
Şiirleri.
1593 ve 1594'te, tiyatrolar veba yüzünden kapatılmışken, Shakespeare "Venüs ile Adonis" ve "Lucretia'nın Kaçırılması" adında iki erotik temalı anlatımcı şiir yayımladı ve bu şiirleri Southampton Kontu Henry Wriothesley'ye adadı. "Venüs ile Adonis"'te Venüs'ün cinsel ilgisine karşılık vermeyen masum bir Adonis anlatılırken, "Lucretia'nın Kaçırılması" şehvetli Tarquinius'un erdemli karısı Lucretia'ya tecavüzünü konu alır. Ovidius'un "Dönüşümler" eserinden esinlenen bu şiirler, kontrolsüz şehvet sonucu ortaya çıkan suç ve ahlaki karmaşayı yansıtır. İki şiir de oldukça beğenildi ve Shakespeare'in yaşamı boyunca çok sayıda basıldı. İkna edici bir talip tarafından ayartılan genç bir kadının ağıtı "Bir Âşıkın Yakınması", üçüncü bir anlatımcı şiir olarak 1609 yılında "Soneler"'in birinci baskısında yerini aldı. "Bir Âşıkın Yakınması"'nı kimin yazdığı tartışmalı olsa da günümüzde birçok bilgin Shakespeare'in yazdığını kabul etmektedir. Efsanevi anka kuşunun ve sadık sevgilisi üveyiğin ölümlerinin yasını tutan "Anka Kuşu ve Kaplumbağa," 1601'de Robert Chester'ın "Love's Martryr" kitabında yayımlandı. 1599'da, Sone 138 ve 144'ün erken taslakları, Shakespeare'in izni olmadan onun adına basılan "The Passionate Pilgrim" isimli kitapta yer aldı.
Soneleri.
1609'da yayımlanan "Soneler", Shakespeare'in dramatik nitelik taşımayan son basılmış yapıtıdır. Bilginler, 154 sonenin her birinin ne zaman yazıldığından emin olmasa da kanıtlar Shakespeare'in kariyeri boyunca soneler yazdığını göstermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15790",
"len_data": 23811,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.54
}
|
Tambur, Türk müziğinde yaygın olarak kullanılan telli bir sazdır.
Tamburun kökeni, hangi tarihte ortaya çıktığı bilinmemektedir. Sümerce "pantur"dan geldiği hakkında bilgiler mevcuttur. Araplar, kelimenin "kuzunun kuyruğu" anlamına gelen "dumba-i bara"dan geldiğini söylerler. Sözcük, sonraları İran'da ve Orta Asya'da, daha çok bağlamaya benzeyen armudi gövdeli, uzun saplı çalgıların adı olarak kullanılmıştır. Özellikle Avrupalı gezginlerin (örn. Charles Fonton ve Toderini), sapındaki perde bağları dolayısıyla Türk müziğinin ses sistemini gözle görülür biçimde yansıttığını yazdıkları tambur, günümüzde yalnızca Türkiye'de kullanılan belki de tek çalgıdır. Sazı icra edenlere "tamburi" ismi verilir. Farabi, "horasan tamburu"ndan bahsetmektedir. Evliya Çelebi XVII. yüzyılda İstanbul'da 500 tamburi bulunduğunu ifade ediyor. Tarihte tambura; Farabi'de "Horasan tanburu", Maragali Abdulkadir'de "tanbur-ı Şirvaniyan" ile "tanbura-i Türki" adlarındaki çeşitleri ile değinilmiştir.
Bugün kullanılan tambur ise ilk kez Kantemiroğlu'nda görülmüştür. Dimitri Kantemir tarafından tambur, Türk müziği ses sistemini ifade maksadıyla kullanılmıştır. Uzun yıllar Türk müziğinde rağbet edilen bir saz olan tamburda virtüöziteyi getiren Tamburi Cemil Bey olmuştur. Geliştirdiği yeni icra şekli, tamburun klasik üslubuna alternatif olmuş ve yeni bir çığır açmıştır. Tamburi Cemil Bey, viyolonsel ve yaylı tamburu Türk müziğinde ilk kez kullanmıştır. Mesut Cemil'in tambur üslubu babasının izlerini taşımakla birlikte birçok yönden ondan farklılık gösterir. En uygun geçkilerle bezenmiş zengin bir melodik yapı, ustaca çalış Mesut Cemil'de de aynen vardır. Makamları tutumlu bir tavırla tanıtır, bastığı perdelerin tam hakkını vererek, aşırıya kaçmadan yaptığı zarif süslemeler ve kaydırmalar ve güzel geçkilerle çalışını zenginleştirmiştir. Tamburi Büyük Osman Bey, Tamburi İzak, Tamburi Cemil Bey, Kadı Fuat Efendi, Mesut Cemil, Refik Fersan, İzzettin Ökte, Ercüment Batanay, Necdet Yaşar, Özer Özel, Abdi Coşkun, tavır olarak örnek alınan tamburilerden bazılarıdır.
Tambur perdeleri.
Perdeleri için, bağırsak (katkut) veya olta misinası kullanılır. Cemil Bey'in zamanında tambur 42 perdeliydi. Sonra Arel sistemi gereğince 48 perde bağlanmaya başlandı. Günümüzde ise transpozede kolaylık sağladığı iddiasıyla 65, hattâ daha fazla perdeli olabilmektedir.
Tambur, sapı oldukça uzun bir sazdır (ortalama 73–84 cm). Sapın üzerine bağlanan perdeler konusunda Tamburi Cemil Bey şunları söylemektedir:
Tambur mızrabı.
Tamburun mızrabı kaplumbağa kabuğundan (bağa) elde edilir. Oldukça sert bir maddeden yapılan mızrabın uzunluğu icracının isteği üzerine 9.5-13.5 cm. arasında değişir. Esnemez bir çubuk olan mızrabın iki ucu da kullanılır. Ama iki uç, farklı tınılar elde edebilmek için birbirinden biraz farklı yapılır. Sağ elin baş, işaret ve orta parmakları ile tutulan mızrap, tellere geniş yüzüyle değil, diklemesine dar yüzüyle vurulur. Bu vuruş, çalgının tok ses vermesini sağlar. Mızrabı böyle tutulan başka çalgı yoktur.
Teller.
Tamburda dördü sarı ve üçü de çelik olmak üzere yedi tel vardır. Bazen sekiz telli de olabilir. Günümüzde genellikle sekiz telli tamburlar yapılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15792",
"len_data": 3177,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.51
}
|
Büyük yapraklı ıhlamur ("Tilia platyphillos"), ebegümecigiller (Malvaceae) (eskiden Tilaceae) familyasından 40 m kadar boylanan ağaç nadir olarak da çalı durumunda olan ıhlamur türü.
Morfolojik özellikleri.
Tepe seyrek, geniş ve yuvarlakcadır. Yaşlı gövdeler koyu renkte, kabaca yırtılmış, kazık kök güçlü, yan kökler uzun, yeni sürgünler önceleri tüylü, parlak, zeytin yeşili ya da kızıl kahve rengindedir.
Yapraklar 6–12 cm uzunlukta, çarpık yumurta ya da yuvarlakca yürek biçiminde, kenarları düzenli ve keskin dişli, ucu sivri, üst yüzü koyu yeşil, bütün yüzde ya da damarlar üzerinde sade ya da beze tüyler bulunur. Alt yüzü mavimsi yeşil, tüylü ya da çıplaktır. Damar açılarında beyaz tüyler bulunur. Yaprak sapı 2–5 cm uzunlukta tüylüdür. Yapraklar sonbahar'da altın sarısı bir renk alır.
Çiçekler sarımsı beyaz renkte olup 3-17 çiçekli, sarkık yalancı şemsiye kuruluşunda, kuruluşlar yeni sürgünlerin yaprak koltuklarında bulunur. Çanaklar 5 parçalı, uzunca yumurta biçiminde, kenarları uca doğru tüylüdür. Taçlar ters uzunca yumurta biçiminde, olup 5–12 cm uzunluktadır. Meyve yuvarlakça, odunlaşmış, sert kabuklu olup kabuk üzerinde 4-5 tane, uzunca çıkıntı bulunur.
Tohum koyu boz kahverenginde, yumurta biçiminde, çenekler el görünüşünde, uzunca ve sivri dilimlere ayrılmıştır.
Ekolojik özellikleri.
Haziran sonu – Temmuz başında çiçek açar. Tohum olgunluğu Eylül-Ekim aylarıdır. Büyümesi çabuktur. Filizlenme gücü yüksektir. Işık ağacıdır. Sıcaklık isteği nispeten fazladır.
Derin, serin yumuşak, besin ve madence zengin, ılımlı humuslu toprakları sever. Kireçli topraklarda da yetişmektedir. Tuzlu topraklardan kaçınır. Donlara ve kuraklığa karşı duyarlıdır. Güçlü kazık kök yapar, sığ ve fakir topraklarda kuvvetli yan kökler geliştirir, kuvvetli kök sürgünü verir.
Kullanımı.
Orta ve Güney Avrupa anavatanıdır. Nadiren yabani olarak da bulunur. Bulvar ve parkların ağaçlandırılmasında kullanılan bir ağaçtır.
Dağılımı.
Türkiye'de Rize, Trabzon, Artvin ve Çanakkale civarında doğal olarak bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15803",
"len_data": 2012,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Santorini (), Thira () ya da Santoron, Ege Denizi'nde, Yunanistan'ın 200 km güneydoğusunda yer alan volkanik adalar grubu.
MÖ 1650 - 1450 yılları arasında volkan Minos Patlaması adı verilen püskürmeyle kısa sürede çökerek adanın 73 kilometrekarelik bir alanının deniz altında kalmasına yol açtı. Bu tarihte bilinen en büyük volkanik etkinliklerden biridir, Doğu Akdeniz'de çok büyük yıkıcı etkiler yaratan doğa olaylarına neden olmuştur. Bilinen en büyük yıkım Girit'te gerçekleşti, merkezi bu adada olan Minos uygarlığı üzerinde büyük tahribat yaptı.
Çökmenin ilk etkisi, çöküntünün neden olduğu tsunami sonucu, Girit'in kuzey ve kuzeybatı kıyıları boyunca yer alan balıkçı köylerinin, denizden fazla yüksek olmayan yerleşimlerin ve denizlerde ya da limanlarda bulunan ticaret ve balıkçı teknelerinin yok olmasıydı. İkinci dalga etki, rüzgârın sürüklediği toz bulutlarından serpilen volkanik küllerdi ve Girit adasının neredeyse tamamının, on santimetre kalınlığında bir volkanik kül tabakasıyla örtülmesine neden oldu.
Santorini volkanının atmosfere saldığı tefra izlerine Türkiye'de de rastlanmaktadır. Püskürme malzemelerine Santorini yakınlarında adaların karasal yüzeylerinde rastlanırken, daha uzaklarda göl ve denizlerin tortularında bulunmaktadır. Atmosferin geniş alanlarına yayılan bu volkanik malzeme küresel soğumaya neden olmuştur. O yıllara ait ağaç halkalarından küresel soğuma izleri tespit edilmektedir.
Santorini volkanının tefra tabakalarının Türkiye'de görüldüğü yerler ve kalınlıkları şu şekildedir: Burdur Gölhisar Gölü (1–4 cm), Salihli Gölcük Gölü (12 cm), Köyceğiz Gölü (9 cm). Ayrıca Nil Deltası'nda, Akdeniz'de ve Sinop'ta yapılan sondajlarda bu küllere rastlanmıştır.
Minos uygarlığının tarih sahnesinden silinişinin bu olayın sonucu olduğu konusunda bugün için net bir görüş yoktur. Minos uygarlığının, bu felaketin yol açtığı tahribatın ardından Miken savaşçılarınca yağmalandığı ve yakıldığı görüşü, genel kabul görmektedir.
Bugün Santorini, Akdeniz'in en çok rağbet gören turistik bölgelerinden biridir.
Coğrafya.
Jeolojik yapı.
Kiklad Adaları, Kiklad Masifi denilen bir metamorfik kompleksinin parçasıdır. Kompleks Miyosen sırasında oluşmuş ve yaklaşık 60 milyon yıl önce Alpin Orojenezi sırasında katlanmış ve metamorfoza uğramıştır.
Thera, yaklaşık 9x6 km (5,6x3,7 mil) ölçülerinde eski volkanik olmayan adayı temsil eden küçük, volkanik olmayan temel kayaç üzerine kümelenmiştir. Temel kayaç esasen Alpin Orojenezi'ne tarihlenen metamorfozlu kireç taşı ve şistten oluşmuştur. Bu volkanik olmayan kayaçlar, Mikro Profititis Ilias, Mesa Vouno, Gavrillos sırtı, Pyrgos, Monolithos ve kaldera duvarının iç tarafında Cape Plaka ve Athinios arasında ortaya çıkar.
Metamorfik derece, Afrika Levhası'nın Avrasya Levhası altındaki yitim tektonik şekil değiştirmesinden kaynaklanan bir mavişist fasiyestir. Oligosen ve Miyosen arasında yitim oluşmuştur ve metamorfik derece Kiklad mavişist kuşağının en güneydeki uzantısını temsil eder.
İklim.
Santorini, Akdeniz özelliklerine sahip bir yarı kurak iklim (Köppen iklim sınıflandırmasında "BSh" iklim bölgesindedir) özelliği vardır.
Yıllık ortalama yağış toplamı 371 mm'dir. Yaz mevsiminde kuvvetli rüzgârlar da gözlemlenebilir.
Volkanizma.
Santorini'deki volkanizma, Girit'in güneybatısındaki Helen yitim kuşağından kaynaklanır. Afrika Levhası'nın kuzey kenarının okyanusal kabuğu, Yunanistan ve inceltilmiş kıtasal kabuk olan Ege Denizi'nin altına dalmaktadır. Yitim, Santorini ve Methana, Değirmenlik, Yunanistan ve İstanköy gibi diğer volkanik merkezleri içeren Helen yayının oluşumunu zorunlu kılar.
Ada, tekrarlanan kalkan yanardağ yapı dizilerinin ve ardından kaldera çöküşünün bir sonucudur.
Kalderanın etrafındaki iç kıyı, en yüksek noktasında düşüşten daha çok dik bir uçurumdur ve birbiri üzerinde katılaşmış lavların çeşitli katmanlarını ve tepedeki ana kasabaları sergiler. Zemin, dış çevreye doğru dışa ve aşağı doğru eğimlidir ve dış kumsallar pürüzsüz ve sığdır.
Plaj kumu rengi, hangi jeolojik katmanın açığa çıktığına bağlıdır. Çeşitli renklerde katılaşmış lavlardan oluşan kumlu veya çakıllı plajlar vardır: Kızıl Plaj, Kara Plaj ve Beyaz Plaj gibi. Daha koyu renkli kumsallardaki su, lav ısı emici görevi gördüğünden çok daha sıcaktır.
Santorini bölgesi, Thera, Thirasia, Aspronisi, Palea ve Nea Kameni'yi kapsayan volkanlar tarafından oluşturulmuş adalar grubudur.
Santorini değişen derecelerde patlamayla pek çok kez patladı. En azından dördü Kaldera oluşturan en az 12 büyük patlama olmuştur. En ünlü patlama aşağıda detaylı anlatılan Minos Patlaması'dır. Patlama ürünleri, bazalttan riyolite kadar değişir ve riyolitik ürünler en patlayıcı püskürmelerden kaynaklanır.
Çoğu deniz altında olan en erken patlamalar Akrotiri Yarımadası'ndaydı ve 650.000 ila 550.000 yıl önce olmuştu. Bunlar jeokimyasal olarak amfibolleri içerdiklerinden sonraki volkanizmadan farklıdır.
Geçmiş 360.000 yıl boyunca, her biri iki kaldera oluşturan patlamayla sonuçlanmış iki ana çevrim olmuştur. Çevrimler, magmanın en patlayıcı patlamalara neden olan riyolitik kompozisyona dönüşmesiyle biter. Kaldera oluşturan püskürmeler arasında bir dizi alt çevrim olur. Magmanın yüzeye akışını engellediği düşünülen lav akıntıları ve küçük patlayıcı püskürmeler, konileri oluşturur. Bu, içinde magmanın daha çok silisik kompozisyonlara dönüştüğü büyük magma odaları oluşturur. Bu gerçekleştiğinde büyük bir patlama koniyi yok eder. Lagünün merkezindeki Kameni adaları, çoğu suyun altına gizlenmiş bu yanardağ tarafından yapılmış koninin en son örnekleridir.
Turizm.
Santorini'nin ana geçim kaynağı, özellikle yaz aylarındaki turizmdir.
Santorini'de son yıllarda turizmin büyümesiyle adanın ekonomisi gelişmiştir. Santorini; "Travel+Leisure Magazine", "BBC" ve "US News" dâhil olmak üzere birçok dergi ve seyahat sitesi tarafından dünyanın en iyi adası seçilmiştir. Adayı yılda tahminî 2 milyon turist ziyaret etmektedir.
Gezilecek yerler.
Mimari.
Santorini'nin geleneksel mimarisi, yerel taştan yapılmış ve renk olarak kullanılan çeşitli volkanik küllerle badanalı alçak katlı kübik evleri ile diğer Kiklada Adaları mimarisine benzer. Bu renkler son yıllarda 1956'daki büyük depreme kadar geliştirilen adanın geleneksel mimarisine göre beyaz ev cephe renginin yerini almaya eğimlidir. Eşsiz mimari özelliği ise yanlara veya aşağı doğru çevredeki Ponza taşı içine kazılmış evlerin uzantılarının yani "hypóskapha"nın kullanılmasıdır. Hava dolgulu ponzanın sağladığı iyi yalıtım nedeniyle bu odalar yazın serin kışın ise sıcaktır. Bunlar çeşitli ürünler özellikle de Santorini'nin "Kánava" şarap imalathane mahzenleri için birinci sınıf depolama alanlarıdır.
1956'da adada güçlü depremi olduğunda, binaların yarısı tamamen yıkıldı ve çok sayıda binada onarım gerekli oldu. Hasarın nedeni olan zemin zayıflığı yüzünden kalderaya bakan sırttaki yer altı konutlarının boşaltılması şart oldu. Santorini nüfusunun çoğu Pire ve Atina'ya göç etmek zorunda kaldı.
Güçlendirmeler.
15. ve 16. yüzyıllarda Kikladlar, hasadı yağmalayan, erkek ve kadınları köleleştiren ve onları köle pazarlarında satan korsanların tehdidi altındaydı. Adanın küçük koyları da sığınak olarak idealdi. Buna karşılık adalılar yerleşimlerini en erişilemeyen en yüksek noktalara ve birbirine çok yakın veya birbirinin üzerine inşa ettiler. Açıklık olmayan dış duvarları ise köyün çevresinde koruyucu bir duvar oluşturuyordu. Ayrıca, adanın sakinlerini korumak için ada genelinde aşağıdaki ek tahkimat türleri inşa edildi.
Tarım.
Eşsiz ekolojisi, iklimi ve özellikle volkanik kül toprağı nedeniyle Santorini'de kiraz domatesi gibi eşsiz ve değerli ürünler yetişir.
Şarap sanayi.
Ada'nın, yerel üzüm çeşidi Assyrtiko ve "Athiri" ve "Aidani" gibi Ege'nin beyaz üzümleri ve mavrotragano ve mandilaria gibi kırmızı üzüm çeşitlerini yetiştirip şarabını yapan küçük ama gelişen bir şarap sanayisi vardır.
Asmalar çok yaşlıdır ve asma bitine dirençlidirler (yerel bağcılar bunun iyi drenajlı toprak ve toprağın kimyasından kaynaklandığını söyler). Asmaların asıl su kaynağı çiy olduğundan asmalar birbirinden uzağa dikilir. Asmalar, rüzgârlardan korumak için üzümlerin içeride asılı olduğu, alçak spiralli sepetler şeklinde yetiştirilir.
Ada'nın bağcılık gururu güneşte kurutulmuş en iyi "Assyrtiko", "Athiri" ve "Aidani" üzümlerinden yapılan ve uzun süre fıçıda yaşlandırılan (en kaliteli "cuvées" şarabı yirmi veya yirmi beş yıl yaşlandırılır) tatlı ve güçlü "Vinsanto" (İtalyanca: kutsal şarap) tatlı şarabıdır. Bu üzümler sonuçta, dünyaca ünlü standart Assyrtiko narenciye ve mineral aromalı, üst tonlarda fındık, kuru üzüm, incir, bal ve çay tatları hissedilen koyu amber-turuncu renkli bir tatlı şaraba dönüşür.
Ada'nın beyaz şarapları, güçlü, narenciye kokusu ve küllü volkanik toprağın neden olduğu mineral ve iyodür tuz aromaları ile son derece sektir, oysa fıçıda yıllandırmak bazı beyaz şaraplara Vinsanto'ya çok benzeyen hafif bir buhur aroması verir.
Sıcak ve kuru şartlar toprağı az verimli yaptığından Santorini'de bağcı olmak kolay değildir. Hektar başına verim, Fransa veya Kaliforniya'da çok görüldüğü gibi mahsulün sadece %10 ila %20'si kadardır. Ada'nın şarapları, "Vinsanto" ve "Santorini" OPAP menşe tanımlarıyla standartlaştırılır ve korunur.
Yönetim.
Mevcut Thera belediyesi (resmen: "Thira", Yunanca: Δήμος Θήρας), Santorini ve Therasia adalarındaki tüm yerleşimleri kapsar, 2011 yerel yönetim reformunda eski Oia ve Thera belediyelerinin birleşmesiyle kurulmuştur.
Oia şimdi Thera belediyesi içinde Κοινότητα (topluluk) olarak adlandırılır ve Therasia ve Oia'nın yerel alt bölümlerinden (Yunanca: τοπικό διαμέρισμα) oluşur.
Thera belediyesi Santorini Adası'nda şu 12 yerel alt bölümdür: Akrotiri, Emporio, Episkopi Gonia, Exo Gonia, Imerovigli, Karterados, Megalohori, Mesaria, Pyrgos Kallistis, Thera (belediyenin merkezi), Vothon ve Vourvoulos.
Doğudaki büyük ada Thera'dır, kaldera halkasının geri kalanını saat yönünde Aspronisi ve Serbarlı Adası oluşturur. Merkezde daha büyük olanı Nea Kameni ve daha küçük olan ise Palea Kameni'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15806",
"len_data": 9987,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.8
}
|
Esrarlı Gözler Müslüm Gürses'in 14 Temmuz 1980'de Emre Plak firmasından uzunçalar olarak çıkardığı albümdür. Emre Plak sonraki yıllarda bu albümü yeniden basmıştır. Albümün 26 adet korsan baskısı olduğu söylenmiştir. Türkiye ve Almanya başta olmak üzere tüm dünyaya arabesk tarz müziği tanıtan ve sevdiren en marjinal albümlerden birisidir. Albümdeki bütün müziklerde Mustafa Sayan imzası vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15809",
"len_data": 396,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.82
}
|
Roger Federer (d. 8 Ağustos 1981 Basel), İsviçreli eski profesyonel tenisçidir. Birinci sırada art arda 237 hafta ve toplamda 310 hafta kalarak rekor kırmıştır.
Federer; emekli ve aktif tenis oyuncuları, önemli tenis çevreleri tarafından gelmiş geçmiş en iyi tenis oyuncusu olarak görülmektedir.
Federer'in 20 Grand Slam şampiyonluğu bulunmaktadır ve erkekler tenis tarihinde bu seviyeye ulaşan ilk tenis oyuncusudur. Tarihte "Kariyer Grand Slam" yapan sekiz oyuncudan biridir. Ocak 2010 itibarıyla art arda 23 Grand Slam yarı finali oynayarak kendisinden önceki rekoru yaklaşık olarak ikiye katlamıştır. Bu rekor, Roland Garros 2010'da çeyrek finalde elenmesi ile son bulmuştur. Federer 29 Grand Slam finalinde oynayan ilk oyuncudur. 11 kez üst üste Grand Slam finali oynayarak önemli bir rekora daha adını yazdırmıştır. Federer 2004 Wimbledon itibarıyla art arda 36 Grand Slam çeyrek finali oynamıştır ve bu serisi 2013 Wimbledon 2. Turunda Sergiy Stakhovsky'e yenildiği için son bulmuştur. 2012 Amerika Açık'ta 23. kez 1 numaralı seribaşı olarak Pete Sampras'ın rekorunu kırmıştır. Tenisteki bu başarılarından dolayı, dört kez üst üste Laureus World Sportsman of the Year ödülünü kazanmıştır. Avustralya Açık'ı altı defa, Wimbledon tenis turnuvasını sekiz defa, Amerika Açık'ı beş defa, Roland Garros tenis turnuvasını bir defa olmak üzere toplam 20 Grand Slam kazanmıştır. Federer tenis tarihinin en çok kazanan ismidir. Federer 4 Grand Slam'in 3'ünde en az 5 şampiyonluk yaşayan ilk ve tek oyuncudur.
Ayrıca 2009'da Roland Garros, Wimbledon ve 2010'da Avustralya Açık tenis turnuvalarını kazanarak 1 yıl içerisinde toprak, çim ve sert zeminlerde Grand Slam kazanan ikinci oyuncu olmuştur. Federer 2003'ten 2011'e kadar üst üste 8 yıl Grand Slam kazanmıştır. Bu seri 2011'de bozulmuştur.
Grand Slam turnuvalarında 321 maç kazanarak bu alanda da rekoru elinde bulundurmaktadır. 2008 olimpiyatlarında partneri Stanislas Wawrinka ile çiftlerde olimpiyat altın madalyası kazanmıştır. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise finalde İngiliz tenisçi Andy Murray'a kaybederek teklerde gümüş madalya kazanmıştır.
Sekiz yıl boyunca (2003-2010) yıl sonu ATP sıralamasında ilk ikide yer almış ve on yıl boyunca (2003-2012) yıl sonu ATP sıralamasında ilk üç içerisinde yer almıştır.
Federer, ATPworldtour.com hayranları tarafından 13 kez üst üste (2003-2015) yılın en iyi tenisçisi seçilmiştir. Yine oyuncular tarafından oylanan Stefan Edberg Sportmenlik ödülünü 11 kez (2004-2009, 2011-2015) kazanmıştır. "Arthur Ashe Humanitarian of the Year" ödülünü 2006 yılında kazanmıştır. 2011 yılında Güney Afrika'da ikinci en çok güvenilen ve saygı duyulan kişi olarak seçilmiştir. (Birinci sırada Nelson Mandela bulunmaktadır)
23-25 Eylül 2022 tarihinde Londra'da oynanan Laver Cup ile profesyonel kariyerini sonlandırmıştır. Roger Federer'in 2022 Laver Cup'ta sona eren profesyonel kariyerinin son on iki gününü konu alan filmi 20 Haziran 2024'te Amazon Prime Video'da yayınlanacak.
Kariyeri.
Federer tenise altı yaşında başladı. Dokuz yaşında grup dersleri almaya başladı. Bir sene sonra özel koç gözetimi altına girdi. 12 yaşına kadar futbol ile tenis oynamayı sürdürdü, daha sonra sadece tenise yoğunlaşmakta karar kıldı. 14 yaşında ulusal şampiyon oldu ve İsviçre Ulusal Tenis Merkezi'nde eğitim görmeye hak kazandı. 1998'de Wimbledon Juniors ve sezon sonu Orange Bowl turnuvası şampiyonu olarak profesyonel tenis hayatına geçti.
Junior Grand Slam Sonuçları.
2001-2003: ATP Sıralamasında Yükseliş.
Federer ilk ATP turnuvasını 2001 yılında Milano'da kazanmıştır. Federer'in bu turnuvadan sonra dünya erkekler tenis sıralamasındaki hızlı yükselişi de başlamış oldu. Davis Cup'ta ülkesi adına 3 maç kazanarak ABD'yi ilk turda 3-2 sonuçla kupa dışında bıraktı. 2002'de Miami'de Finale çıkarak ilk ATP World Tour Masters 1000 finaline yükseldi fakat Andre Agassi'ye 4 set sonunda yenilerek şampiyon olamadı. Ardından Hamburg'da finale yükselen Federer Marat Safin'i 3 sette geçerek ilk ATP World Tour Masters 1000 şampiyonluğunu yaşadı. Daha sonra Fransa Açık ve Wimbledon'da çeyrek finale çıktı, dördüncü turda üst üste 5 kere kazanarak Björn Borg'ün rekoruna ortak olmak isteyen Pete Sampras'ı yenerek Amerikalı tenisçinin 31 maçlık Wimbledon galibiyet serisine son verdi ve tüm dünyanın dikkatini üzerine çekti. Federer 1998-2002 arasında 10 final gördü ve bunların 4'ünü kazanıp 6'sını kaybetti.
2003-2007: Atılım ve Üstünlük.
2003 yılında, ilk kez katıldığı ve Mark Philippoussis'i yenerek kazandığı Wimbledon'daki Grand Slam turnuvasının da bulunduğu altı turnuva kazandı ve Andy Roddick'in ardından çok az bir farkla yılı 2. olarak tamamladı. 2004 yılında koçsuz oynayan Federer o yılda ilk katıldığı turnuva olan Avustralya Açık'ı Marat Safin'i 3 set sonunda geçerek şampiyon oldu ve 237 hafta kesintisiz sürecek olan 1 numaraya yükseldi. Indian Wells ve Hamburg'u kazanan Federer Fransa Açık'ta ise sürpriz bir şekilde 3. turda elendi. Wimbledon'da ise Andy Roddick'i 4 set sonunda geçerek kariyerinin 3. Grand Slam zaferini kazandı. Wimbledon'dan sonra Toronto'yu da Andy Roddick'i yenerek kazanmıştır. Amerika Açık'ta Lleyton Hewitt'i 3 sette yenerek ilk Amerika Açık zaferini kazanmıştır. Sene sonunda da ATP World Tour Finali'ni 2. kez kazanarak seneyi zirvede tamamladı. 2005 Yılında Avustralya Açık yarı finalinde Marat Safin'e maç puanı kullanmasına rağmen yenilmekten kurtulamadı. Fransa Açık'ta ise yarı finalde en iyi tenisçiler arasına girecek olan Rafael Nadal'a 4 sette elendi. Wimbledon'da ve Amerika Açık'ta şampiyon olan Federer ATP World Tour Finali'nde ise finalde kaybetmesine karşın yine seneyi zirvede tamamladı. 2006 yılında Federer Avustralya Açık, Wimbledon, Amerika Açık'ı kazanıp Fransa Açık'ta finalde Rafael Nadal'a kaybetmiştir. Federer bir yılda tüm Grand Slam'lerde Final görüp bunu 1988'den sonra başaran ilk tenisçi olmuştur. Ayrıca 2006 yılında sert zemindeki 56 maçlık galibiyet serisi ise Dubai Finalin'de Rafael Nadal tarafından sonlandırılmıştır. Uluslararası Tenis Federasyonu, 2006 yılında erkeklerde, İsviçreli Roger Federer'i yılın şampiyon tenisçisi seçti. 25 yaşındaki İsviçreli tenisçi Roger Federer, üst üste üçüncü yılı da şampiyon olarak tamamladı. Ayrıca, ATP 2006 tenis sezonunu zirvede tamamlayan Federer, teklerde katıldığı 17 turnuvanın 12'sini kazanmayı başardı ve sezonu 8 milyon dolar gibi rekor bir para ödülü kazanarak kapattı. Federer 2006 yılında 92-5 galibiyet-mağlubiyet oranı yakaladı. 2007 yılında yine Avustralya Açık, Wimbledon, Amerika Açık'ı kazanıp Fransa Açık'ta finalde Rafael Nadal'a kaybetmiştir. 2007 Wimbledon'da Rafael Nadal'ı 5 set sonunda mağlup ederek Björn Borg'un 5 kere üst üste Wimbledon'u kazanma rekoruna ortak oldu. Ayrıca Amerika Açık'ta da üst üste 4 şampiyonluğunu ilan etti. Federer ayrıca 2007 yılında Avustralya Açık'ı turnuva boyunca set vermeden şampiyon olmuş ve herhangi bir Grand Slam'de set vermeden şampiyonluk yaşayan Björn Borg'den sonra yapan ilk kişi olmuştur.
2008: Beşinci Amerika Açık Zaferi, Fransa Açık ve Wimbledon Final İkinciliği.
2008 yılında Avustralya Açık yarı finalinde genç yetenek Novak Đoković'e 3 set sonunda mağlup olmuştur. Fransa Açık'ta ise yine Rafael Nadal'a kaybetmiştir. Wimbledon'da herkes Federer'in üste üste 6. kez kazanıp rekor kırmasını beklerken Rafael Nadal'a epik bir maç sonucu 3-2 yenilerek ilk defa Fransa Açık dışında bir Grand Slam'de finalde kaybetmiştir. Amerika Açık'ta üst üste 5. kez şampiyon olup farklı iki Grand Slam'de üst üste 5 kez şampiyonluk yaşayan ilk ve tek tenisçi olmuştur. Ancak seneyi Rafael Nadal'ın ardından 2. sırada tamamlamıştır.
2009: Birinci Fransa Açık, Altıncı Wimbledon, Avustralya Açık ve Amerika Açık Final İkinciliği.
2009 yılında Avustralya Açık finalinde Rafael Nadal'a 3-2 kaybederek efsane Pete Sampras'ın 14 Grand Slam şampiyonluğunu yakalayamamıştır ve maç sonunda göz yaşlarına hakim olamamıştır. Şampiyonluk elde edemediği tek Grand Slam olan Fransa Açık'ta ise Rafael Nadal'ı Fransa Açık'ta yenebilen tek kişi olan Robin Söderling'i 3 sette geçerek şampiyon olmuş ve Open Era'da "Career Grand Slam" yapan ikinci kişi olmuştur ve toplam Grand Slam şampiyonluğunda Pete Sampras'ı yakalamıştır. Wimbledon'da Andy Roddick'i son setin skoru 16-14 biten maçta 3-2 yenerek 15. Grand Slami'ni kazanarak en fazla Grand Slam kazanan kişi olmuştur. Amerika Açık'ta ise Juan Martin del Potro, Federer'i 3-2 yenerek Rafael Nadal'dan sonra Federer'i bir Grand Slam finalinde yenebilen 2. kişi olmuştur. Federer seneyi 1. sırada tamamlamıştır. 2009 yılı Federer'in domine ettiği son sene olmuştur. Ayrıca Federer 2009 yılının Temmuz ayında ikiz kız çocukları dünyaya gelmiş ve kendisinden 3 yaş büyük Mirka Vavrinec'le 2009 yılının Nisan ayında dünya evine girmiştir.
2010: Dördüncü Avustralya Açık Zaferi.
2010 yılında Andy Murray'i geçerek Avustralya Açık'ta şampiyon olmuştur ve Andre Agassi'nin Avustralya Açık'ta en fazla şampiyon olma rekoruna ortak olmuştur. Federer Fransa Açık'a çeyrek finalde Wimbledon'a ise çeyrek finalde Tomáš Berdych'e yenilerek elenmiştir. Amerika Açık'ta ise yarı finalde elenmiştir. Federer Cincinnati'de ise şampiyon olmuştur.
2011: Fransa Açık Final İkinciliği.
2011 yılı Federer'in 2003 yılından beri Grand Slam kazanamadan geçirdiği ilk sene olmuştur. 2011 yılında Avustralya Açık'ta yarı finalde elenmiştir. Aralık ayından bu yana kaybetmeden 43 maç kazanan Novak Đoković'i, Fransa Açık yarı finalinde yenerek rakibinin galibiyet serisini sonlandırmış ve Fransa açık'ta finale yükselmiştir. Federer Wimbledon çeyrek finalinde 2-0 öne geçmesine rağmen Jo-Wilfried Tsonga'ya 3-2 yenilmiş ve bir kez daha çeyrek finalde elenmiştir. Amerika Açık'ta ise setler 2-2 oyunlar ise 5-3 kendi lehine iken kendi servis oyununda 2 maç puanı kazanmasına rağmen Novak Đoković'in geri dönüşüne engel olamayan Federer Amerika Açık'a yarı finalde veda etmiştir. Federer ATP World Tour finalini 6. kez kazanarak en çok kazanan isim olmuştur.
2012: Yedinci Wimbledon Zaferi ve 1 Numaraya Dönüş.
2012 yılında Avustralya Açık'a ve Fransa Açık'a yarı finalde veda eden Federer, Wimbledon'da Andy Murray'i yenerek 17. Grand Slamini kazanmış ve dünya sıralamasında 1 numaraya yükselmiştir. Pete Sampras'ın 286 haftalık 1. sırada bulunma rekorunu 302 hafta ile geliştirmiştir ve 1. sırada 300. haftayı gören ilk ve tek erkek tenisçi olmuştur. Federer 2012 Yaz Olimpiyatları'nda yarı finalinde 4 saat 26 dakika sonunda epik bir maç sonucu Juan Martin del Potro'yu geçerek finale yükselmiştir. Ama final maçında Andy Murray'e 3 set sonunda mağlup olarak gümüş madalyada kalmıştır. Federer, Cincinnati Masters Finali'nde Novak Đoković'i 2-0 ile geçerek 5. Şampiyonluğuna ulaşmış ve Cincinnati'de en fazla şampiyonluk yaşayan isim olmuştur. Amerika Açık'a ise çeyrek finalde veda etmiştir.
2013: Düşüş ve Sakatlıklar.
2013 senesi Federer'in 2003 yılından beri geçirdiği en kötü sezon olmuştur. 2003 yılından beri ilk defa bir Grand Slam finaline yükselemeden sezonu kapatmıştır. Avustralya Açık'ta yarı finalde Fransa Açık'ta çeyrek finalde elenmiştir. Federer 2013 senesindeki tek turnuvasını Halle'de kazanmıştır. Federer'in Grand Slam'lerde üste üste 36 çeyrek finali oynama rekoru Wimbledon 2. turunda Sergiy Stakhovsky'e elenince son bulmuştur. Federer bu yenilginin ardından Temmuz 2003'ten sonra ilk defa ilk 4'ün dışına çıkmıştır. Amerika Açık'ta daha önce hiç yenilmediği Tommy Robredo'ya 4. turda yenilmiştir. 2013 sezonunun sonunda Federer Stefan Edberg ile çalışmaya başlamış ve yeni sezona beraber hazırlanmışlardır.
2014: Yeniden Diriliş, Wimbledon Final İkinciliği, 2 Numaraya Dönüş ve Davis Cup Şampiyonluğu.
2014 yılı ise Federer için adeta bir yeniden doğuş yılı olmuştur. Federer backhand basit hatalarını en aza indirmek için Wilson Pro Staff 90 inch'lik raketinden Wilson Pro Staff RF 97 inch'lik rakete geçiş yapmıştır. Avustralya Açık'a yarı finalde ezeli rakibi Rafael Nadal'a kaybederek elenmiştir. Federer, Dubai'de şampiyon olarak 2013 Halle'den sonraki ilk kupasını kaldırmıştır. Fransa Açık'a 4. turda veda etmiştir. Wimbledon'da ise finale yükselerek bu turnuvayı en çok kazanan isim olmak için sahaya çıkmış fakat epik bir maç sonucu Novak Đoković'e 3-2 yenilerek rekoru kıramamıştır. ATP World Tour Masters 1000 Toronto'da ise finalde Jo-Wilfried Tsonga'ya 2 set sonunda kaybetmiştir ve bu sene ATP World Tour Masters 1000 turnuvalarındaki 3. final yenilgisini almıştır. ATP World Tour Masters 1000 Cincinnati'de ise finalde daha önce hiç yenilmediği David Ferrer'i 3 set sonunda geçerek Cincinnatideki 6. şampiyonluğuna ulaşmıştır. Federer toplamda ise 22. ATP World Tour Masters 1000 turnuvası kazanarak Ivan Lendl ile Masters sayılarını eşitlemiş ve tüm zamanların en çok ATP World Tour Masters 1000 turnuvası kazanan 2. kişisi olmuştur. Federer Amerika Açık'ın çeyrek finalinde Gael Monfils'i 2-0 geriden gelerek yenmiştir.Gael Monfils ise 2 maç puanından yararlanamamıştır. Amerika Açık yarı finalinde ise Novak Đoković'in elenmesinin ardından finalde Kei Nishikori'nin rakibi olmak için sahaya çıkmış ancak daha önce hiç yenilmediği rakibi Marin Čilić'e 3-0 kaybedip elenmiştir.
Federer daha sonra Şanghay Masters'a katılmıştır. Federer ilk turu maç yapmadan geçtikten sonra ikinci turda Arjantinli Leonardo Mayer ile karşılaşmış ve bu maçı 5 maç puanı çevirerek kazanmıştır. Yarı finalde ise Novak Đoković ile karşı karşıya gelmiş ve 6-4'lük iki setle geçmiştir. Federer böylece Djokovic'in Çin'deki 28 maçlık galibiyet serisine son vermiştir. Finalde ise Gilles Simon'u 7-6'lık iki setle geçerek kariyerindeki ilk Şanghay Masters zaferini elde etmiştir. Bu seneki ikinci toplamda ise 23. Masters zaferini elde eden Federer, Rafael Nadal'ı geçerek 2 numaraya yükselmiştir.
Federer ATP Basel 500'lük turnuvanın finalinde David Goffin'i 2 sette geçerek toplamda 82. kupa zaferini yaşamıştır.
Federer sakatlığı yüzünden ATP World Tour Finali'nden çekilmesinin ardından, ülkesi adına Davis Cup finalinde mücadele etmiş ve Richard Gasquet'i geçerek İsviçre'yi şampiyonluğa taşımıştır. Böylece İsviçre tarihinde ilk defa bu kupada mutlu sona ulaşmıştır.
2015: 1000. Kariyer Galibiyeti, Wimbledon & Amerika Açık final ikinciliği.
Federer Brisbane'de düzenlenen turnuvanın final maçında Kanadalı Milos Raonic'i 2-1 yendiği maçta hem şampiyonluğa ulaşmış hem de kariyerindeki 1000. galibiyetini elde etmiştir. Bu galibiyet sonucunda Jimmy Connors ve Ivan Lendl'ın ardından 1000 galibiyeti geçen üçüncü isim olmuştur.
Federer Avustralya Açık'da ilk iki turu geçtikten sonra üçüncü turda daha önce hiç yenilmediği Andreas Seppi'ye 4 set sonunda mağlup olarak turnuvaya erken veda etmiştir.
Federer Dubai Tenis Şampiyonası'nda finalde Novak Đoković'i 6-3 ve 7-5'lik setlerle geçerek Dubai'deki yedinci, Toplamda seksen dördüncü kupasını kazanmıştır. Ayrıca Federer 1991'den beri 9000 ace barajını geçmeyi başaran 4. kişi olmuştur.
Federer daha sonra Indian Wells Masters finalinde son şampiyon Novak Đoković'e 3 sette yenilmiştir. Federer İstanbul Open'da şampiyon olarak bu yıl 3. kariyerinin 85. kupasını kaldırmıştır. Bu kupa, Federer'in 2009 Fransa Açık'tan sonra kazandığı ilk kırmızı toprak kort turnuvasıdır. Federer, Roma'da finale çıkmış fakat Novak Đoković'e 2 sette kaybetmiştir.
Federer, çim sezonu başladıktan sonra katıldığı turnuva olan Gerry Weber Open'ı kazanarak bu turnuvayı 8. kez kazanmıştır ve bu sonuçla Açık Dönem'de bir turnuvayı 8 kez kazanan 3. tenisçi olmuştur. 2 numaralı seri başı olarak katıldığı Wimbledon'da yarı finalde Andy Murray'i üç sette geçerek 10. kez Wimbledon finaline yükselmiştir. Finalde geçen senede karşılaştığı Novak Đoković'e 4 sette mağlup olmuştur.
Federer Cincinnati Masters'da yarı final ve finalde sırasıyla Andy Murray ve Novak Đoković'i geçerek şampiyon olmuştur. Federer turnuvadaki bütün maçlarını servis kırdırmadan ve set vermeden kazanmıştır. Amerika Açık'ta finale set vermeden çıkmıştır fakat yeniden Djokovic'e 4 sette yenilmekten kurtulamamıştır. Swiss Indoors'da Federer sezonun 6. bu turnuvadaki 7. şampiyonluğunu Rafael Nadal'ı yenerek kazanmıştır.
Performans zaman çizelgesi.
Tekler.
"Son güncelleme 2021 Wimbledon Tenis Turnuvası.
ATP World Tour Finalleri Performans Çizelgesi.
Tekler: 9 (6-3).
(i) = Indoor
ATP World Tour Masters 1000 Performans Çizelgesi.
Tekler: 44 (26-18).
(i) = Indoor
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15811",
"len_data": 16255,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.33
}
|
Commodore International 1953-1995, New York, Bronx'ta bir daktilo tamir atölyesi açarak işe başlayan Jack Tramiel tarafından 2 yıl sonra Toronto'da kurulan bir bilişim şirketidir. 1970'li yıllara kadar mekanik daktilolarla uğraşan Commodore, bu dönemde elektronik hesap makineleri işine girdi.
En büyük rakibi olan Texas Instruments ile sürdüğü fiyat savaşının ardından, yetmişli yılların ortasında yarı iletken firması MOS Technology'i satın aldı. MOS'un kıdemli mühendisi Chunk Peddle o sıralarda 6502 mikro işlemcisi üzerinde çalışıyordu. Bilindiği gibi bu mikro işlemci Commodore Pet, Commodore 64, Apple II ve Atari 800 gibi pek çok ünlü 8 bit bilgisayarda kullanılmıştı. Fakat ilk olarak Kim-1 isimli klavye ve 16'lı ("hexadecimal") göstergesi olan bir single board bilgisayarda kullanıldı. Bu Commodore firmasının mikro bilgisayar dünyasına girişi demekti.
1982 yılında Commodore firması ünlü Commodore 64'ü piyasaya sürdü. Bu bilgisayar Texas Instuments ve pek çok diğer firmanın piyasadan silinmesini sağlayacak kadar ucuz ve başarılı bir bilgisayardı. 20 milyondan fazla üretildi ve Commodore'un gülü firmasına 1 milyar dolara yakın para kazandırdı. Başarının doruğunda Jack Tramiel firmanın büyük hissedarlarından Irvin Gould ile anlaşmazlığa girdi ve Commodore'dan ayrıldı. Tramiel firmadan ayrıldıktan sonra bir şirket kurarak Atari firmasını satın aldı.
Bundan sonra Commodore daha az başarılı olan C-128, Plus 4 gibi bilgisayarlar üretti. Stratejik hatalar yapmaya başlayan firma halen unutulamayan Amiga ile canlanmaya çalıştı. Fakat Amiga'da PC uyumluluğu olmadığı için Commodore firmasını kurtarmaya yetmedi ve Commodore 30 Ağustos 1995'te kapandı. Ardından Alman Escom şirketi sadece 12 ay dayanabileceği bir Commodore macerasına girdi.
1995'te Escom, Commodore International'ın varlıklarına 14 milyon dolar ödedi. Commodore ve Amiga operasyonlarını ayrı bölümlere ayırdı ve Avrupa'da satılan bir PC hattında Commodore marka adını kullanmaya başladı. Ancak, kısa süre sonra aşırı büyüme nedeniyle para kaybetmeye başladı, 15 Temmuz 1996'da iflas etti ve tasfiye edildi.
Eylül 1997'de, Commodore markası Hollandalı bilgisayar üreticisi Tulip Computers NV tarafından satın alındı.
Temmuz 2004'te Tulip, Commodore adını kullanan yeni bir ürün serisi duyurdu. 2004'ün sonlarında Tulip, Commodore ticari markalarını Yeahronimo Media Ventures'a 22 milyon € karşılığında sattı. Satış, aylarca süren görüşmelerden sonra Mart 2005'te tamamlandı. Yeahronimo Media Ventures kısa bir süre sonra kendisini Commodore International Corporation olarak değiştirdi ve Commodore markasını yeniden başlatmayı amaçlayan bir operasyon başlattı. Şirket, Gravel ürün serisini piyasaya sürdü: Commodore markasının kalkmasına yardımcı olma umuduyla Wi-Fi ile donatılmış kişisel multimedya oynatıcılar piyasaya çıktı.
Commodore Semiconductor Group (eski adıyla MOS Technology, Inc.) eski yönetimi tarafından satın alındı ve 1995 yılında Commodore'un 1992'de kapattığı Norristown, Pennsylvania'da sorunlu bir tesis kullanarak GMT Mikroelektronik adı altında faaliyetlerine devam etti. 1999 itibarıyla 21 milyon dolar gelir ve 183 çalışanı vardı. Ancak, 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Dairesi tesisi kapattı. GMT operasyonları durdurdu ve tasfiye edildi.
Commodore'un ABD'nin Pennsylvania'daki West Cheste'da eski merkezi şu anda QVC'nin merkezidir.
Şubat 2017'de Braunschweig'de 2000'e kadar çalışanı olan Avrupa'daki Commodore üretim tesisini anmak üzere yaklaşık 200 Commodore ürünü için bir sergi odası açıldı.
Bu gün bile unutulmayan Commodore 64, bilgisayar dünyasında bir döneme damgasını vuran en önemli yapı taşlarından biridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15817",
"len_data": 3650,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Cümbüş, Zeynel Abidin Cümbüş tarafından 20. yüzyıl başlarında geliştirilmiş olan telli bir müzik aletidir. Sap kısmı gövde ile bağlandığı noktadan ayrılabilmektedir. Bu şekilde yalnız telleri değiştirilerek mandolin, gitar gibi birçok enstrümana çevrilebilir. Genel yapısı banjoya ve uda benzer. Gövdesinin bazı kısımları alüminyumdan yapılır. Göğüs tahtası deriden bir sazla kaplıdır. Diğer telli sazlar gibi mızrapla çalınır. Müzik aletinin adını ise 1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk vermiştir.
Görünüm.
Teknesi yuvarlaktır ve metaldendir. 12 teli vardır (yani altı çift tel). Sapı perdesizdir. Telleri çeliktendir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15822",
"len_data": 619,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.6
}
|
Jean-Jacques Rousseau (, ; 28 Haziran 1712 - 2 Temmuz 1778), Cenevreli filozof, yazar ve besteciydi. Onun siyaset felsefesi, Avrupa'da Aydınlanma Çağı'nın ilerlemesinin yanı sıra Fransız Devrimi'nin yönlerini ve modern siyasi, ekonomik ve eğitim düşüncesinin gelişimini etkiledi.
Özel mülkiyeti, eşitsizliğin kaynağı olarak gören Eşitsizlik Üzerine Söylev'i ve meşru bir siyasi düzenin temellerini ortaya koyan Toplumsal Sözleşme'si modern siyasi ve sosyal düşüncenin köşe taşlarıdır. Rousseau'nun "Julie ya da Yeni Heloise" (1761) adlı duygusal romanı, kurguda romantizm öncesi ve romantizmin gelişimi açısından önemlidir. "Emile ya da Eğitim Üzerine" (1762) adlı eseri, bireyin toplumdaki yeri üzerine bir eğitim incelemesidir. Modern otobiyografiyi başlatan ve ölümünden sonra yayınlanan "İtiraflar" (1770) ve tamamlanmamış "Yalnız Gezenin Hayalleri" (1776) adlı eserleri, 18. yüzyılın sonlarındaki "Duyarlılık Çağı"nı örnekledi ve daha sonra modern yazını karakterize eden öznellik ve iç gözlem üzerine artan bir odaklanma içeriyordu.
Hayatı.
Jean-Jacques, 28 Haziran 1712 günü, günümüzde İsviçre sınırları içerisinde bulunan (O dönem Cenevre Cumhuriyeti olan.) Cenevre kentinde doğmuştur. 4 Temmuz 1712'de vaftiz edilmiştir. Rousseau'nun annesi Suzanne, doğumdan dokuz gün sonra, doğum sonrası enfeksiyon kaptığı için ölmüştür. Rousseau, daha sonraları bu olayı "ilk talihsizliği" olarak nitelendirecektir. Bir saatçinin oğludur. Babası Isaac, Topkapı Sarayı'nda saat tamirciliği yapmıştır. 9-10 yaşlarına kadar babası Isaac ve teyzesi ile kalmıştır. Rousseau on yaşında iken babası Isaac, şehirdeki bir toprak sahibi ile kavga etmişti. Bu tartışmanın ardından babası, Rousseau'yu kardeşine emanet edip Nyon'a taşınmıştır. Isaac, Nyon'a giderken yanında Rousseau'nun teyzesini de götürmüştür. Isaac o günden sonra bir daha asla Rousseau'yu ziyaret etmemiştir. Daha sonradan Isaac'in, Rousseau'nun teyzesi ile evlendiği açığa çıkar.
Gençlik Yılları.
Babası tarafından terk edilen Rousseau, amcası ile bir süre kaldıktan sonra evden kaçarak Cenevre'yi terk eder. Savoy Dükalığı'na gelip bir rahibin yanına sığınır. Rahip onu Françoise-Louise de Warens ile tanıştırır. Warens, o zamanlar 29 yaşında protestan geçmişi olan ve kocasından ayrılmış bir kadındır. Profesyonel bir misyonerdir, Pidmond kralı ona katoliklere protestanlığı yayması için para vermiştir. Babası ve amcasından destek görmeyen Rousseau o dönemlerde para kazanmak için uşaklık, sekreterlik yapmış ve İtalya'yı dolaşmıştır. Fransa'da bulunduğu sürede Warens ile yaşamıştır, onu idolleştirmiş ve "maman" diye çağırmıştır. Bağlılığından gurur duyan Warens, onun bir mesleğe başlamasını sağlamaya çalışmış ve onun için müzik dersleri ayarlamıştır. Rousseau, bir noktada rahip olma fikriyle kısa bir süre bir ruhban okuluna da katıldı.
Erişkinliğe Giriş Dönemi.
Rousseau yirmi yaşına ulaşınca Warens onu sevgilisi olarak aldı aynı anda evin kahyası ile yakınlaştı. Cinsel ilişkileri ("Ménage à trois)" onun aklını karıştırdı ve rahatsız etti. Olanlara rağmen Rousseau Warens'i hayatının aşkı olarak gördü.
Eğitim almış katolik din adamlarından oluşan bir çevresi vardı. Bu sayede edebiyat ve fikir dünyasına girdi. İyi bir öğrenciydi ama yirmili yaşlarında sıkça geçirdiği uzun hipokrondi nöbetleri zamanında kendini felsefe, matematik ve müzik çalışmalarına adadı. Yirmi beş yaşında annesinden küçük bir miras aldı ve bunu Warens'in ona zamanında ettiği yardımların karşılığını ödemek için kullandı. Yirmi yedi yaşında Fransa'nın Lyon kentinde öğretmen olarak işe girdi.
1742'de Rousseau, Académie des Sciences'a servet kazandıracağına inandığı yeni bir numaralı nota sistemi sunmak için Paris'e taşındı ama başarısız oldu. O yıl Denis Diderot ile arkadaş oldu.
1743'ten 1744'e kadar Rousseau, Fransa'nın Venedik büyükelçisi Comte de Montaigue'nin sekreteri olarak onurlu ama düşük maaşlı bir göreve sahipti. Bu, onda İtalyan müziğine, özellikle de operaya ömür boyu sürecek bir sevgi uyandırdı.
Paris'e Dönüş.
Beş parasız şekilde Paris'e dönen Rousseau Thérèse Levasseur'in arkadaşı ve daha sonra sevgilisi olmuştur. Thérèse annesinin ve hiçbir işe yaramayan kardeşlerinin tek destekçisi olan bir terziydi. İlk başta Rousseau ile birlikte yaşamadılar, ancak daha sonra Rousseau Thérèse ve annesini hizmetçisi olarak yanına aldı ve geniş ailesini geçindirme yükünü kendisi üstlendi. İtiraflarına göre, Thérèse onun yanına taşınmadan önce ona bir oğul ve dört kadar çocuk daha doğurdu (bu sayı için bağımsız bir doğrulama yok)
Rousseau, Thérèse'i "onuru" uğruna yeni doğan bebeklerin her birini bir kimsesizler hastanesine (yetimhane) vermeye ikna ettiğini yazdı. 1751'de Madame de Francueil'e yazdığı mektupta önce çocuklarını büyütecek kadar zengin değilmiş gibi davrandı, ancak İtiraflar'ın IX. Kitabında durumun böyle olmadığını yazdı.
Rousseau, Académie de Dijon'un sponsorluğunda Mercure de France'da yayınlanmak üzere sanat ve bilimlerin gelişiminin ahlaki açıdan faydalı olup olmadığı konulu bir makale yarışmasına katıldı ve kazandı; Rousseau'nun 1750 tarihli "Bilimler Ve Sanatlar Üstüne Söylev" birincilik ödülü aldı ve ona önemli bir ün kazandırdı.
Müziğe karşı ilgisini sürdürdü. 1752 yılında hem müziğini bestelediği hem de sözlerini yazdığı "Le devin du village" ("Köy Kehaneti") adlı operayı yazdı ve Kral XV. Louis için sahneye koyuldu. Operayı beğenen kral Rousseau'ya ömür boyu maaş vermeyi teklif etti Rousseau bu büyük onuru reddetti ve "bir kralın emekli maaşını reddeden adam" olarak ün kazandı.
Cenevre'ye Dönüş.
1754'te Cenevre'ye geri dönerken kalvinizmi yeniden benimsedi ve Cenevre vatandaşlığını yeniden aldı. 1755 yılında ikinci en büyük eserini yazdı. ""İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine" ("Bilimler Ve Sanatlar Üzerine Söylevin argümanlarını detaylandıran.)
Ayrıca yirmi beş yaşındaki Sophie d'Houdetot ile tamamlanmamış bir romantik ilişki kurdu. Sophie, Rousseau'nun oldukça sert davrandığı ev sahibesi Madame d'Épinay'in kuzeni ve misafiriydi. Orada tanıştığı "Encyclopédistes"ler'in samimiyetsiz sohbetlerinden, sığ ve katı ateizmlerinden nefret etti. Rousseau'nun "Encyclopédistes"'ten kopuşu, Diderot, La Mettrie ve D'Holbach'ın materyalizminin aksine, insan ruhunun ve evrenin ruhsal kökenine olan ateşli inancını vurguladığı üç büyük eserinin oluşumuyla aynı zamana denk geldi. Bu dönemde Rousseau, Fransa'nın en zengin ve en güçlü soylularından ikisi olan Charles II François Frédéric de Montmorency-Luxembourg ve Prince de Conti'nin desteğini ve himayesini gördü. Bu adamlar Rousseau'yu gerçekten sevdiler ve herhangi bir konuda sohbet etme yeteneğinden keyif aldılar, ama aynı zamanda onu XV. Louis'den ve metresi Madame de Pompadour'u çevreleyen siyasi gruptan intikam almanın bir yolu olarak kullandılar. Rousseau çok ileri gitti ve bazılarının meşgul olduğu iltizam uygulamasını eleştirdiğinde reddedildi.
Rousseau'nun 800 sayfalık duygu romanı "Julie, ou la nouvelle Héloïse" 1761'de büyük bir başarı elde etti. Kitabın İsviçre kırsalının doğal güzelliğine dair coşkulu betimlemeleri halk arasında büyük bir ilgi uyandırdı ve sonraki on dokuzuncu yüzyılda Alp manzaraları çılgınlığının kıvılcımını ateşlemeye yardımcı oldu.
1762 yılında "Du Contrat Social, Principes du droit politique (Toplumsal Sözleşme)"'yi yayınladı.
Rousseau, Mayıs ayında "Emile Ya Da Eğitim Üzerine" adlı eserini yayımladı. Emile'in ünlü bir bölümü olan "The Profession of Faith of a Savoyard Vicar"", dini inancın bir savunması olmayı amaçlıyordu. Rousseau'nun dinin savunulması için bir sözcü olarak alçakgönüllü bir köylü geçmişe sahip bir Katolik papazı seçmesi (makul bir şekilde gençken tanıştığı nazik bir piskoposa dayanıyordu) o dönem için başlı başına cüretkar bir yenilikti. Papazın inancı Socinianism (ya da bugünkü adıyla Unitarianism) idi. İlk günahı vsr. reddettiği için, hem Protestan hem de Katolik yetkililer gücendi.
Ayrıca Rousseau, insanları erdeme yönelttiği ölçüde bütün dinlerin eşit derecede değerli olduğunu ve bu nedenle insanların içinde yetiştikleri dine uymaları gerektiğini savunmuştur. Bu dini kayıtsızlık, Rousseau ve kitaplarının Fransa ve Cenevre'den yasaklanmasına neden oldu. Paris Başpiskoposu tarafından kürsüden indirildi, kitapları yakıldı ve tutuklanması için emirler çıkarıldı. Cenevre'den Jacob Vernes gibi eski arkadaşları onun görüşlerini kabul edemediler ve şiddetle çürüten yazılar yazdılar.
Voltaire Ve II. Friedrich.
Rousseau'nun Emile'i Fransız parlamentosunu kızdırıp sonra, parlamento tarafından hakkında tutuklama emri çıkarılarak İsviçre'ye kaçmasına neden oldu. Daha sonra, İsviçre makamları da ona karşı anlayışsız olduklarını kanıtlayınca (Hem Emile'i hem de Toplum Sözleşmesi'ni kınayarak) Voltaire, Rousseau'ya gelip onunla yaşaması için bir davet gönderdi.
Rousseau daha sonra Voltaire'in davetine cevap vermediği için pişman olduğunu ifade etmiştir. Temmuz 1762'de, Rousseau'ya Bern'de ikamet etmeye devam edemeyeceği bilgisi verildikten sonra, d'Alembert ona Prusyalı II. Frederich tarafından yönetilen Neuchâtel Prensliği'ne taşınmasını tavsiye etti. Daha sonra Rousseau, Neuchâtel'den on beş mil uzaklıktaki Môtiers'de ikamet etme davetini kabul etti. 11 Temmuz 1762'de Rousseau, II. Frederich'e Fransa'dan, Cenevre'den ve Bern'den nasıl sürüldüğünü anlatan bir mektup yazdı ve onun korumasını istedi. Ayrıca geçmişte Frederich'i eleştirdiğini ve gelecekte de onu eleştirmeye devam edeceğini belirterek, "Majesteleri beni istediğiniz gibi elden çıkarabilir." dedi. II. Frederich dostu olan Neuchâtel valisi Marischal Keith'a bir mektup yazdı:
Bu zavallı talihsize yardım etmeliyiz. Tek suçu, iyi olduğunu düşündüğü garip fikirlere sahip olmaktır. Ona ihtiyacı olduğu kadar verme nezaketini göstereceğiniz yüz kron göndereceğim.Frederich'ten aldığı yardımdan etkilenen Rousseau o andan itibaren Frederich'in yürüttüğü faaliyetleri detaylıca takip ettiğini belirtmiştir. Yedi Yıl Savaşları sona ermek üzereyken Rousseau, Frederich'e bir kez daha yazarak aldığı yardım için teşekkür etti ve onu askeri faaliyetlere son vermeye ve bunun yerine halkını mutlu etmeye çalışmaya çağırdı. Frederich bilinen bir yanıt vermedi, ancak Marischal Keith'e Rousseau'nun kendisine "azarladığı" yorumunu yaptı.
Firar Dönemi.
Rousseau (1762-1765) yıllarında Môtiers'de yaşadı. Zamanını okuyarak, yazarak ve James Boswell (Aralık 1764) gibi ziyaretçilerle tanışarak geçirdi. Bu arada yerel bakanlar, onun bazı sorun çıkarabilecek yazılarından haberdar oldular ve civarda kalmasına izin vermemeye karar verdiler. Daha sonra, Rousseau'nun kendi papazı Frédéric-Guillaume de Montmollin, onu alenen Deccal olarak suçlamaya başladı. Dini saldırılar cemaatçileri kızdırdı ve yürüyüşe çıkacağı zaman Rousseau'yu taş yağmuruna tuttular. 6–7 Eylül 1765 gece yarısı, Rousseau'nun kaldığı eve taşlar atıldı ve bazı camlar kırıldı. Yerel bir yetkili olan Martinet, Rousseau'nun evine geldiğinde balkonda o kadar çok taş gördü ki, "Aman Tanrım, bu bir taş ocağı!" dedi. Rousseau'nun Môtiers'deki arkadaşları şehri terk etmesini önerdi.
Rousseau, İsviçre'de kalmak istediğinden, münzevi bir evi olan küçük bir adaya, Île de St.-Pierre'e taşınma teklifini kabul etmeye karar verdi. İki yıl önce kovulduğu Bern Kantonu içinde olmasına rağmen, tutuklanma korkusu olmadan bu ada evine taşınabileceği konusunda gayri resmi olarak güvence verildi ve öyle de yaptı (10 Eylül 1765). Ancak, 17 Ekim 1765'te Bern Senatosu, Rousseau'ya on beş gün içinde adayı ve tüm Bern topraklarını terk etmesini emretti. Kalış süresini uzatmak için izin isteyerek cevap verdi ve sahip olduğu yalnızca birkaç kitapla kendi yetki alanlarındaki herhangi bir yerde hapsedilmeyi ve masrafları kendisine ait olmak üzere yaşarken ara sıra bir bahçede yürüme izni almayı teklif etti. Senatonun yanıtı, Rousseau'yu yirmi dört saat içinde adayı ve tüm Bern topraklarını terk etmeye yönlendirmek oldu. 29 Ekim 1765'te Île de St.-Pierre'den ayrıldı ve Strasbourg'a taşındı.
Frederich'ten Potsdam'a, Paoli'den Korsika'ya, Saint-Lambert'ten Lorraine'e, yayıncı Rey'den Amsterdam'a ve David Hume'dan İngiltere'ye davetler aldı.
Daha sonra Hume'un İngiltere'ye gitme davetini kabul etmeye karar verdi.
Paris'e Dönüş.
9 Aralık 1765'te, Fransız hükûmetinden Paris'e gelmek için bir pasaport alan Rousseau, bir hafta sonra Paris'e gitmek üzere Strasbourg'dan ayrıldı ve arkadaşı Conti Prensi'nin sarayında konakladı. Burada Hume ve ayrıca çok sayıda arkadaşıyla tanıştı ve şehirde çok göze çarpan bir figür oldu.
Walpole'un Mektubu.
1 Ocak 1766'da Grimm, müvekkillerine, II Frederick tarafından Rousseau'ya yazıldığı söylenen bir mektubu dahil ettiği bir rapor yazdı. Bu mektup aslında Horace Walpole tarafından şakacı bir aldatmaca olarak yazılmıştı. Walpole, Rousseau ile hiç tanışmamıştı ama Diderot ve Grimm'i çok iyi tanıyordu. Mektup kısa sürede geniş bir tanıtım buldu. 16 Şubat 1766'da Hume, Marquise de Brabantane'ye şunları yazdı: "Prusya Kralı'nın sözde mektubuyla bağlantılı olarak kendime izin verdiğim tek şaka, Lord Ossory'nin yemek masasında benim tarafımdan yapıldı." Bu olay Hume'un Rousseau ile ilişkisindeki daha sonraki kopuşun nedenlerinden birisidir.
İngiltere.
4 Ocak 1766'da Rousseau, Hume, tüccar De Luze (Rousseau'nun eski bir arkadaşı) ve Rousseau'nun evcil köpeği "Sultan" ile Paris'ten ayrıldı. Dover'a giden bir gemiye bindiler. 13 Ocak 1766'da Londra'ya vardılar. David Garrick, gelişlerinden kısa bir süre sonra, Kral ve Kraliçe'nin de katıldığı bir gecede Drury Lane Tiyatrosu'nda Hume ve Rousseau için bir loca ayarladı. Garrick kendi başına bir komedide ve ayrıca Voltaire'in bir trajedisinde oynuyordu. Rousseau performans sırasında o kadar heyecanlandı ki çok fazla eğildi ve neredeyse locanın dışına düşüyordu. Hume, Kral ve Kraliçe'nin performanstan çok Rousseau'ya baktığını gözlemledi. Daha sonra Garrick, Rousseau'ya akşam yemeği servis etti ve Rousseau, Garrick'in oyunculuğunu övdü.
Bu sırada Hume, Rousseau hakkında olumlu bir görüşe sahipti; Hume, Madame de Brabantane'e yazdığı bir mektupta, Rousseau'yu dikkatle gözlemledikten sonra, bundan daha nazik ve erdemli biriyle hiç karşılaşmadığı sonucuna vardığını yazdı. Hume'a göre Rousseau "nazik, mütevazı, sevecen, ilgisiz, aşırı duyarlıydı". Hume başlangıçta Rousseau'yu Londra'daki Madam Adams'ın evinde misafir etti, ancak Rousseau o kadar çok ziyaretçi almaya başladı ki kısa süre sonra daha sessiz bir yere taşınmak istedi. Onu bir Galler manastırına yerleştirmesi için bir teklif geldi ve bunu kabul etmeye meyilliydi, ancak Hume onu Chiswick'e taşınmaya ikna etti. Rousseau şimdi Thérèse'den kendisine yeniden katılmasını istedi.
Bu arada, o zamanlar Paris'te olan James Boswell, Thérèse'e Rousseau'ya kadar eşlik etmeyi teklif etti.(Boswell daha önce Motiers'de Rousseau ve Thérèse ile tanışmıştı; daha sonra Thérèse'e bir granat kolye de göndermiş ve Rousseau'ya yazarak onunla ara sıra iletişim kurmak için izin istemişti.) Hume ne olacağını önceden tahmin etmiş: "Bazı olaylardan korkuyorum, arkadaşımızın onuruna ölümcül olacak olaylardan." demiştir Boswell ve Thérèse bir haftadan fazla bir süredir birlikteydiler ve Boswell'in günlüğündeki notlara göre birkaç kez cinsel ilişkiye girerek ilişkiyi tamamladılar.
Rousseau daha uzak bir yere taşınmaya hevesli olduğu için, Fransızca konuşan zengin ve yaşlı bir dul olan Richard Davenport, Thérèse ve Rousseau'yu Staffordshire'daki Wootton Hall'da ağırlamayı teklif etti. 22 Mart 1766'da Rousseau ve Thérèse, Hume'un tavsiyesine karşı Wootton'a doğru yola çıktı. Hume ve Rousseau bir daha asla buluşamayacaktı. Başlangıçta Rousseau, Wootton Hall'daki yeni konaklama yerini beğendi ve yerin doğal güzelliği ve geçmiş acıları unutarak nasıl yeniden doğmuş gibi hissettiği hakkında olumlu şeyler yazdı.
David Hume İle Kavga.
3 Nisan 1766'da günlük bir gazete, Horace Walpole'un Rousseau hakkındaki aldatmacasını oluşturan mektubu yayınladı (gerçek yazar olarak Walpole'dan bahsetmeden) yayının editörünün Hume'un kişisel arkadaşı olması, Rousseau'nun kederini artırdı. Yavaş yavaş Rousseau'yu eleştiren makaleler İngiliz basınında yer almaya başladı; Rousseau, ev sahibi olarak Hume'un onu savunması gerektiğini hissetti. Dahası, Rousseau'nun tahminine göre, eleştirinin bir kısmı yalnızca Hume'un bildiği ayrıntıları içeriyordu. Ve Rousseau, Hume'un Londra'da Rousseau'nun Cenevre'deki düşmanının oğlu François Tronchin ile birlikte kaldığını öğrenince mağdur oldu.
Bu sıralarda Voltaire, "Lettre de Voltaire à Jean-Jacques Pansophe"'nu isimsiz olarak yayınladı. Rousseau'nun İngiltere'deki yaşamı eleştiren önceki açıklamalarının çoğundan faydalandı. Voltaire'in yazılarının en zarar verici kısımları bir Londra dergisinde yeniden basıldı. Rousseau bunun kendisini karalamak için bir komplo olduğuna karar verdi. Rousseau'nun hoşnutsuzluğunun bir diğer nedeni, Hume'un postasını kurcalıyor olabileceği konusundaki endişesiydi. Yanlış anlaşılma, Rousseau'nun posta ücretini ödemek zorunda olduğu hacimli yazışmalar almaktan yorulmasından kaynaklanmıştı.Hume, Rousseau'nun postasını kendisi açmayı ve önemli mektupları Rousseau'ya iletmeyi teklif etti; bu teklif kabul edildi. Bununla birlikte, Hume'un Rousseau'nun yolladığı postasını bile incelediğine dair bazı kanıtlar var.
Rousseau'nun kızgınlığının nedenlerini açıklayan on sekiz sayfalık bir mektubu da içeren bazı yazışmalardan sonra, Hume, Rousseau'nun zihinsel dengesini kaybetmekte olduğu sonucuna vardı. Rousseau'nun kendisini Parisli arkadaşlarına şikayet ettiğini öğrenen Hume, Rousseau'nun uzun mektubunun bir kopyasını Madame de Boufflers'a gönderdi. Hume'un Horace Walpole'un sahte mektubunun kompozisyonuna sözde katılımının Rousseau'nun öfkesinin nedeni olduğunu düşünerek yanıt verdi.
Hume, Rousseau'nun "İtiraflar"'ı yazdığını öğrendiğinde, mevcut anlaşmazlığın kitapta yer alacağını varsaydı. Adam Smith, Marischal Keith, Horace Walpole ve Mme de Boufflers, Hume'a Rousseau ile tartışmasını halka açıklamamasını tavsiye ettiler; ancak, d'Holbach'ın zümresinin birçok üyesi - özellikle d'Alembert - onu olayların kendi versiyonunu açıklamaya çağırdı. Ekim 1766'da Hume'un tartışma versiyonu Fransızcaya çevrildi ve Fransa'da yayınlandı; Kasım ayında İngiltere'de yayınlandı. Grimm bunu yazışmalarına dahil etti.
Rousseau herkesin önünde sessiz kaldı; Fransa'ya dönmeye karar verdi. 22 Mayıs 1767'de Rousseau ve Thérèse, Dover'dan Calais'e doğru yola çıktı.
Grenoble'da.
2 Mayıs 1767'de Rousseau, hakkında tutuklama emri olmasına rağmen Fransa'ya yeniden geldi. Takma bir isim almıştı ama tanındı ve Amiens şehri tarafından onun onuruna bir ziyafet düzenlendi. Fransız soyluları bu sırada ona bir konut teklif etti. Başlangıçta Rousseau, Paris yakınlarındaki Mirabeau'ya ait bir mülkte kalmaya karar verdi. Daha sonra 21 Haziran 1767'de Trie'deki Conti Prensi'nin şatosuna taşındı.
Bu sıralarda Rousseau, paranoya, endişe ve ona karşı bir komplo duyguları geliştirmeye başladı. Bunların çoğu sadece iş başındaki hayal gücüydü, ancak 29 Ocak 1768'de Cenevre'deki tiyatro yakılarak yok edildi ve Voltaire yalandan Rousseau'yu suçladı. Haziran 1768'de Rousseau, Thérèse'i geride bırakarak Trie'den ayrıldı ve önce Lyon'a, ardından Bourgoin'e gitti. Ve sonra Thérèse'i bu yere davet etti ve 30 Ağustos 1768'de Bourgoin'de sahte bir resmi törenle "Renou" takma adıyla onunla evlendi.
Ocak 1769'da Rousseau ve Thérèse, Grenoble yakınlarındaki bir çiftlik evinde yaşamaya başladılar. Burada botanik çalıştı ve İtirafları tamamladı. Bu sırada çocuklarını yetimhaneye yerleştirdiği için pişmanlığını dile getirdi. 10 Nisan 1770'te Rousseau ve Thérèse, kumaş tasarımcısı ve amatör müzisyen Horace Coignet arkadaşının olduğu Lyon'a gitti. 8 Haziran'da Rousseau ve Thérèse, Paris'e gitmek üzere Lyon'dan ayrıldı; 24 Haziran'da Paris'e ulaştılar. Paris'te, Rousseau ve Thérèse, şehrin modası geçmiş bir mahallesinde, Rue Platrière'de (şimdi Rue Jean-Jacques Rousseau olarak adlandırılıyor) konakladılar. Nota kağıtlarının kopyalarını çıkararak kendini maddi olarak destekledi ve botanik çalışmalarına devam etti. Botanik Unsurları Üzerine Mektuplar'ını da bu sıralarda yazdı. Bunlar, Rousseau'nun Lyon'daki Mme Delessert'e kızlarının konuyu öğrenmelerine yardımcı olmak için yazdığı bir dizi mektuptan oluşuyordu. Bu mektuplar, sonunda ölümünden sonra yayınlandıklarında geniş beğeni topladı. Goethe, "Bu gerçek bir pedagojik model ve Emile'i tamamlıyor" yorumunu yaptı.
Rousseau, düşmanca dedikodulara karşı itibarını korumak için 1765'te İtiraflar'ı yazmaya başlamıştı. Aralık 1770 ile Mayıs 1771 arasında Rousseau, kitabının en az dört grup okumasını yaptı ve son okuma on yedi saat sürdü.
Mayıs 1771'den sonra, artık grup okumaları yoktu çünkü Madame d'Épinay, arkadaşı olan polis şefine, mahremiyetini korumak için Rousseau'nun okumalarına bir son vermesi için bir mektup yazdı. Polis, okumaları durdurmayı kabul eden Rousseau'yu bulmaya çalıştı. İtiraflar1782'de ölümünden sonra yayınlandı.
1772'de Rousseau, Polonya-Litvanya Topluluğu için yeni bir anayasa için öneriler sunmaya davet edildi ve bunun sonucunda, son büyük siyasi çalışması olacak olan Polonya Hükûmeti Üzerine Hususlar ortaya çıktı.
Yine 1772'de Rousseau, eleştirmenlerine yanıt vermek için bir başka girişim olan "Diyaloglar: Jean-Jacques Rousseau'nun Yargıcı"'nı yazmaya başladı. Yazmasını 1776'da tamamladı. Kitap, iki karakter arasında geçen üç diyalog şeklinde; Jean-Jacques adında bir yazar olan üçüncü bir karakterin erdemleri ve dezavantajları hakkında tartışan bir Fransız ve Rousseau. En okunamayan eseri olarak tanındı; Rousseau, kitabın önsözünde tekrarlı ve düzensiz olabileceğini kabul ediyor, ancak ölmeden önce itibarını iftiralara karşı savunması gerektiği gerekçesiyle okuyucunun hoşgörüsüne sığınıyor.
Son Yılları.
1770'e gelindiğinde, Rousseau'nun idrar hastalığı, doktorların tavsiyelerini dinlemeyi bıraktıktan sonra büyük ölçüde hafiflemişti.[kaynak belirtilmedi] "O zamanlar, kendini tıbbi prosedürlerle tabi kılmaktansa doğanın kendi yoluna gitmesine izin vermek genellikle daha iyiydi." Diye belirtiyor Damrosch. Genel sağlığı da düzelmişti. Ancak 24 Ekim 1776'da Paris'te dar bir sokakta yürürken karşı yönden bir soylunun arabası koşarak geldi; arabanın yanında, soyluya ait dört nala koşan bir Great Dane vardı. Rousseau hem arabayı hem de köpeği atlatamadı ve Great Dane tarafından yere serildi. Beyin sarsıntısı ve nörolojik hasar görmüş olduğu düşünülüyor. Sağlığı bozulmaya başladı; Rousseau'nun arkadaşı Corancez, Rousseau'nun kazadan sonra sara nöbetleri geçirmeye başladığını gösteren bazı semptomların ortaya çıkışını ona anlattı.
1777'de Rousseau, Kutsal Roma İmparatoru II. Joseph tarafından ziyaret edildi. Opera'ya ücretsiz girişi bu zamana kadar yenilenmişti ve oraya ara sıra giderdi.
Yine bu sırada (1777-78), en iyi eserlerinden biri olan "Reveries of a Solitary Walker"'ı besteledi.
1778 baharında Marquis Girardin, Rousseau'yu Ermenonville'deki şatosunda bir kulübede yaşaması için davet etti. Rousseau ve Thérèse 20 Mayıs'ta oraya gittiler. Rousseau zamanını şatoda botanik örnekleri toplayarak ve Girardin'in oğluna botanik öğreterek geçirdi. Paris'ten otlar, yosunlar ve mantarlar üzerine kitaplar sipariş etti ve yarım kalan "Emile" ve "Sophie ve Daphnis ve Chloe"'yi tamamlamak için planlar yaptı.
1 Temmuz'da bir ziyaretçi "insanlar kötüdür" yorumunu yaptı ve Rousseau "erkekler kötüdür, evet ama insan iyidir" şeklinde yanıt verdi. O akşam Girardin'in ailesiyle doyurucu bir yemek yedi; ertesi sabah Girardin'in kızına müzik öğretmeye gitmek üzereyken beyin kanamasından öldü ve felç geçirdi. Artık, Danua'nın karıştığı kaza da dahil olmak üzere tekrarlanan düşmelerin Rousseau'nun felç geçirmesine katkıda bulunmuş olabileceğine inanılıyor.
Ölümünün ardından Grimm, Madame de Staël ve diğerleri, Rousseau'nun intihar ettiğine dair yanlış haberleri yaydı; diğer dedikodulara göre Rousseau öldüğünde delirmişti. Onunla son günlerinde tanışan herkes, bu sıralarda sakin bir ruh hali içinde olduğu konusunda hemfikirdir.
2 Temmuz 1778 tarihinde, 66 yaşında iken sabah yürüyüşü sırasında düşer ve kan kaybından dolayı hayatını kaybeder. Ölüm döşeğinde evinde penceresi önünde oturan Rousseau Marie-Thérèse Levasseur'dan pencereyi açmasını ister. Bu sayede güneş ışığını son bir kez görebilecektir. "Ô que la Nature est grande!" (Ah, Doğa ne kadar güzel) son sözleridir.
4 Temmuz 1778'de Rousseau, Île des Peupliers'a gömüldü. 11 Ekim 1794'te kalıntıları Panthéon'a Voltaire'ın kalıntılarının yanına taşındı.
Düşünceleri.
Rousseau'nun yapıtlarındaki karmaşıklık onun; doğal hukuk kuramcısı, doğal hakları yadsıyan biri, aydınlanmacı, aydınlanma ilkelerini yerle bir eden biri, demokrasinin inançlı savunucusu, demokrasiyi ayaklar altına alan biri, burjuva liberal devriminin hazırlayıcısı, öte yandan böyle bir devrimin olumsuzluklarını çok önceden gösteren, hatta reformculuğu bile benimseyen biriymiş gibi birbiriyle çelişen ve çatışan çok karşıt düşüncelerle yorumlanmasına neden olmuştur. Bu nedenle Rousseau, anlaşılması güç bir düşünür olmuştur. Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş, halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir. Romantizmden etkilenmiş ve etkileri görülmüştür.
Rousseau, doğru bir siyasal toplumun temellerini ortaya koyabilmek için olguların bir yana bırakılması gerektiğini belirtir. Çünkü ona göre salt olgulardan hareket edildiğinde, çıkarlar, yararlar ön plana yerleştirilmekte ve böylece adalet, hukuk ayaklar altına alınmaktadır. Rousseau, güçlünün haklı kabul edildiği, siyasal toplumun kökenine olguları yerleştiren, olgusal verileri ve kuramları eleştirmektedir. Yurttaşı, ortak benliği, halkı, devleti yaratan bir “Toplum Sözleşmesi”ni ve bu sözleşmeye toplumdaki her bireyin dahil olması gerektiğini savunur. Halk olmanın temelinde egemenliğin var olması gerektiğini düşünür. Yasaların olmadığı bir yerde devletten söz edilemeyeceğini savunmuştur. Yasaların, halkın tümü için geçerli olması gerektiğini düşünmektedir.
Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorisine göre insanların tek kaygısı fizyolojik ihtiyaçlarının giderilmesinden ibarettir. Doğa durumunda, bu ihtiyaçlar insanların ellerinin hemen altında olduğundan mutsuz olmalarını gerektirecek bir şey yoktur. Bu nedenle Rousseau, doğa durumundaki insanların mutlu olduğunu söyler. Doğa durumundaki insanlar birbirlerine karşı iyi veya kötü değillerdir. Her türlü baskıdan da uzaktırlar. Suç veya erdem nedir bilmezler. Rousseau'ya göre doğa durumundaki insanlar arasında savaş veya mücadele yoktur. Bu dönemdeki insanların hepsi eşittir. Ayrım yoktur. Rousseau; herkesin eşit olduğu, ihtiyaçlarını giderdikleri, savaş veya mücadeleye gerek duymadıkları bu mutlu toplumun uygar toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte varlığını yitirdiğini söyler. Uygar toplumlarda zamanla sınıflandırmalar olmuş, iyi-kötü ayrımları yapılmaya başlanmış, savaş ve mücadele baş göstermiştir. Rousseau, tüm kötülüklerin sebebini eşitliğin yok olması olarak tanımlar ve bu durumu, "Yaratıcı’nın elinden çıktığında her şey iyidir. Her şey insanların elinde bozulur," sözleriyle açıklar. İnsanlar bir süre sonra savaşa son verebilmek adına sözleşme yapmayı kabule geçmişlerdir. Bu sözleşmenin temeli ise, toplumdaki herkesin haklarını ve varlıklarını genel bir idareye vermesiyle oluşacağı yönündedir. Böylece toplumu yönetecek bir güç olan "devlet" ortaya çıkmıştır.
Halk sayısı arttıkça, yönetici sayısının azalması gerektiğini savunan Rousseau, “demokrasi, aristokrasi, monarşi” şeklindeki sınıflandırmayı benimsemiştir. Rousseau'ya göre demokrasi biçimindeki hükûmette yönetici, halkın tamamı ya da büyük bir kısmıdır. Aristokrasi biçimiyse küçük bir azınlığın yönetimidir. Monarşik hükûmette ise yönetme yetkisi tek bir kişidedir.
Rousseau'ya göre yurttaşlar olmadan erdem, erdem olmadan özgürlük, özgürlük olmadan devlet olamaz. Rousseau; devletin iktidara değil, halka ait olduğunu savunmuş ve ulus-devlet anlayışını benimsemiştir.
Mirası.
Rousseau'nun fikirleri Fransız halkını etkileyerek Fransız Devrimi'nin gerçekleşmesinde büyük rol oynamıştır. Devrimin önemli liderlerinden Maximilien Robespierre, Roussea'nun fikirlerinden etkilenmiştir.
Pek bilinmese de Rousseau sadece felsefeyle uğraşmamıştır. Filozofluk dışında yazarlık, şiir, beste, botanik ve tarihle haşırneşir olmuştur. Fransız Devrimi sonrası cenazesi 11 Kasım 1794 tarihinde Paris'deki Pantheon'a taşınmıştır. Nâşı günümüzde hâlâ Pantheon'da sergilenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15851",
"len_data": 28246,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
"Sisifos Söyleni", Fransız yazar ve düşünür Albert Camus’nün 1942 yılında yayımlanan felsefi denemesidir ve absürdizm felsefesinin temel taşlarını atmıştır. Camus, eserde yaşamın anlamsızlığını ve insanın varoluşsal boşlukla yüzleşmesini tartışır. Bu felsefi bakış açısını, Yunan mitolojisindeki Sisifos karakteri üzerinden açıklar; Sisifos, sürekli olarak bir kayayı bir tepeye yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır, bu da hayatın boşuna ve sürekli tekrarlayan bir döngüsüne dair bir metafor olarak kullanılır.
Camus’ye göre hayatın bir anlamı yoktur ancak kişi bunu kabullenip hedef ve sonuçları öncelemek yerine süreçteki, hayatın içindeki zevkli detaylara odaklanmalıdır. Kitaptaki şu cümleler bu söylemi açıklamaktadır: “Yükseklere doğru mücadelenin kendisi kişinin yüreğini doldurmaya yeter; Sisifos'u mutlu hayal etmeliyiz.” "(La lutte elle-même vers les sommets suffit à remplir un cœur d'homme; il faut imaginer Sisyphe heureux.")
Yazar.
Albert Camus, Fransız düşünür. Sisifos Söyleni adlı eserinde absürdizm felsefesinin sınırlarını çizmiştir.
Albert Camus, hayatın bir amacı olmadığını, saçma ve anlamsız olduğunu öne sürmüştür. Bu düşüncesi doğrultusunda anlam/varoluş tasavvurunu Yunan Mitolojisindeki Sisifos karakteri üzerinden betimlemiştir. 1942 yılında Fransa’da Le Mythe de Sisyphe adıyla yayımladığı deneme kitabında görüşlerini açıklayarak absürdizm felsefesinin sınırlarını çizmiştir. Bu sayede kökeni 19. yüzyılda yaşamış olan Soren Kierkegaard’a dayanan absürdizm tam anlamıyla oluşmuş, Albert Camus bu akımın kurucusu olarak anılmıştır.
Sisifos Karakteri ve Absürdizm.
Yunan mitolojisinde Sisifos karakteri Yeraltı Dünyasında hapsedilmiş ve sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına kadar taşımaya çalışmak üzere lanetlenmiş bir kraldır. Zeus’a karşı yaptığı bir hainlikten dolayı Zeus tarafından ölümle cezalandırılmıştır. Ölüler Ülkesi tanrıları da Sisifos’u bu taşı tepeden yukarı yuvarlamaya mahkum ederler. Sisifos efsanesi’nin absürdizm felsefesinde karşılık bulan çarpıcı yanı Sisifos’un taşı her taşıyışında taşın bir noktada geri yuvarlanmasu ve Sisifosun tekrar aşağı dönüp yeniden yukarı çıkarmaya başlamasıdır. Albert Camus özellikle Sisifos’un bu kısır döngü içinde taşın geri yuvarlanacağını bile bile tekrar çıkarmaya gayret etmesine dikkat çeker. Aynı eyleme sürekli olarak yılmadan devam eden Sisifos’un içinde olduğu döngüyü, hayatta ulaşılmaya çalışan hedefler ve kişi bunlara ulaştıkça karşısına yenilerinin çıkmasına benzetir.
Etkilendikleri.
Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı eserinde modern insanın anlamsızlıkla yüzleşmesini ve bu absürd durum karşısında nasıl bir tutum alması gerektiğini ele alırken, çeşitli düşünür ve edebi figürlerden etkilenmiştir. Camus’nün düşünsel altyapısında özellikle Søren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Fyodor Dostoyevski, Martin Heidegger ve Edmund Husserl’in etkileri hissedilmektedir. Ancak Camus, bu düşünürlerden esinlenmekle birlikte, onların vardığı sonuçlara çoğu zaman mesafeli yaklaşmış ve özgün bir "absürd felsefe" ortaya koymuştur.
Søren Kierkegaard.
Camus’nün en çok etkilendiği isimlerden olan Kierkegaard, “varoluşsal kaygı” ve “inanç sıçraması gibi kavramlarını öne sürerek modern varoluşçuluğun öncülerinden sayılmıştır. Varoluşsal kaygı tüm varoluşçuluk akımının temelinde yatan hayatın anlamı arayışının çıkış noktasıdır ve Camus absürdist duruşunu buna bir cevap olarak geliştirmiştir. Öte yandan Camus, Kierkegaard’ın "inanç sıçraması" kavramını eleştirel bir bakışla ele alır. Kierkegaard, hayatın anlamının rasyonel olarak kavranamayacağını, bu nedenle Tanrı’ya kör bir inançla teslim olunması gerektiğini savunur. Camus ise bu inanç sıçramasını "felsefi intihar" olarak değerlendirmiştir. Ona göre absürdle yüzleşen birey, Tanrı’ya veya aşkın bir anlama sığınmak yerine, bu saçma gerçekliği kabul ederek yaşamaya devam etmelidir. Camus, bu özelliği Sisifos’un taşın düşeceğini bilmesine ve bunun saçmalığını kabullenmesine rağmen taşımaya devam etmesi üzerinden anlatmıştır.
Friedrich Nietzsche.
Nietzsche’nin "Tanrı öldü" düşüncesi Camus’nün Sisifos Söyleni’nde açıkladığı felsefesinde önemli bir yer tutmaktadır. Absürdizmin tanımıyla “saçma” olan hayatın başında onu hala daha yönetmekte olan bir Tanrı fikrinin olması mümkün değildir çünkü mükemmel bir varlık olan Tanrı’nın yönetiminde olsaydı hayatın “saçma ve anlamsız” olduğundan söz edilemezdi. Bu bakımdan Nietzsche’nin “Tanrı öldü.” Mottosu ile vurguladığı düşünce absürdizmi desteklemektedir. Bu düşüncenin yol açtığı nihilizm riskine karşı ise Camus, Nietzsche’nin irade ve güce vurgu yapan çözüm önerisini değil, insanın bu dünyadaki anlamsızlığı kendi içinde kabullenmesini ve yine de yaşamaya devam etmesini ön plana çıkarır.
Felsefesi.
Albert Camus’nün bu denemesi dört ana başlıktan oluşmaktadır:
"Uyumsuz kelimesi Tahsin Yücel’in çevirisinde “usa, mantığa uymayan, abes, saçma, boş anlamsız” anlamlarını sağlamak üzere ‘absurde’ kelimesinin Türkçe karşılığı olarak kullanılmıştır."
Eserde yaşam ve ölüm arasında kalan insanın varoluşsal amacını anlamlandırmaya çalışan Camus, insanın ölümlü olması sebebiyle bu anlamlandırma çabasının sonuçsuz olduğuna varmıştır. Yani insan ölümlü olduğu için yaşam sürecinde yapacağı veya elde edeceği herhangi bir şeyi amaç olarak belirlemek imkansızdır, nitekim kişi sonunda ölecek ve amaç denebilecek herhangi bir şeyin kişinin ölü hali için bir anlamı kalmayacaktır. Camus denemesinde bu durumun uyumsuzluğuna (absürtlüğüne) dikkat çeker.
Bununla birlikte kişinin hayatında belirlediği hedeflerin her biri, o hedefe ulaşıldığında anlamını yitirir. Hedefine ulaşan kişi yeni bir hedef belirler ve bu yeni hedefe ulaşmak için yine benzer süreçlerden geçer. Camus denemesinde yaşamın içinde sürüp giden bu döngüyü tespit eder ve kişinin koyacağı herhangi bir hedefin de aslında amaç veya anlam bakımından değersiz olduğunu öne sürer. Bu durumu açıklamak için kitabına ismini veren Sisifos söylemini kullanmış ve karakterin taşı tepeye çıkarmasını belirlenen o hedef olarak sunmuştur. Sisifosun geri dönüp taşı tekrar yuvarlaması hayattaki hedef döngüsünü temsil eder.
Görüldüğü üzere Camus, hayatın bir anlamı olmasını bu denli imkansız bulmakta ve yaşamı bir hedef belirleyip bu hedefe ulaşmaya çalışmak, ulaşınca da yeni bir hedef belirlemek döngüsüne indirgemektedir. Eserde “Hayatın anlamı nedir?” sorusunun imkansızlığına ulaştıktan sonra yeni bir soru oluşturur: Neden intihar etmemeliyiz?
Camus, yaşamı “katlanılır” hale getirmek için absürtlüğü kabullenmeyi ve mutluluğu, döngüleri birbirinden farklı kılan ince detaylarda aramayı önerir. Kişinin ancak bu şekilde gerçekten hayattan zevk alabileceğini savunur. Camus, bu düşüncesini Sisifos karakterinin mutlu hayal edilmesi gerektiğini söyleyerek açıklar. O, hep aynı taşı hep aynı tepeden yuvarlamakta ama bunu hiçbir zaman bir öncekiyle tamamen aynı şekilde yapmamaktadır. Diğer varoluşçu düşünürler gibi hayatı yaşanılır kılan şeyin sonuçlar değil süreçler olduğunu söyler. Bu doğrultuda beklentiler ve birbirini tekrar eden hedefleri öncelemektense güneşin ilk ışıklarını izlemek, tadını çıkarak bir fincan kahve içmek gibi küçük zevklere önem vermeyi, süreçleri özgün yapan farklı ayrıntılar peşinde koşmayı öğütler.
Camus, "Sisifos Söyleni" adlı eserinde, hayatın temelinde yatan anlamsızlıkla yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu ancak bunun umutsuzluk değil, özgürlük getirdiğini savunur. İnsan, bu absürtlüğü kabul ettiğinde, hayatın beklenti ve amaçlar dışında da değerli olabileceğini fark eder. Sürekli tekrar eden eylemler, anlam arayışının yerine geçer ve yaşamdaki küçük detaylar anlam kazanır. Camus’nün Sisifos’u bu nedenle trajik değil, bilinçli ve özgür bir figürdür. O hâlde, Camus’ye göre yaşamak; anlamsızlığı bilerek, yine de keyifle var olmaktır.
Mirası, Sonrasında Gelenler.
"Sisifos Söyleni", Camus'nün felsefi mirasının temel taşlarından biri olup, özellikle absürdizm kavramını geliştirmesi bakımından büyük bir öneme sahiptir. Camus, absürdizmi varoluşçuluktan ayıran yönleriyle tanımlamış ve bu düşünceler, onu diğer varoluşçu düşünürlerden farklılaştırmıştır. Ancak "Sisifos Söyleni", sadece Camus'ün felsefesini şekillendirmekle kalmamış, aynı zamanda sonraki felsefi akımları da etkilemiştir.
Camus’nün absürdist duruşu, hem varoluşçuluk hem de nihilizm gibi akımlarla kesişen bir noktada yer alır. 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle postmodernist düşünürler, Camus'nün absürdizmi ile yoğun bir şekilde ilgilenmiş ve bu fikirleri kendi çalışmalarında kullanmışlardır. Örneğin Jean-Paul Sartre’ın "Bulantı" adlı romanında ana karakter Antoine Roquentin’in, dünyayı ve kendini anlamlandırma çabasındaki başarısızlığı ve bu süreçte hissettiği varoluşsal kaygı, Albert Camus’nün Sisifos Söylemi’nde çözüm önerisi sunduğu problemle oldukça benzeşmektedir. Bunun yanında, postmodernizmin temsilcilerinden olan Michel Foucault ve Jacques Derrida da Camus'nün insanın özgürlüğü ve varoluşu üzerine düşüncelerinden esinlenmişlerdir.
Camus'nün "Sisifos Söyleni"’nin etkisi günümüzde de sürmektedir. Modern felsefe, psikoloji ve kültür çalışmalarında, özellikle anlam krizleri, kaygı, özgürlük, varoluşsal boşluk gibi temalar hâlâ Camus’nün felsefesiyle ilişkilendirilir. Özellikle teknolojinin hayatı büyük ölçüde kolaylaştırarak insanların hayatta kalmak için çok az emek sarf etmesinin yeterli olduğu bu çağda yeniden güçlü şekilde beliren anlam arayışı, Camus’nün felsefesinin genç kuşakların akıllarında yer etmesine sebep olmuştur. Hayatı yaşanılır kılma çabası aynı sebepten günümüzde oldukça önemli hale gelmiştir.
Eleştiriler.
Camus’nün Sisifos Söyleminde sunduğu metafiziği reddeden anlayışı özellikle dini ön planda tutan düşünürler tarafından eleştirilir. Camus’ye göre yaşamın absürt oluşunu kabullenmek bir Tanrı’ya sığınmaktan daha özgürleştiricidir. Kişinin anlamsızlık ve bunalımdan Tanrı’ya sığınarak metafizik bir huzur beklentisi içinde olduğunda maddi olarak bir karşılık elde etmesi güçtür. Ayrıca dini inanışların içerdiği kolektif Tanrı tasavvuru bireyin kendisine özgü olmadığından onun özgürlüğünü ve bireyselliğini kısıtlar. Bu durum varoluşçuluğun temelindeki bireyin yaşamının kendine özgü olduğu düşüncesine de aykırıdır. Kendisi tarafından tasavvur edilmemiş bir Tanrı’ya sığınmak Camus’ye göre kendinin olmayan bir düşünceyi temel almak, yani düşünmemek, yani kendi deyişiyle "felsefi bir intihar"dır. Bu fikri, dini inançlara sahip düşünürler tarafından sertçe eleştirilmiştir. Camus’nün dediğinin aksine kişinin fıtratından gelen inanma ve kendinden üst bir varlığa sığınma ihtiyacının tatmin edilmediği sürece mutluluk ve huzura hiçbir şekilde erişemeyeceğini savunmuşlardır.
Bunun dışında bazı eleştirmenler, Camus’nün "Sisifos Söyleni"'nde sunmuş olduğu çözümün, yaşamın anlam arayışında ciddi bir sıkışmışlık yarattığını belirtmiştir. Camus’nün önerisi, bir çelişkiler yumağı olarak görülür; çünkü bir yanda absürdü kabullenme vurgusu yapılırken, diğer yanda yaşamın devam etmesi gerektiği söylenmektedir. Bu durum, bazen Camus’nün düşüncelerinin sonuçsuz bir döngüye ve anlam kaybına yol açtığı iddialarına neden olmuştur.
İleri Okuma.
Albert Camus’nün diğer varoluşçu eserleri
Yabancı (L'Étranger) – Camus’nün en ünlü romanlarından biri olup, "Sisifos Söyleni"’nde ortaya koyduğu absürd felsefesinin bireysel düzeyde nasıl işlediğini gözler önüne serer. Roman, anlam arayışının boşluğuyla yüzleşen bir karakterin hikayesini anlatır
Veba (La Peste) – Camus’nün insanın anlam arayışını ve ölümle yüzleşmesini ele aldığı bir başka eseri. Veba salgını metaforu üzerinden absürdizmin toplumsal yansımalarını incelemektedir.
Mutlu Ölüm (La Mort Heureuse) – Camus’nün yaşamın anlamı ve ölümle ilgili düşündüğü önemli bir eseri. "Sisifos Söyleni"’nde dile getirdiği bazı temaları detaylandırmıştır.
= Kaynakça =
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15856",
"len_data": 11770,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.87
}
|
Stuttgart, Almanya'nın altıncı büyük şehri, Baden-Württemberg eyaletinin başkenti ve en büyük belediyesi, Stuttgart vilayetinin (Regierungsbezirk) merkezidir. Stuttgart Almanya'nın ticarette en aktif şehridir. 31 Aralık 2017 itibarıyla nüfusu 632.743. Almanya'daki büyükşehirler arasında en dağlık olandır. Stuttgart Üniversitesi ve Hohenheim Üniversitesi, bu şehirde yer almaktadırlar.
Neckar nehri Stuttgart ile 1905'te birleşen Bad Cannstatt semtinden geçer, semtin içinde bir kaplıca bulunur.
Ayrıca Türklerin en yoğun yaşadığı bölge yine Bad Cannstatt semtidir.
Stuttgart'da Porsche, Mercedes-Benz ve Bosch gibi dünyaca ünlü dev şirketlerin genel merkezleri yer almaktadır.
Ekonomi.
Stuttgart bölgesi, yüksek teknoloji endüstrisi ile tanınır. Dünya veya Avrupa merkezleri Stuttgart bölgesinde olan bazı büyük şirketler şunlardır: Mercedes-Benz Group, Porsche, Robert Bosch GmbH, McKesson Europe, Hewlett-Packard, IBM ve Sika AG.
Almanya'nın dokuzuncu en büyük fuar merkezi Stuttgart Ticaret Fuarı, Stuttgart'ın dış mahallelerinde, Stuttgart Havalimanı yanındadır.
Otomotiv, elektronik, mühendislik ve yüksek teknoloji endüstrisi ile güçlü bağları olan aile mülkiyetindeki yüzlerce KOBİ Stuttgart'tadır.
Almanya'daki şehirler arasında Stuttgart en yüksek refah standardına sahiptir. Kişi başına nominal GSYİH'sı 57.100 € ve kişi başına GSYİH satın alma gücü paritesi (SAGP) 55.400 €'dur. Stuttgart'ın toplam GSYİH'si 33,9 milyar Avro olup bunun yaklaşık %65,3'ünü hizmet sektörü, %34,5'ini sanayi ve %0,2'sini tarım oluşturur.
Otomobilin beşiği.
Otomobil ve motosikletin Stuttgart'ta (Karl Benz tarafından icat edildiği ve ardından 1887'de Gottlieb Daimler ve Wilhelm Maybach tarafından Daimler Motoren Gesellschaft'te sanayileştirildiği söylenir. Stuttgart'a dünya otomotiv endüstrisinin başlangıç noktası ve "otomobilin beşiği" denilir. Mercedes-Benz ve Porsche'nin ve otomotiv parça devleri Bosch ve Mahle'ye genel merkezleri Stuttgart'dadır. Stuttgart'ta otomobil meraklıları için çok sayıda dergi yayınlanır.
Bilim ve araştırma ve geliştirme.
Bölgede halen Almanya'nın en yoğun bilimsel, akademik ve araştırma kuruluşları bulunur. Almanya'da başka hiçbir bölge Stuttgart kadar çok patent ve tasarım kaydetmemiştir. Baden-Württemberg'in Ar-Ge kapasitelerinin %45'i Suabiya başkentinde yoğunlaşmıştır. Tüm Alman Ar-Ge maliyetlerinin %11'inden fazlası Stuttgart bölgesine gider (yılda yaklaşık 4,3 milyar avro). Birkaç üniversite ve koleje (ör. Stuttgart Üniversitesi, Hohenheim Üniversitesi, Stuttgart Yönetim ve Teknoloji Enstitüsü ve birkaç Stuttgart Uygulamalı Bilimler Üniversitesi) ek olarak bölgede altı Fraunhofer enstitüsü, yerel üniversitelerde işbirliğine dayalı dört endüstriyel araştırma enstitüsü, iki Max-Planck enstitüsü ve Almanya Havacılık ve Uzay Merkezi (DLR)'nin büyük bir kuruluşu vardır.
Finansal hizmetler.
Stuttgart Borsası, Frankfurt'tan sonra Almanya'daki en büyük ikinci borsa'dır. Toplamda yaklaşık 100 kredi kurumu ile finansal hizmetler sektöründe önde gelen birçok şirketin genel merkezi Stuttgart'dadır (ör. LBBW Bank, Wüstenrot & Württembergische, Allianz Hayat Güvencesi).
Şarap ve bira tarihi.
Stuttgart, Almanya'da şaraplık üzümlerin kentsel alanda, özellikle Rotenberg, Uhlbach ve Untertürkheim ilçelerinde yetiştirildiği tek şehirdir.
Bölgede bağcılık, devlet arşivlerine göre Blaubeuren Manastırı'na üzüm bağlarının 'Keşiş Ulrich' tarafından hediye edildiği 1108 yılına kadar uzanır. 17. yüzyılda şehir, Kutsal Roma İmparatorluğu'ndaki en büyük üçüncü Alman bağcılık topluluğuydu. Şarap, 19. yüzyıla kadar Stuttgart'ın önde gelen gelir kaynağı olmaya devam etti.
Almanya'nın en büyük dördüncü şarap bölgesinin merkezinde alanı kapsayan Württemberg bağcılık alanı konumu sayesinde Alman Şarap yasası kapsamında ele geçirilen 13 resmi bölgeden birisi olan Stuttgart, 400 hektardan fazla asma alanıyla hâlâ Almanya'nın en büyük bağcılık şehirlerinden biridir. Şarabın yerel ekonomi için devam eden önemi her yıl düzenlenen şarap festivalinde ('Weindorf') kutlanır.
Stuttgart ayrıca Stuttgarter Hofbräu, Dinkelacker ve Schwaben Bräu gibi birçok ünlü bira fabrikasına sahiptir.
Kültür ve eğitim.
Stuttgart'ta iki üniversite bulunuyor. Stuttgart Üniversitesi'nde mühendislik, Hohenheim Üniversitesi tarım ve besleme bilgisi fakültelerine önem veriyor. Ayrıca bir müzik ve bir güzel sanatlar akademisi ve çeşitli yüksek meslek okulları (Fachhochschulen) var. Üstelik Fraunhofer ve Max-Planck-Gesellschaft'ın çeşitli araştırma merkezleri Stuttgart'ta bulunuyor.
Almanya'nın en büyük Medya Üniversitesi HdM (Hochschule der Medien) Stuttgart Vaihingen semtindedir. Stuttgart Württemberg Devlet Kütüphanesi dünyanın ikinci büyük kitab-i mukaddes ve muhteşem Orta Çağ el yazmaları ve erken basıların bir koleksiyonu ihtiva ediyor. Ayrıca Württemberg Devlet Arşivi şehirde yerleşiyor.
Spor.
Şehrin kendi adıyla anılan VfB Stuttgart adlı futbol kulübü vardır. VfB Stuttgart, 1983-1984, 1991-1992 ve 2006-2007 sezonlarında Bundesliga'da şampiyon olmuştur. Renkleri kırmızı-beyazdır. Takım maçlarını MHPArena'da oynamaktadır ve şehir 2006 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapan kentlerden biridir. Hanns-Martin-Schleyer-Halle (spor salonu) birçok spor dalına imkân sağlamaktadır.
Fotoğraflar.
Stuttgart
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15863",
"len_data": 5237,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.4
}
|
Maureen Connolly, (d. 17 Eylül 1934, San Diego - ö. 21 Haziran 1969, Dallas) "Küçük Mo" lakaplı Amerikalı tenisçi.
1953 yılında Wimbledon, Amerika Açık, Avustralya Açık ve Fransa Açık Grand Slam turnuvalarını kazanan ilk kadın tenisçidir. Daha önce de 14 yaşında "Genç Kadınlar Turnuvası" 'nı kazanan en genç tenisçi olmuştur. 1951 yılında da "Ulusal Kadınlar Turnuvası" 'nı kazandı.
1954 yılının Temmuz ayında ata binerken geçirdiği bir kazada sağ bacağından ciddi olarak yaralandı. Bu olaydan sonra turnuvalardan çekilme kararı aldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15867",
"len_data": 535,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.32
}
|
Huzur, rahat ve dingin olma durumudur. Dini metinlerde sıkça kullanılmaktadır. Kavramın doğal çevreyle ilintili olduğu düşünülmektedir.
İşitsel görsel etkileşimin huzura katkısı ve huzur öngörüsü gibi konular üzerinde bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15883",
"len_data": 254,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.52
}
|
Kırmızı iskete ("Carduelis cucullata"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü.
Özellikleri.
10 cm uzunluğundadır. Erkek genel olarak koyu kırmızı; baş, boğaz ve kuyruk kısmı siyahtır. Dişinin baş, göğüs ve üst kısımları bozdur, kuyruk üst tarafı ise kırmızıdır.
Beslenme ve üreme.
Kırmızı isketeler tohum yer ve çok büyük sürüler halinde gezinir. Yarı göçebedirler. Dişi, ağaçta yapmış olduğu fincan şeklindeki yuvasına 3 yeşilimsi beyaz yumurta bırakır.
Dağılımı ve yaşam alanı.
Bu kuş Güney Kolombiya ve Güney Venezuela'da görülür. Kırmızı iskete, açıklıklarda, orman yakınlarında, otlaklar ile ağaç ve çalılıklarda bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15885",
"len_data": 650,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Silindir veya üstüvane (Antik Yunanca κύλινδρος, kúlindros); eğimli yüzeye sahip, üç boyutlu bir cisimdir. En temel matematiksel cisimlerden biridir. Basitçe daire tabanlı bir prizmayı ifade eder.
Silindir, bazı modern matematik ve topoloji tanımlamalarında sonsuz eğrisellikte bir yüzeyi de ifade edebilir. Genel olarak bir hacmi mi yoksa yüzeyi mi belirttiği ise farklılık gösterebilir. Bunların yanında kimi zaman dik dairesel silindiri, iki paralel daire tabana ve bu tabanları birleştiren düzgün bir yan yüzeye sahip silindir, de ifade edebilir.
Türleri.
Bu bölümdeki tanımlama ve çıkarımlar, George A. Wentworth ve David Eugene Smith'in hazırladığı 1913 yayını "Plane and Solid Geometry"den alınmıştır ().
Silindirik yüzey; belirli bir doğruya paralel olan, ayrıca bu doğruya paralel olmayan bir düzlemde yer alan, sabit bir düzlemsel eğriden geçen tüm doğrular üzerindeki noktaların oluşturduğu yüzeydir. Bu paralel doğrular kümesindeki herhangi bir doğruya silindirik yüzeyin bir elemanı denir. Kinematik açıdan bakıldığında silindirik yüzey; ana doğru adı verilen ve eğrinin düzleminde bulunmayan bir doğrunun, kendisine paralel olacak şekilde hareket ederken oluşturduğu yüzeydir. Ana doğrunun belirli herhangi bir konumu, silindirik yüzeyin bir elemanıdır.
Silindirik yüzey ve iki paralel düzlem arasında snırlanan cisme "silindir" denir. Düzlemler arasındaki her bir doğru, silindrin bir elemanıdır. Bir silindirin tüm elemanlarının uzunluğu eşittir. Silindirin iki düzlemde kısıtladığı bölgelerin her birine de "taban" denir. Silindirin iki tabanı birbirine eştir. Silindirin elemanları tabanlara dikse silindir, dik dairesel silindir olarak adlandırılır. Aksi takdirde eğik silindir olur. Silindirin tabanları birer daire ise silindir bir "dairesel silindir"dir. Eğer silindirin tabanı yoksa bu silindire "açık silindir" denir. Bazı basit tanımlamalarda silindir kavramı, "dairesel silindir" veya "dik dairesel silindir"e de gönderme yapabilir.
Silindirin yüksekliği, silindirin tabanları arasındaki dik uzaklıktır.
İki eşit uzunlukta, aynı hizada ve paralel doğru parçasından birinin diğeri etrafında döndürülmesi sonucu çevrelenen hacmin oluşturduğu silindire "devir silindiri" denir. Bu silindir daima bir dik dairesel silindirdir. Silindirin elemanlarının uzunluğu ve yüksekliği daima başlangıçtaki doğru parçalarının uzunluğuna eşittir.
Dik dairesel silindir.
Günlük hayatta kullanılan silindir terimi genellikle birbirine paralel daire tabanlı, elemanları tabanlara dik bir silindire, "dik dairesel silindir", gönderme yapar. Eğer bu silindir tabanlara sahip değilse (tabanları bir düzlem değilse) "açık silindir" olarak adlandırılır. Bu silindirin yüzey alanı ve hacim formülleri antik dönemlerden beri bilinmektedir.
Bir dik dairesel silindir, aynı zamanda paralel, aynı hizada ve eşit uzunlukta iki doğrunun oluşturduğu bir dönel cisim olarak düşünülebilir.
Yüksekliği çap uzunluğundan büyük bir silindir "iğne silindir", çap uzunluğu yüksekliğinden büyük bir silindir ise "disk silindir" olarak adlandırılabilir.
Özellikler.
Silindir kesiti.
Silindir kesiti, silindirin bir düzlem ile iki parçaya ayrılması sonucu ortaya çıkan iki boyutlu bölgedir. Silindirin en az iki "eleman"ını içine alan kesit, bir paralelkenardır. Eğer bu kesit bir "dik dairesel silindir" üzerindeyse kesit aynı zamanda bir dikdörtgendir.
Silindirin tüm elemanlarına dik olan bir kesit, "dik kesit" olarak adlandırılır. Eğer bir "dik kesit" bir "daire" oluyorsa o silindir de bir "dairesel silindir"dir. Daha genel bir ifade ile eğer bir "dik kesit" bir "konik kesit" (parabol, hiperbol veya elips) ise o silindirin dik kesitinin şekline bağlı olarak "parabolik", "hiperbolik" veya "eliptik" olduğu söylenebilir.
Bir "dik dairesel silindiri" kesit ile ayırmanın pek çok yolu vardır. Öncelikle, kesitler bir tabanı en az bir noktada kesebilir. Bir düzlem, silindiri tek noktada kesiyorsa düzlem silindire teğettir. Slindire dik kesitler daire şeklinde, tabana temas etmeyen diğer kesitler ise elips şeklindedir. Eğer bir düzlem, silindirin bir tabanını tam iki noktada kesiyorsa, bu noktaları birleştiren doğru parçası silindir kesitinin bir parçasıdır. Eğer böyle bir kesit, iki eleman içeriyorsa dikdörtgen şeklindedir. Aksi takdirde silindir kesitinin parçaları bir elipsin parçasıdır. Son olarak, eğer bir kesit tabanı ikiden fazla noktada kesiyorsa, tabanın tamamı ile çakışmış haldedir ve kesit bir dairedir.
Bir dik dairesel silindirde elips şeklinde bir kesit olması durumunda silindir kesitinin eksantriği () ve yarı büyük ekseni (), silindirin yarıçapı () ve sekant düzlemi ile silindir ekseni arasındaki açı 'ya, aşağıda anlatıldığı üzere, bağlıdır.formula_1
Hacim.
Basitçe, yarıçapı ve yüksekliğine sahip bir dairesel silindirin hacmi şu formülle hesaplanır:
formula_2
Bu formül, silindirin dik olup olmamasına bağlı değil, sadece daireselliğine bağlıdır. Cavalieri ilkesine dayanır.
Daha genel kapsamda bir silindirin hacmi, dairesel veya dik olup olmaması fark etmeksizin, taban alanı ile yüksekliğinin çarpımına eşittir. Örneğin yarı büyük ekseni , yarı küçük ekseni uzunluğunda ve yüksekliğine sahip bir dik eliptik silindirin hacmi ile hesaplanabilir. Burada taban alanı , 'ye eşittir.
Dik eliptik silindirin hacmi integral ile de hesaplanabilir. Silindirin "ekseni" pozitif ekseni kabul edilir ve kesit alanıdır.
formula_3
Silindirik koordinat sistemi kullanılarak bir dik dairesel silindirin hacmi de integral ile hesaplanabilir:
formula_4
Yüzey alanı.
yarıçapı ve yüksekliğine sahip bir "dik dairesel silindirin" hacmi üç faktöre bağlıdır:
Üst ve alt taban alanları birbirine eşittir ve basitçe "taban alanı" () olarak adlandırılır. Yan yüzey alanı ise "yanal alan" () olarak bilinir.
Bir "açık silindirin" yüzey alanı, alt ve üst taban içermemesi dolayısıyla basitçe formula_5 ile ifade edilir.
Bir "dik dairesel silindir"in yüzey alanı ise üç bileşenin toplamıdır:
formula_6
Bilinen bir hacimde en küçük yüzey alanına sahip silindiri bulmak için olması gerekir. Benzer şekilde bilinen bir yüzey alanında en büyük hacme sahip silindiri bulmak için de eşitliği sağlanmalıdır. Bu durum sağlandığında ayrıca silindir, bir küpün içine her kenarına teğet olacak şekilde sığabilir.
Bir dairesel silindirin yanal alanı (),
formula_7
formülü ile de bulunabilir. Formülde bir "eleman"ın uzunluğudur ve silindirin taban kısmının çevresidir. Eğer ele alınan silindir ayrıca bir dik silindir ise bu formülden yukarıdaki formül türetilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15890",
"len_data": 6448,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Kara Blok "siyah" giyen, otonom küçük gruplar halinde hareket eden protesto gruplarının adıdır. Kara Blok`un bir çeşit uluslararası organizasyon olarak düşünülmesi sıkça yapılan bir hatadır, oysa kara blok göstericilerin kullandığı herhangi bir taktikten fazlası değildir. Farklı amaca hizmete eden birçok kara blok bulunabilir ama genelde bunlar anarşist, anti-kapitalist, anti-faşist ve küreselleşme karşıtı gruplardır. Siyah giymelerinden dolayı kara blok olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca birçoğu deşifre olmaktan kaçmak, göz yaşartıcı sprey ve biber gazından korunmak için maske takar.
Kara blok`un gelişimi 1980'lerdeki Alman otonom hareketlerine uzanır. Bu dönemde Kızıl Ordu Fraksiyonu için yapılan dayanışma gösterilerinde siyah giymelerine dayanır. Ayrıca polis copundan korunmak, aynı zamanda vücutlarının sıcak kalması için genelde deri ceket giymeleri de buna bir açıklama olabilir. Halihazırda siyah geleneği zaten 1871 Paris Komününün yasını tutmak amacıyla bundan 130 yıl önce başlamıştı.
Kara blok eylemlerde adı gibi blok şeklinde hareket eder, sokaklara dağılır, polisi yanlış yönlendirir.Sonunda barikatlar kurarak polisle çatışmaya girer. Bazı kara bloklar çevreye zarar verip, kargaşa çıkartabilir. Bunlar ciddi zarar verme amacı gütmeyip bütünüyle sembolik eylemlerdir. Zarar verdiği yerler tamamen simgesel anlam taşıyan yerleredir: bankalar, büyük kurumlar, uluslararası büyük şirketlerin binaları, seks dükkânları gibi.
Basın her ne kadar ısrarla kara blokların tehlikeli uluslararası ciddi organizasyonlar olduğunu iddia etse de, kara blok taktik amacıyla bir araya gelmiş bir grup insandan başka bir şey değildir. Genelde de bir liderleri veya belirli üyeleri yoktur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15892",
"len_data": 1696,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.97
}
|
Sefiller (Fransızca: "Les Misérables"; ), Victor Hugo tarafından yazılan tarihi romandır. İlk olarak 1862'de yayınlandı. 19. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul gördü. İngilizce konuşulan ülkelerde başarısız çeviriler nedeniyle genellikle orijinal Fransız ismiyle anılır. Hikâye 1815'te başlar ve 1832'deki Paris Haziran İsyanı'nda son bulur. Birkaç karakterin yaşamını ve birbirleriyle alakasını ele alan roman daha çok eski mahkûm Jean Valjean'ın yaşam mücadelesi ve kefaretini ödemeye çalışmasına odaklanır.
Yasa ve merhametin doğasının incelendiği roman ayrıca Fransa tarihi, Paris'in mimarisi ve kentsel tasarımı, siyaset, ahlak felsefesi, antimonarşizm, adalet, din, ailevi ve romantik sevginin türleri ve doğası gibi konuları özenle ele alır.
Yayınlanmadan önce büyük tanıtımlar yapılan roman için büyük beklenti de oldu. Roman için birçok yorum yapıldı ama çoğu olumsuzdu. Ticari olarak ise roman sadece Fransa'da değil tüm dünyada büyük başarı yakaladı. "Sefiller" aralarında bir müzikal ve müzikalden uyarlanan bir filmin de bulunduğu birçok tiyatro, televizyon ve sinema eserine uyarlanarak büyük popülarite elde etti.
Biçim.
Upton Sinclair romanı "dünyadaki en iyi yarım düzine romandan biri" olarak tanımlar ve Victor Hugo'nun "Sefiller"in önsözünde gayesini belirttiği açıklamasına dikkat çeker:
Hugo romanın sonlarına doğru eserin geniş kapsamlı yapısına açıklama getirir:
Roman birçok altkonuya yer verir ama ana konu dünyada iyilik yapma gücü bulan ama sabıkalı geçmişinden kaçamayan eski mahkûm Jean Valjean'ın hikâyesidir. Roman beş cilde ayrılmıştır, her cilt birkaç kitaba ve bölümlere ayrılmıştır. Toplam 48 kitap ve 365 bölüm vardır. Bölümler nispeten kısadır, çoğu birkaç sayfadan fazla sürmez. Kısaltılmamış Türkçe çevirilerinde yaklaşık 2000 sayfadan ve orijinal Fransız basımında 1900 sayfadan oluşan roman modern standartlara göre oldukça uzundur. Yazılmış en uzun romanlardan biridir.
Hugo'nun kaynakları.
Valjean karakteri için toplumsal sorumlulukları ve hayırseverliğiyle tanınan bir iş adamı olan eski mahkûm Eugène François Vidocq'un hayatından esinlenildi. Vidocq "Bir İdam Mahkûmunun Son Günü" romanı ve "Claude Gueux" hikâyesi için yaptığı araştırmalarda Hugo'ya yardımcı olmuştu. Vidocq 1828'de kendi kâğıt fabrikası çalışanlarından birinin hayatını ağır el arabasını aynı Valjean'ın yaptığı gibi omuzlarıyla kaldırarak kurtardı. Hugo'nun Valjean'ın bir denizciyi kurtardığını anlattığı bölüm ise bir arkadaşının bir kazayı anlattığı mektupla neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır. Hugo romanda Valjean'ın Myriel'de buluştuğunu anlattığı zaman diliminde Digne Piskopusu olan Bienvenu de Miollis'yi Myriel için model olarak kullandı.
1841'de Hugo bir hayat kadınını saldırı için tutuklanmaktan kurtardı. Polislerle arasında geçen konuşmanın bir bölümünü Valjean'ın Fantine'i kurtardığı bölümde kullandı. 22 Şubat 1846'da Hugo bir Düşes ve oğlunun arabalarından acımasızca seyrederlerken ekmek çalan bir hırsızın tutuklanışına şahit oldu. Romanda "M____-sur-M__" diye bahsettiği şehir için örnek aldığı Montreuil-sur-Mer'de birkaç kez tatil yaptı. Hugo 1832'deki ayaklanma sırasında Paris sokaklarında yürürken barikatlar gideceği yönü kapattı ve top ateşinden korunmak zorunda kaldı. 1848 Fransız Devrimi'ne ise doğrudan katıldı, barikatların parçalanmasına, halk ayaklanmasının ve monarşist müttefiklerinin bastırılmasına yardımcı oldu.
Konu.
Jean Valjean ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılmış, birkaç kez kaçmaya kalkıştığı için cezası ağırlaşmış, on dokuz yıl hapiste kalmıştır. Çok kuvvetli bir insan olan Jean Valjean, hapiste iyi duygularını kaybetmiş gibidir. Hapisten çıkınca, mahkûm olduğunu gösteren belge yüzünden herkes ona kötü davranır. Bir piskopos onu evine alır, o ise evden gümüş takımları çalar, fakat yakalanır. Piskopos, şikayetçi olmaz, üstelik ona iki de gümüş şamdan hediye eder; onlardan elde edeceği parayı namuslu adam olma yolunda harcamasını ister. Son olay, Jean Valjean'ın yaşamında bir dönüm noktası olur. Madeleine adıyla iş hayatına atılır, zengin olur, belediye başkanı seçilir. Fantine adında düşmüş, fakat ruhça temiz bir kadını polis şefi Javert'in elinden kurtarır. Javert, birdenbire ortaya çıkan ve kısa sürede zengin olan ve herkesin “Baba” dediği Madeleine'in kim olduğunu merak eder. Madeleine, aranmakta olan Jean Valjean diye başka birisinin yakalandığını öğrenince, kendi yerine suçsuz birinin küreğe mahkûm edilmesine gönlü razı olmaz, polis şefi Javert'e teslim olur. Jean Valjean, zindana atılır fakat yine kaçar. Bu kez Fantine'in kızı Cossette'i büyütüp yetiştirmek ister. Javert, yine peşindedir. Jean Valjean bir manastıra saklanır, Fauchelevent adı ile yaşar. Cossette büyümüştür. Üniversite öğrencisi Marius ile aralarında bir aşk doğar. Jean Valjean, başta Marius'tan hoşlanmaz fakat onu daima korur. İhtilal başlamış, Marius, Cumhuriyetçilerin safında yer almıştır. Cumhuriyetçilerce daha önce esir alınan Javert idam edilecektir. Bu işi Jean Valjean alır ve Javert'i serbest bırakarak kaçmasına göz yumar. Marius çatışmada yaralanır. Ona Jean Valjean yardım eder ve onu savaş alanından alıp lağımdaki labirentlerde gizlenerek evine götürmek üzere uzun süre sırtında taşır. Bu sırada Javert tarafından yakalanır. Marius'u Javert nezaretinde evine götürerek ailesine teslim eder. Valjean son kez evine uğramak ricasıyla Javert'a teslim olur. Javert, Jean Valjean'ı evin bahçesinde bekleyeceğini söyler fakat Jean Valjean geri döndüğünde Javert'i bulamaz. Javert, minnettarlık duygusuyla onu tutuklamaz ve görevini yapmadığı için Seine nehrine atlayarak kendi kendisini cezalandırarak intihar eder. Marius ile Cosette evlenirler. Çok yaşlanmış olan Jean Valjean ölür; başucunda piskoposun kendisine hediye ettiği şamdanlar yanmaktadır. Fransız edebiyatının en önemli romanlarından biri olan Sefiller, romantik akımın etkilerini taşıyan bir eserdir. Bir suçlunun yaşam öyküsünü konu edinen bu eser, birçok dile çevrilmiş, sevilerek okunmuştur. Araştırmacılar, Hugo'nun bu roman üstünde on yedi yıl çalıştığını belirtirler.
Sefiller, Fransız Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından biri olan Victor Hugo'nun en çok okunmuş eseridir. Fransız Edebiyatı'ndan Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Diderot ve benzeri pek çok yazarın benimsemiş olduğu "toplum için sanat" (engagement) anlayışını Victor Hugo bu eserinde romantizm akımı ile birlikte uygular. Victor Hugo'nun romantizm akımını seçmiş olması yine dönem koşullarına göre değerlendirilmelidir; 19. yüzyıl Fransa'sında özellikle Fransız İhtilali (14 Temmuz 1789) sonrasında verilen ölümler ve yaşanan politik karışıklıklar halkın genelini büyük bir yasa sürüklemiştir; bu sebeple de insanlar kendilerini bu şartlardan uzaklaştıracak, duygu yüklü eserlere ihtiyaç duymuşlardır. 18. yüzyılda verilen eserler sadece akla dayandırılmış eserlerdir ve halkın bu isteğine yeterli karşılığı veremez; onların sesini duyurabilmek için romantizm akımı bu dönemde doğmuştur ve Victor Hugo da eserlerini bu akımda vermeyi seçmiştir.
Eserde dönem (19.yy) Fransa'sına pek çok eleştiride bulunulmaktadır. Sefiller, bir nevi toplum aynası görevi görür. Jean Valjean üzerinden ölüm cezasının yanlışlığı gösterilir; Cosette, çocukların işçi olarak çalıştırılmalarını eleştirmek için yaratılmış bir karakterdir; Fantine ise kadınların yaşayışını, ahlaksızlığa itilişini insanlara gösteren bir karakterdir.
Uyarlamalar.
Roman yayınlandığından beri "Sefiller" birçok filme, kitaba, müzikale ve tiyatro oyununa uyarlandı.
Önemli uyarlamaların bazıları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15893",
"len_data": 7500,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.53
}
|
Aile benzerliği, Ludwig Wittgenstein'ın geç dönem felsefesinde kullandığı önemli bir analoji olup kelimelerinin anlamları üzerine nasıl düşündüğümüzü açığa kavuşturmak için kullanılmıştır.
Wittgenstein, ilk eseri Tractatus Logico-Philosophicus'ta dil ve dünya arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmış ve önermelerin "gerçeğin resimleri" oldukları sonucuna varmıştır. Önermelerin sadece gerçeği temsil ettikleri zaman anlamlı olabildiklerini söylemiş ve onları belli konuların resimleri olarak görmüştür. Bu teori sayesinde o ana kadar birçok filozofun konuştuğu konuların anlamsız ve gereksiz kılınmış olmasına rağmen daha sonraki döneminde insan dillerinin "bulanıklılığı" nedeniyle bu fikir konusunda şüphelere kapılmıştır. Bir kelime birçok değişik anlama gelebildiği için, günlük yaşamda anlamı pek çok kez bağlamdan çıkarırız. Bu sebepten her ne kadar kelimeleri nesnelere, fikirlere, duygulara, vs. yapıştırdığımız etiketler gibi görsek de bu Wittgenstein'a göre hatalı bir görüş olup kelimenin anlamının toplandığı tek bir merkez arama eğiliminden kaynaklanmaktadır. Asıl anlamı bulmak için karmaşık bir benzerlikler ağında dolaşmak gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15894",
"len_data": 1151,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.36
}
|
Analoji ya da andırışma; iki farklı şey arasındaki benzerlik veya benzerliklerden hareket edilerek birincisi için dile getirilenlerin diğeri için de söz konusu olduğunu ifade etmektir (çıkarım). Astronomi, antropoloji, psikoloji gibi daha çok benzetmeler yoluyla sonuca gitmek zorunda kalınan bilgi dallarında kullanılan bir problem çözme/sonuca ulaşma ve akıl yürütme yöntemidir. Ulaşılan sonuçlar, gözlem ve deneyle kanıtlanmadıkça ihtimaliyet düzeyinde kalır.
Analojide benzetme ilişkinin muhakeme edilmesini gerektiren analoji türüdür. Basit bir dille açıklamak gerekirse "a:b=c:d" ifadesinde belirtilen (kuş:tüy=köpek:?) ilişkinin kurulmasını gerektirir. Yapısal teoride benzerliğin kurulması benzerliğin anlaşılmasını sağlayan kurallarla ilgilidir. Temsil edilen bilginin sözdizimi kuralları bu kurallara bağlıdır. Soyutlanmış yüklemler yerine, üst düzey ilişkilerin kullanılarak yapıldığı planlamalar tercih edilir. Pragmatik teori ise analojiyi, amacı doğrultusunda ele alır. Amaç bilinmeyenin bilinenler ile benzeştirme yoluyla anlaşılır kılınmasıdır.
Pragmatik teoride ana etken bir kaynaktan hedefe doğru planlanırken bilginin amacı anlaşılır olmasıdır. Analoji farklı planlamalar gerektirebilir. Bu nedenle kaynak analogtan hedef analoga transfer edilen şeyin ne olduğu çeşitli faktörlerle belirlenir.
Örneğin deprem oluşumu yaydaki gerilimin boşalması ile şu şekilde anlatılır;
Analoji yapılırken benzerliğin uymayan yönünün belirtilmesi gereklidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15895",
"len_data": 1462,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.04
}
|
Buca, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. Kuzeyinde Konak, kuzeydoğusunda Bornova, doğusunda Kemalpaşa, güneyinde Torbalı, güneybatısında Menderes, batısında Gaziemir ve Karabağlar ilçeleri bulunmaktadır. 523.193 kişilik nüfusla İzmir'in en kalabalık ilçesidir..
Buca'da antik çağdan bu yana bir yerleşimin olduğu bilinmektedir. Buca MÖ 130'lara uzanan tarihi, birçok uygarlığa tanıklığı ile bir kültür ve tarih beldesidir. Buca, tarihsel geçmişi ile bünyesinde birçok eser barındırır.
Etimoloji.
İznik Devleti Kralı III. İoaanis'in 1235 yılında Kohi denen ve Kral Yolu yakınında bir yerleşim alanından bahsettiği yerin Buca olarak değiştiği, Kohi adının daha sonra Gonia, Bugia ve Buca'ya dönüştüğü düşünülmektedir. Bizanslılar döneminde ise bugünkü yerleşim yerinde Vuza, Uza ya da Vuzas isimli bir toprak sahibinin yaşadığı, yerleşim yeri isminin değişerek zamanla Buca olduğu varsayımı da vardır. Ayrıca İtalyancada BUCA kelimesi çukur anlamına gelmektedir. Buca'nın fiziki olarak çukur bölgede oluşu da, ismin buradan geldiği fikrini kuvvetlendirmektedir.
Tarihçe.
Buca adı ilk kez 1688 yılında Fransız Konsolosluğu kayıtlarında görülmüştür. Bu yılda bir deprem olmuş, Fransız Konsolosluğu Buca'ya taşınmıştır. MÖ 1102'de Eolyalıların şehri almalarına kadar yerli halkın oldukça rahat bir hayat yaşadığı kabul edilir. MÖ 727 yılına kadar İyonyalılarla çekişen Eolyalılar, bu tarihten sonra şehri İyonyalılara bırakmıştır. Bir süre sonra güçlenen Lidyalılar, MÖ 628 yılında İzmir'i almıştır. Bu tarihlerde İzmir şehri dağılmış, halk civarda bulunan küçük yerleşim alanlarına geçmeye başlamıştır. Bu değişim, bugün gördüğümüz İzmir dolaylarındaki birçok yerleşim alanının ilk temellerini atmıştır. Bunlar arasında Buca'yı da sayabiliriz.
Buca'da antik çağdan bu yana bir yerleşimin olduğu bilinmektedir. 1868 yılında Buca'nın kuzeydoğusunda antik döneme ait büyük bir kadın büstü ortaya çıkarılmış olup, bu büst hâlen Londra'daki İngiliz Müzesi'nde sergilenmektedir.
Ayrıca Buca ve Kangölü çevresinde Bizans Haçı kabartmaları bulunan sütun başlıkları, antik “ARTEMİS MABEDİ”ne ait olduğu sanılan mermer yer döşemeleri, Forbes Köşkü çevresinde Bizans sikkeleri, Gürçeşme (Kançeşme) yolu üzerinde Roma Kalesi kalıntıları da antik çağda bu yörede gelişmiş toplumların yaşadığını ortaya koymaktadır. İyon saldırısı sırasında Buca'ya yönelen halk, Dereköy, Kangölü ve Kozağacı yörelerine yerleşmiştir. Yakın tarihimizde Buca'nın bir Rum köyü olduğu, aynı dönemde Rumlar, Yahudiler ve Türklerin bir arada yaşadığı, Avrupalı işadamları ile ailelerinin de Buca'da yaşadıkları, bunun beldenin gelişme ve zenginleşmesinde önemli bir etken olduğu belirtilmektedir. Osmanlı Devleti döneminde 1872 yılında Buca'nın ünlü üzümlerini Alsancak Limanı'ndan tüm dünya pazarlarına ulaştırmak için Buca'nın merkezine Buca Tren İstasyonu inşa edilmiştir. İstasyon günümüzde atıl durumdadır ve kullanılmamaktadır.
Buca, Rumlar, Yahudiler ve Türklerin bir arada yaşadığı, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Hollanda şirketleri ile daha çok ticari ve sınai ilişkiler çerçevesinde oluşan Levanten Grubu'nun sayfiye yeri olarak yerleştiği bir belde özelliğini yakınçağ öncesinde taşımaya başlamıştır.
Buca MÖ 130'lara uzanan tarihi, birçok uygarlığa tanıklığı ile bir kültür ve tarih ilçesidir. Zengin doğa ve kültür mirasını, nüfus artışına ve günümüz yaşam biçiminin ortaya çıkardığı tüm etkenlere karşı koruyabilmiştir. Bu nedenle bugün Buca'da geçmişten günümüze kadar gelen bir tarihi görüntü sergilenmektedir. Buca'da yaşam, her şeyden önce zengin bir tarih, kültür ve doğa mirası ile iç içe bir yaşam olarak nitelendirilmektedir. Buca, tarihsel geçmişi ile bünyesinde çok önemli ve günümüzde de yaşayan eserler barınağıdır. George King Forbes, Gout, Prenses Borghese, Kont Dr. Aliberti, De Jongh, Dimostanis Baltacı Malikaneleri, tarihi İngiliz Protestan Kilisesi, Su Kemerleri, Buca'da yaşamış ve ölmüş birçok ünlü ailelerin mezarları, dar sokakları ve bugün bile birçok mimara ilham kaynağı olan Rum Evleri, ilçeye gelenlerin ilgisini çeken yapıtlardır.
9 Eylül 1922'de İzmir dolayısıyla Buca, Yunanlardan geri alınınca buradaki Rumlar bölgeyi terk etmiştir. 1922 yılına kadar Buca'nın nüfusu genellikle İngiliz, Rum ve Hollandalılardan oluşmakta idi. Buca, Cumhuriyetin ilanından sonra (29 Ekim 1923 - Türkiye'de cumhuriyetin ilanı) çok hızlı bir gelişme göstermiş ve bu dönemde göçmen kitlelerin ilçede yerleşimi devam etmiştir. Buca, 4 Temmuz 1987 yılında yürürlüğe giren 3392 sayılı yasa ile ilçe olmuştur. Buca, İzmir'in en kalabalık ilçelerindendir.
Coğrafya.
Buca, İzmir'in 9 kilometre güneydoğusunda kurulmuştur. Nif Dağı'nın güney eteklerine yerleşmiştir. Yüzölçümü 178 kilometrekare, denizden yüksekliği 38 metredir. Buca'nın kuzeyinde Konak, kuzeydoğusunda Bornova, doğusunda Kemalpaşa, güneyinde Torbalı, güneybatısında Menderes, batısında Gaziemir ve Karabağlar ilçeleri bulunmaktadır. Buca, İzmir'in en eski yerleşim yerlerinden biridir. İlçenin kırk yedi mahallesi vardır. Bütün yerleşim birimleri ovada kurulmuştur. Buca'da çarpık kentleşme pek görülmemektedir. Güven, Yiğitler, Efeler, Ufuk, Dumlupınar, Menderes, Valirahmibey, İnkılap, Evka-1 gibi en büyük mahalleleri düzgün kentleşmiş; Gediz gibi dışta kalan mahallelerinde ise çarpık kentleşme görülmektedir.
Buca düz ve verimli topraklara sahiptir. Tınaztepe, Tıngırtepe, Zeytintepe, Koşutepesi ve Karacaağaç gibi tepeleri de vardır. Nif Dağı'ndan doğan Meles Çayı, Şirinyer'den geçer ve Halkapınar'da denize dökülür.
Buca'ya bağlı, Kaynaklar beldesinin yanı sıra, Kırıklar, Karacaağaç ve Belenbaşı adında üç köyü yeni kanunla birlikte mahalle statüsü kazanmıştır.
Nüfus.
Buca, bugün nüfus artışı yönünden Türkiye'nin en hızlı gelişen ilçeleri arasında yer almaktadır. Son nüfus sayımına göre 1990 yılında 1980 yılına göre %97'lik artış oranı ile metropol düzeyde en hızlı gelişen ilçe olmuştur. İlçeye göç günümüzde de sürmektedir. 1950'li yıllarda doğudan batıya doğru başlayan göçler, Buca'yı da etkisi altına almıştır. Ayrıca ilçede Evka 1, İzkent, Ege-Koop, Buca Koop konutlarının bulunması ve birçok fakültenin kurulması ilçeye göçü son yıllarda daha da hızlandırmıştır. 1990 yılında 203.383, 1997 yılı itibarıyla 285.250 olan nüfus 2014 yılında 461.761 kişiye ulaşmıştır. İzmir'in en kalabalık ilçesidir.
Spor.
Buca, spor açısından büyük zenginliğe sahip bir ilçedir. Buca'da spor yapmak ve izlemek için birçok spor alanı bulunmaktadır. En dikkat çekeni 2008 yılında yapılan ve Bucaspor'un maçlarına ev sahipliği yapan Yeni Buca Stadyumu'dur.
At yarışları açısından Buca, Türkiye'de çok önemli bir yere sahiptir. 1856'dan beri hipodromda at yarışları düzenlenmektedir. Ayrıca ilk gece at yarışları da Şirinyer Hipodromu'nda gerçekleştirilmiştir.
Spor alanlarının başlıcaları:
Buca'nın spor takımlarından en tanınanı Bucaspor'dur. Futbol takımı Yerel Amatör Ligde bulunmaktadır. Basketbol ve voleybol alanında amatör seviyede faaliyet göstermektedir. Buca ilçesi, Bucaspor'un altyapı takımı ile de Türkiye'nin en iyi altyapılarından birine sahiptir. Bucaspor Futbol Akademisi ülke bazında önemli dereceler elde etmektedir.
Spor takımlarının başlıcaları:
Eğitim.
Eğitim ve öğretim olarak Buca oldukça zengindir. İlçedeki okuma yazma oranı %99'dur. İlçe nüfusu içindeki okuma yazma bilmeyenlerin oranı ise %0,12'dir. İlk, orta ve lise düzeyinde eğitim veren 56 okul 2 tane Endüstri Meslek Lisesi bulunmaktadır. (Buca Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi) ve (İESOB Teknik İtfaiye Meslek & Endüstri Meslek Lisesi) Ayrıca son yıllarda üniversite düzeyinde büyük gelişmeler gözlenmektedir. İzmir'de bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi'ne bağlı Buca Eğitim Fakültesi, Mühendislik Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Hukuk Fakültesi, İşletme Fakültesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adalet Yüksek Okulu, Yabancı Diller Yüksekokulu, Manisa Spor Akademisi'ne bağlı Beden Eğitim Bölümü de Buca'da eğitim hizmeti veren okullar arasında yer almaktadır. Yapımı tamamlanan Dokuz Eylül Üniversitesi Tınaztepe Kampüsü ile birlikte Buca bir anlamda 'fakülteler ilçesi' olmuştur. Bu arada öğrencilere bilgi takviyesi amacıyla ilçede özel dershaneler, sürücü kursları, eğitim öncesi ve sonrası için hizmet veren çok sayıda kreş, ana okulu vardır. Bunun yanında Buca'da Kıbrıs Şehidi olan Yüzbaşı Cengiz Topel'in adının verildiği okullar, sokaklar ve caddeler vardır.
Altyapı.
İzmir Çevre Yolu ve İzmir-Aydın Otoyolu ilçeden geçmektedir. İlçeye ulaşım İZBAN trenleri ve ESHOT otobüsleri ile sağlanmaktadır. İzmir Metrosu'nun yapımı devam eden M2 hattı Buca'dan geçmektedir. İlçede iki Bisim istasyonu bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15898",
"len_data": 8571,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Çeşme, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Urla ilçesi; kuzeyinde, batısında ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. Nüfusu 2024 yılı itibarıyla 50.828 kişidir. Tarihteki on iki İyon kolonisinden biridir.
Tarihçe.
Pausanias'a göre, Erythrai (Ildırı), Giritliler tarafından kurulmuştur. MÖ 7. yüzyılda tiranlar tarafından yönetilen kent MÖ 560 tarihinde Lidya egemenliğine girmiştir. Kent, İskender tarafından özgürlüğüne kavuşturulana dek Pers egemenliğinde kalmıştır. Kentte yapılan arkeolojik çalışmalarda, MÖ 7. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Athena Tapınağı ve Tiyatrosu açığa çıkarılmıştır.
Çeşme yöresi, 11. yüzyıl sonlarında Türk denizcisi Çaka Bey ile Türk egemenliğiyle tanışmıştır. Osmanlı egemenliğine geçişi, 14. yüzyıl sonlarındadır. Bilinen Osmanlı eserlerinden biri Çeşme Kalesi'dir. Çeşme ve çevresinde yapılan kazılarda elde edilen eserler Çeşme Kalesi içindeki müzede sergilenmektedir. Kaleye ek olarak bir de kervansaray bulunmaktadır.
1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Çeşme'de yaşayan kişi sayısı 30.702 idi. Bu tarihte Çeşme nüfusunun %88'i yani 26.826 kişi Rumlardan oluşmaktaydı. Türklerin oranı ise %12 idi.
Coğrafya.
Çeşme, İzmir ilinin batısında, Urla Yarımadası üzerinde yer alan bir ilçedir. İlçenin doğusunda Urla ilçesi; kuzeyinde, batısında ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. Batısında yer alan Sakız Adası ile arasında Sakız Boğazı yer alır. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 5 metredir. Yüzölçümü 285 km²'dir.
Ekonomi.
İlçede ekonomik yapıyı turizm belirlemektedir. İç ve dış turizm açısından ülkenin sayılı merkezlerinden biridir. Yarımadanın ilk antik yerleşim yeri olan Ildır (Erythrai), ilçede yer almaktadır.
Kültür.
Turizm.
Çeşme Kalesi ve Müzesi.
Çeşme'nin en çok ziyaret edilen tarihî eseri II. Beyazıt'ın yaptırdığı kale bugün müze olarak kullanılmaktadır. Çeşme kalesi ise, 1508 yılında Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından, Aydın Valisi Mir Haydar aracılığıyla, Mimar Ahmet oğlu Mehmet'e yaptırılmıştır. Kalenin ilk inşaatı tam deniz kıyısına yapılmıştır. Ancak, sonraki yıllarda denizin doldurulması sonucu bugünkü konumunu almıştır. Kale ve liman, ticaret ve savaş gemilerini kötü hava koşullarına ve düşman saldırılarına karşı korumaktaydı. Kalenin güney kapısı, Osmanlı mimarisinin bütün özelliklerini taşımaktadır. Günümüze kadar çok iyi bir şekilde korunarak gelen kale içinde Çeşme Arkeoloji Müzesi yer almaktadır.
Çeşme Müzesi ilk defa 1965 yılında İstanbul Topkapı Müzesi'nden getirilen silahlarla silah müzesi olarak ziyarete açılmış olup, 1984 yılına kadar böyle devam etmiştir. Müzede bulunan silahlar salondaki aşırı nemden dolayı oksitlenerek bozulmaya başladığından, İzmir Arkeoloji ve Ödemiş müzelerine devredilmiştir. Aynı teşhir salonu düzenlenerek 1964 yılından beri devam eden Ildırı (Erythrai) antik şehrinde yapılan kurtarma kazılarından elde edilen eserler sergilenmektedir.
Kervansaray.
1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan iki katlı kervansaray, tipik Osmanlı dönemi kervansaraylarından biridir. Bir benzeri de Kuşadası'nda (Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı) bulunan yapının mimarı, Ali Pabuççu'nun oğlu Ömer'dir. "U" biçiminde bir plana sahip olan yapının ortasında geniş bir avlu, bu avlunun çevresinde de dükkân, depo ve odalar yer almaktadır. Merdivenle birinci kata çıkılır, burası da biçim bakımından zemin katına benzer. Zamanında kervansarayın misafirleri özellikle yabancı tüccarlarmış. Bunlar mekanı ya hayvanlarıyla geceyi geçirebilecekleri bir konut ya da şehirlerde mallarını koyacak ve satacak bir yer olarak kullanırlarmış. Bu kervansarayın restorasyonu tamamlanmış olup günümüzde otel olarak hizmet vermektedir.
Erythrai, Çesme merkezine 27 km uzaklıkta küçük adacıkları olan güzel bir koyun üzerinde kurulmuştur. Arkeolojik kalıntılarda MÖ 3000'de Erythoros yönetiminde olan kolonistler tarafından kurulduğu anlaşılmaktadır. Şehrin kuruluşunu takiben bir süre krallıkla yönetildiği bilinmektedir. MÖ 7. yüzyılda İyon şehirleri arasında oluşturulan dini ve siyasi birlik olan "Panionion" a girmiş ve tarihteki on iki İyon kolonisinden biri olmuştur. Pers egemenliğinden kurtulmak için gerek Yunanistan'daki gerekse Anadolu'daki şehirler zaman zaman girişimlerde bulundukları bilinmektedir. Nitekim Erythrai de Yunan donanmasının yakılması ve başarısızlıkla sonuçlanan Lade Deniz Harbine (MÖ 494) katılmışlar ve daha sonra Attik-Delon Deniz birliğine de üye olmuşlardır. MÖ 4 yüzyılda Karia'daki Pers satrap Mausolos ile de dostane ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Öyle ki Erythrai'liler Mausolos'a duydukları şükran hissinin bir ifadesi olarak onun Tunç'tan yapılma, altın saçlı heykelini Agora'ya dikmişlerdi. Perslerle Mausolos dolayısıyla olan bu yakınlaşma, Erythrai'lilerle büyük ilişkileri bulunan Atameus Kralı Hermias'ın MÖ 345'te Perslere karşı harekete geçmesiyle bozulmuştur. Erythrai otonomisini kaybetmiş, ancak MÖ 334'te İskender'in şehri almasıyla bağımsızlığa kavuşmuştur. Erythrai hakkında milattan sonraki asırlara yönelik pek bilgi bulunamamaktadır. Önemini yitirdiği için, Bizans egemenliğinde köy hüviyetine girmiştir. On birinci asra kadar Ephesos metropolitine bağlı piskoposluk şeklinde görülen Ertyhrai'nin Çaka Bey'den sonra Türk egemenliğine girdiği bilinmektedir. Kesin olarak Türk egemenliğine girdiği 1336'dan sonra Erythrai, Erythre, Rhtrai, Lythri şeklinde isim değişikliklerine uğrayan bu yerleşim yeri, 16.yüzyıldan sonra İlderen ve Ildırı halini almıştır.
Ildırı'da gözle görülen kalıntıların başında şehir surları gelir. Bunun yanında akropolis, kuzeyinde tiyatro ve yapılan kazılarda ortaya çıkan Hellenistik ve Roma Döneminden kalma villa yapıları, Arkaik Döneme ait Athena tapınağı, Bizans döneminde inşa edilmiş kilise, Cennettepe olarak adlandırılan yerde Roma villası ve mozaikleri, Geç Roma-Bizans Döneminde inşa edilmiş hamam yapısı görülebilir. Ildırı antik şehrinde yapılan kazı ve araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılan askeri ve sivil yapıları ziyaretçiler ücretsiz olarak ziyaret etmektedirler.
Çeşmeler.
Çesme'nin tipik Ege mimarisi özelliklerine sahip pek çok yapısının yanı sıra, adını aldığı Osmanlı dönemi çeşmeleri de, bu mimari zenginliğine ayrı bir değer kazandırır. İlçe merkezi planında yerleri belirlenen bu çeşmelerden Anonim Çeşme 1792 yılında, Kaymakam Sadık Bey Çeşmesi de 1885 yılında yaptırılmıştır.
Dalyanköy.
"Eski Camii" olarak da anılan yer, Çeşme ilçe merkezinin 2 km kuzeyindedir. Bizans egemenliği sırasında I. Kılıç Arslan'ın kayınpederi Emir Çaka, yarımadayı ele geçirince, 1081 yılında Çeşme'ye gelmiş ve Oğuz Boyundan gelen Türkleri bu merkeze yerleştirmiştir. Hâlen bir cami kalıntısı ve geniş mezarlığıyla 11. yüzyıl Türk yerleşmelerine ait ilginç bir örnektir.
Ilıca.
2 km'ye yakın uzunluktaki geniş ve beyaz kumlu plajları, nitelikli konaklama tesisleri ve termal olanaklarıyla Çeşme popüler bir turizm merkezidir. Denizin içinden kaynayan sıcak termal sular, Ilıca plajını ve yöredeki diğer plajları büyük birer termal havuz haline getirir.
Ilıca'daki büyük, küçük konaklama tesisleri, yoğun turist kapasitesinin ihtiyacını karşılayabilecek durumdadır. Birçok küçük otel ve pansiyonlar da bile kaplıca suyu vardır. Çeşme plajlarının ve özellikle Ilıca plajının en önemli özelliklerinden biri de, kıyıdan denize doğru yaklaşık yüz metrelik bir şeridin insan boyunu geçmeyecek derinlikte olmasıdır. Özellikle termal kaynaklarla beslenen sığ sularda, ultraviyole ışınlarının insan sağlığına çok daha fazla yararlı olduğu bilimsel bulgularla kesinleşmiştir. Bunların yanı sıra, bu plajlardan çocukların yararlanma olanakları sağlık ve can güvenliği bakımından elverişlidir.
Eğitim.
İlçede 13 ilköğretim okulu, 5 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 4.532 öğrencinin eğitim gördüğü okullarda, 247 öğretmen görev yapmaktadır.
Altyapı.
Sağlık.
Sağlık hizmetleri 1 devlet hastanesi, 1 özel hastane, 2 sağlık ocağı, 1 sağlık evi tarafından verilmektedir. Bu kurumlarda 27 doktor, 4 sağlık memuru, 26 hemşire ve 28 ebe görev yapmaktadır.
Ulaşım.
Çeşme, İzmir'in merkezine Otoyol 32 ve D 300 ile bağlıdır. Çeşme Limanı'ndan Trieste'ye Ro-Ro seferleri, Sakız Adası'na ve Atina'ya ise feribot seferleri düzenlenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15899",
"len_data": 8132,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.38
}
|
Dikili, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Bergama ilçesi, kuzeyinde Balıkesir ili, batısında ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır.
Tarihçe.
İlçede yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda Dikili'nin MÖ 5000-MÖ 4000 yıllarına kadar uzanan bir geçmişi olduğu anlaşılmıştır. Ağıl Kale ve Kale Tepe ilk yerleşim merkezlerindendir. Arkeolojik bulgular sonucunda bu bölgede Akaların yaşadığı ve kente Aternagus denildiği ortaya çıkmıştır. İlkçağda Lidyalılar, İranlılar, Frikyalılar, Mysialılar ile Romalılar ve Bergamalılar Orta Çağ'da ise Bizanslılar, Cenovalılar, Selçuklular ve Osmanlılar Dikili'ye hakim olmuşlardır. Bu kadar çok uygarlığın yaşadığı Dikili; Aristo, Hermos, August, İskender gibi ünlü kişileri tarihi süreçte ağırlamış; Aterneus, Astria, Teutronia gibi kent ve siteleri topraklarında barındırmıştır.
Karaosmanoğullarının bölgede çiftlik kurup burada dikmelik yetiştirmesi ile "Dikmelik" adını alan ilçe, daha sonra "Dikili" diye isimlendirilmiştir. Doğal güzellikleri açısından Merdivenli köyünde bir doğal göl, Demirtaş ve Deliktaş köylerinde de çamlık ve tarihi mağaralar bulunmaktadır. İlçeye bağlı Çandarlı önemli bir turizm potansiyeline sahiptir. Dikili'nin tarihsel geçmişi oldukça eskilere gider. Antik yerleşim yeri Pitane'de elde edilen eserler Bergama Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Osmanlı döneminde II. Murat'ın ünlü Sadrazamı Çandarlı Halil Paşa, Çandarlı Kalesi'ni yeniden yaptırmıştır.
Coğrafya.
İzmir'in kuzeyinde yer alan Dikili'nin il merkezine uzaklığı 120 kilometredir. İlçenin doğusunda Bergama ilçesi, kuzeyinde Balıkesir ilinin Ayvalık ilçesi, batısında ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 534 km²dir.
Merdivenli ve Denizköy'de bulunan krater gölleri ile mağaraları ve Madra Çayı'na dayanan ormanları ilçenin doğal zenginlikleri arasındadır.
Plaj Uzunluğu: Dikili Plajı 20 km, Çandarlı Plajı ise 22 km uzunluğundadır.
Ekonomi.
İlçede ekonomi tarıma dayanmaktadır. Tütün, pamuk, zeytin üreticiliği ve seracılık yapılmaktadır. Dikili Limanı, turizm açısından ilçenin önemli bir gelir kaynağıdır. Temiz plajları, termal kaynaklarının zenginliği, iç ve dış turizm açısından önemlidir.
Kültür.
Aterneus.
Bergama-Dikili karayolunun Dikili yol ayırımına yakın bir yerde (Ağılkale) bulunur. Aterneus Kalesi'nin yapım tarihi Pergamon'dan daha eskidir ve tunç devrine dayanmaktadır. 14 hektar alan üzerinde kurulmuş olan Dikili Aterneus Kalesi'nde bulunan en eski malzeme M.Ö. 1200 tarihine kadar gitmektedir. Münih Üniversitesi Öğretim Üyesi Jeofizik Uzmanı Dr. Albrecht Matthaei başkanlığında yapılan yüzey kazılarında, kazılmadan yüzeyde ne varsa o ortaya çıkarılmıştır. Alanda seramik araştırmaları yapılarak buradaki kentin tüm kronolojisini bulunmuştur. Bu bulgulara göre; M.Ö. 1200 yılından 2. yüzyıla kadar kentte kesintisiz bir yerleşmenin olduğu ve bundan sonra kentin terk edildiği, M.S. 13. yüzyıla kadar harabe olarak kaldığı, daha sonra buraya Bizansların geldiği anlaşılmaktadır. Kent M.Ö. 4. yüzyılın ikinci yarısında çok büyümüş ve kentin diğer kentlerle ilişkisi sınırlı, içine dönük olarak kalmış, kendileri ürettikleri malzemeleri kullanıp diğer kentlerle alışveriş yapmamışlardır. Daha sonra ne olduğu anlaşılamadan her yerden mal almaya başlamışlardır. Surların genişliğinden kentin çok büyük olduğunu anlıyoruz. Kentin ören yeri 177 m yükseklikteki Kaletepe üzerinde bulunmaktadır. Dr. Matthaei bu tepenin yamaçlarının evlerle dolu olduğunu belirterek; "Buranın M.Ö. 2. yüzyılda sivrisinek ve sıtma yüzünden terk edilmiş olabileceğini, bu konuda jeomorfologların araştırma yaptığını söylemiştir. İnsanlar buradan ayrıldıktan sonra burada harçsız yapılan surlar zamanla toprak hareketleri, doğa olayları ile kendiliğinden harabe haline dönmüş ve kayan topraklar ve taşlar evlerin üzerlerini kapatmıştır. Helenistik dönemde yapıldığı için önemli bir yerdir ve Helenistik dönem bütün ayrıntılarıyla burada yaşamaktadır.
Pitane (Çandarlı).
Dikili'nin güneyindeki Çandarlı Körfezinin kuzey kıyısında yer alan bir yerleşim yeridir. Eoılı kenti olan Çandarlı'nın Akropukin'de gerçekleştirilen kazılarda "Myken Keramiği", M.Ö. 625-500 yıllarına dayanan vazolar, küçük yapıtlar ve arkaik heykel bulunmuştur. Bu eserler günümüzde İstanbul ve Bergama Arkeoloji Müzelerinde sergilenmektedir.
Çandarlı'nın 13 ya da 14. yüzyıllarda yapıldığı bilinen görkemli kalesi Türkiye'nin en iyi korunmuş kalelerinden biridir. Çandarlı (Pitane) yöresinde söylenceye göre Amazon kadın savaşçılar yöreye egemen olmuşlar ve Pitane başta olmak üzere birçok kıyı kentin kurucusu olmuşlardır. Anlamı “kadın kenti, kraliçe kenti” olan Pitane sözcüğü de buradan gelmektedir.
Türkler, Çandarlı'ya Asar ve Hisar gibi adlar da vermişlerdir. Dünya Mirası Geçici Listesinde Yer alan Çandarlı Kalesi:
2013 yılında “Ceneviz Ticaret Yolu’nda Akdeniz’den Karadeniz’e Kadar Kale ve Surlu Yerleşimleri” kapsamında Dünya Miras Geçici Listesi'ne alınan 7 kaleden 2'si İzmir İlindedir. Cenevizliler döneminde önemli bir ticaret limanı olan ve kentin savunmasında önem taşıyan Foça Kalesi ile sağlamlığı ve görkemli yapısıyla dikkat çeken Çandarlı Kalesi listeye girmiştir ve asıl listeye alınması yönünde çalışmalar devam etmektedir.
Çandarlı Kalesi'nin bulunduğu alan arkaik dönemden kalmadır, fakat kalenin yapım tarihi tam olarak belli değildir. 13. ve 14. yüzyılda Cenevizliler Foça'da hâkimiyetlerini sürdürürken Çandarlı'yı da kontrol altına alıp bu limanı ticaret amacıyla kullanmışlardır.
Doğal zenginlikler.
Nebiler Şelalesi: Nebiler Köyü ve Şelalesi, barındırdığı küçük şelaleleri, düdeni ve güzel trekking parkurları ile özellikle genç turistlerin doğa yürüyüşü ve trekking aktiviteleri için büyük ilgi odağıdır.
Dikili Atatürk Botanik Bahçesi: Tropik bölgelerden Alp dağlarına kadar çok geniş bir coğrafyaya ait pek çok bitki türünü barındırır. Yaklaşık üç bin bitki çeşidinin yarattığı renk cümbüşü ile ziyaretçilerine keyif veren güzelliği ve zenginliği dünyaca bilinir.
Burası, Türkiye'nin en yetkin ve uluslararası nitelikteki tek botanik bahçesidir. Arbeterum'da yüzlerce ağaç ve çalı türü yetiştirilmektedir. Ayrıca kurutulmuş bitki örneklerinin korunduğu ve üzerinde bilimsel araştırmaların yapıldığı bir Herbaryum Merkezi de yer almaktadır. Atatürk'ten Latin alfabesi dersi alan doğa aşığı merhum Macit Ersoy'un Dikili'de oluşturduğu botanik bahçesidir. Dikili Belediyesi'nin gösterdiği otuz hektarlık alanda çalışmalara başlayan bitki araştırmacısı Ersoy, gezdiği tüm ülkelerden getirdiği bitki tohumlarını yetiştirerek Türkiye'nin kamuya açık ilk botanik bahçesini oluşturmuştur.
Ilıcalar.
Nebiler Ilıcası: Hamam bölümünde sıcaklık 57 derece, açık kaynakta 53 derecedir. Suyunda hidroasenat bulunan ılıca ağrı dindirici, kısmi felç, böbrek taşı, kum, romatizma, kadın hastalıkları, cilt hastalıkları ve damar tıkanıklıklarına iyi gelir.
Çamur Ilıcası: Ilıca çamur banyosu yapıldığı için bu adla anılıyor. Su sıcaklığı 47 derece olup, kaynakta 72 derecedir. İçinde, erimiş silisyum ve birçok mineral bulunur. Ağrı, sızı, romatizma ve cilt hastalıklarına birebir şifadır.
Bademli Deniz Ilıcası: Yaz-Kış burada hem denize hem ılıcaya girebilirsiniz. Bademli ılıcasının kaynak sıcaklığı 65 derece, deniz ve açık kaynar sıcaklığı 42 derece dolayındadır. Hidroasenat ve arsenik bulunan suyun ağrı, sızı, romatizma, böbrek taşı ve cilt hastalıklarına iyi geldiği bilinmektedir.
Kaynarca: Su sıcaklığı kaynama ve buharlaşma noktası olan 100 dereceyi bulur.
Kocaoba Ilıcası: Bu ılıcanın su sıcaklığı 45-56 derece arasındadır.
Eğitim.
İlçede 31 ilköğretim okulu, 3 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 3759 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 214 öğretmen görev yapmaktadır.
Altyapı.
İlçe Sağlık Grup Başkanlığına bağlı olarak Dikili Merkezde 2, Çandarlı Kasabası ile Kabakum ve Bademli köylerinde birer olmak üzere toplam 5 adet Sağlık Ocağı Mevcuttur. Kocaoba, Salihler, Deliktaş ve Denizköy köylerinde birer adet sağlık evi bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15900",
"len_data": 7907,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Kemalpaşa, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında Bornova ve Buca, güneyinde Torbalı ve Bayındır ilçeleri, kuzeyinde Manisa ilinin Yunusemre ve Şehzadeler ilçeleri, doğusunda ise Turgutlu ilçesi bulunmaktadır.
Tarihçe.
Kirazıyla meşhur bu ilçenin eski adı Nif'tir (Nymphaion). 8 Eylül 1922 akşamı Mustafa Kemal Paşa'nın bu bölgede konaklamasından dolayı ismi sonradan değiştirilerek Kemalpaşa olmuştur.
Coğrafya.
İzmir'in doğusunda yer alan Kemalpaşa'nın batısında Bornova ve Buca, güneyinde Torbalı ve Bayındır ilçeleri, kuzeyinde Manisa ilinin Yunusemre ve Şehzadeler, doğusunda Turgutlu ilçeleri bulunmaktadır. İlçe 681 km² yüzölçümü ve 48 mahallesi ile İzmir ilinin en büyük ilçeleri arasında yer alır.
Eğitim.
İlçede bulunan okullar aşağıda listelenmiştir.
Altyapı.
İzmir-Basmane – Manisa – Afyonkarahisar demiryolu'nun şubesi olan Çobanisa – Kemalpaşa şube demiryolu üzerinde bulunan Kemalpaşa Tren İstasyonu ilçeye hizmet vermektedir. İzmir-Gebze Otoyolu ilçeden geçmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15901",
"len_data": 1001,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.23
}
|
Kınık, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında ve kuzeyinde Bergama ilçesi, doğusunda ve güneyinde Manisa ili bulunmaktadır. Nüfusu 2022 yılı itibarıyla 28.694 kişidir.
Tarihçe.
İlçe adını Oğuz Türkleri'nin Bozoklar kolundan Denizhan'ın oğlu Kınık boyundan alır. Türkmen aşireti adıdır. 1306 yılında Karesi Beyliği ile Türk dönemi başlamış, 1345 tarihinden sonra Orhan Gazi zamanında Osmanlı yönetimine girmiştir. İlçede Yıldırım Beyazıt Camii, İbrahim Ağazade Camii ve altı kemerli Su Kemeri önemli yapılardır.
Coğrafya.
İzmir ilinin 120 km kuzeyinde yer alan Kınık'ın batısında ve kuzeyinde Bergama ilçesi, doğusunda ve güneyinde Manisa ilinin Soma, Akhisar, Saruhanlı ve Yunusemre ilçeleri bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 479 km²dir. Otuz yedi mahallesi bulunmaktadır. İlçe Madra ve Yunt dağları arasında yer almaktadır.
Ekonomi.
İlçenin ekonomik yapısı tarım, hayvancılık, ormancılık ve madencilik faaliyetlerine dayalıdır. Türkiye'nin en derin kömür madeni bu ilçemizdedir. Çeşitli granit ve traverten ocakları bulunmaktadır. Bakırçay Ovası'na bakan arazilere komşu bir Tarım Organize Sanayi Bölgesi ve Organize Sanayi bulunmaktadır.
Eğitim.
İlçede 38 ilköğretim okulu, 4 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 4289 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 255 öğretmen görev yapmaktadır.
Altyapı.
İlçede bir devlet hastanesi, üç sağlık ocağı, dokuz sağlık evi, bir ana çocuk sağlığı merkezi hizmet vermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15902",
"len_data": 1425,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.42
}
|
Kiraz, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında Ödemiş, güneybatısında Beydağ ilçeleri, güneydoğusunda Aydın, doğusunda ve kuzeyinde Manisa illeri bulunmaktadır.
Tarihçe.
İlçenin tarihini yansıtan başlıca eserler arasında Hisar Kalesi, Yağlar Kalesi, Kayacık Hisar Kalesi sayılabilir. İlçede bulunan Aydınoğlu Camii, Suludere Camii ve Hamamı Osmanlı Dönemi MS 1300 yıllarında Türkler Keleş adını vermişlerdir. Daha sonra Cumhuriyet Dönemi'nde Kiraz adını almıştır. İlçedeki tarihî eserler arasında Aydınoğlu Camii, Suludere Camii ve Hamamı, Hisar Kalesi ve Yağlar Kalesi önemlidir.
Coğrafya.
İzmir ilinin doğusunda yer alan Kiraz'ın batısında Ödemiş, güneybatısında Beydağ ilçeleri, güneydoğusunda Aydın ilinin Nazilli ilçesi, doğusunda ve kuzeyinde Manisa ilinin Alaşehir ve Salihli ilçeleri bulunmaktadır. İl merkezine uzaklığı 142 km'dir. İlçenin yüz ölçümü 573 km²dir. 56 mahallesi bulunmaktadır.
Ekonomi.
İlçe ekonomisinde tarım ve hayvancılık önemli bir yer tutar. Yörede yetişen başlıca ürünler patates, tütün, pamuk, zeytin, kestane, ceviz, incir ve üzümdür. Bağları ve meyve bahçeleriyle ün yapmış Kiraz ve ova köyleri önemli bağcılık ve tarım merkezidir. Dağlık bölgede yerleşik köylerde, arazinin uygun olmaması nedeniyle bahçe tarımı olanakları sınırlıdır. Özellikle; Umurlu, Karabolu, Dokuzlar, Taşlıyatak köylerinde kestane ve kiraz üretimi ve genel olarak da küçükbaş hayvancılık yapılmaktadır.
Yönetim.
2014 Yerel Seçimlerinde Milliyetçi Hareket Partisi adayı olarak %42,27 oy oranı ile seçilen Saliha Özçınar Şengül 2015 yılında partisinden istifa ederek Adalet ve Kalkınma Partisine katıldı.
Eğitim.
İlçede 47 ilköğretim okulu, 3 ortaöğretim, 1 halk eğitim merkezi, 1 mesleki eğitim merkezi, 1 yatılı ilköğretim bölge okulu bulunmakta; 7291 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 377 öğretmen görev yapmaktadır.
Altyapı.
İlçede, 1 sağlık Grup Başkanlığı, 1 Devlet Hastanesi, 4 Sağlık ocağı, 1 Ana Çocuk Sağlığı, 1 Verem savaş Dispanseri hizmet vermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15903",
"len_data": 1992,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.29
}
|
Menderes, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında Seferihisar, kuzeyinde Gaziemir ve Karabağlar, kuzeydoğusunda Buca, doğusunda Torbalı, güneydoğusunda Selçuk ilçeleri, güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. Nüfusu 2022 yılı itibarıyla 106.173 kişidir.
Tarihçe.
Yerleşimin adı, 1467 yılı kayıtlarında Cumaovası, 1665 yılı kayıtlarında ise Cumaabad olarak geçmektedir. Daha önceleri Cumaovası bucak merkezi bir köy iken, 9 Şubat 1950'de Karakuyu köyü ile birleşerek belediye statüsü aldı ve beldeye dönüştü. 4 Temmuz 1987'de resmi gazetede yayımlanan kanun ile Menderes adını alarak ilçe statüsüne kavuştu.
Coğrafya.
İzmir'in güneyinde yer alan ilçenin il merkezine uzaklığı 20 km'dir. İlçenin batısında Seferihisar, kuzeyinde Gaziemir ve Karabağlar, kuzeydoğusunda Buca, doğusunda Torbalı, güneydoğusunda Selçuk ilçeleri, güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 777 km²dir.
Nüfus.
Türkiye'nin Ordu, Samsun, Diyarbakır, Malatya, Bitlis, Tunceli, Siirt, Kars, Şırnak, Hakkâri gibi vilayetlerden çok sayıda aile Menderes'e yerleşmiştir. Bölge hızla göç almaktadır, aynı zamanda bölgede yoğun olarak Bulgaristan göçmeni aileler yaşamaktadır. Türk nüfusu çoğunluktadır.
Ekonomi.
İlçe ekonomisinde tarım, hayvancılık ve turizm önemli yer tutar. Arpa, buğday, pamuk, tütün, narenciye ve seracılık önemli gelir kaynağıdır. Son yıllarda çeşitli dallarda faaliyet gösteren sanayi kuruluşları kurulmuştur. İzmir'in içme suyu ihtiyacını karşılayan Tahtalı Barajı ilçe sınırlarındadır. Menderes'te Klaros, Notion ve Kolophon antik kent yerleşimleri bulunmaktadır. İlçenin 40 km'lik sahil şeridindeki kıyı, koy ve turistik tesisleri, turizmin gelişmesini sağlamaktadır.
Eğitim.
İlçede 38 ilköğretim okulu, 6 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 9694 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 470 öğretmen görev yapmaktadır.
Menderes bölgesinde yabancı dil ağırlıklı liseler çoğunlukla anadolu liseleridir. Anadolu liselerinde açılan dil sınıflarında öğrencileri İngilizce ile birlikte ikinci bir yabancı dille eğitim vermektedir. Menderes okulları yabancı dil ağırlıklı eğitim süreci yürütmektedir. Gümüldür Bilgin Bülent Kılıç Anadolu Lisesi ve Menderes Belediyesi Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi İngilizce dışında ikinci dil eğitimi bulunan liselerdir.
Altyapı.
İzmir-Aydın Otoyolu ilçeden geçmektedir. İlçeye İZBAN trenleri ve ESHOT otobüsleri ile ulaşım mevcuttur. Adnan Menderes Havalimanı'nın bir bölümü ilçe sınırları içerisindedir. İlçede dokuz sağlık ocağı, bir SSK dispanseri bulunmaktadır. Menderes Devlet Hastanesi inşaatı devam etmekte olup 2022 yılında hizmete girmesi planlanmaktadır. Menderes'te kurulan katı atık yönetim tesisi altı ilçeye hizmet verecektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15904",
"len_data": 2682,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.32
}
|
Narlıdere, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Balçova, güneyinde Karabağlar, batısında Güzelbahçe ilçeleri, kuzeyinde İzmir Körfezi bulunmaktadır. İlçenin yüz ölçümü 50 km²dir.
Tarihçe.
İlçenin bulunduğu bölgeyi Romalılar Akhilleion diye adlandırmaktadır. Batı Anadolu ve Akdeniz havzasının en eski halklarından olan Luvilerin dilinde "su geçidi, boğaz" anlamlarına gelmektedir. Aynı kelime Osmanlılarda ise Sancak Kale, günümüzde Yeni Kale olarak ifade edilmektedir. İlçe tarihi, İzmir'in tarihi ile atbaşı gitmiştir. Antik çağda (MÖ 2 bin yılları) Luvilerin bölgede egemen olduğu Hitit yazıtlarında belirtilmektedir. MÖ 8. yüzyıldan itibaren Helen kültürü bölgeye yerleşmeye başlamıştır. Bu yüzyıldan sonra bölge 5. yüzyıla kadar Lidya ve Pers egemenliğinde kaldı. 4. yüzyılda Makedonya Kralı Büyük İskender'le birlikte Helenistik çağ başlamıştır. 2. yüzyılda Romalıların, Roma İmparatorluğu'nun bölünmesiyle Bizanslıların egemenliği altında kalmıştır. 1071 yılında Selçuklu beylerinden Çaka Bey tarafından ele geçirilen bölge, daha sonra Selçuklu Hanedanı, Bizans, Ceneviz ve Rodos Şövalyeleri arasında el değiştirmiştir. Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra Aydınoğulları topraklarına katılan yöre daha sonra Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı Devleti'nin Ankara Savaşı'nı kaybetmesiyle tekrar Aydınoğulları'nın eline geçen bölge II. Murat döneminde Osmanlı egemenliğine girmiştir. 1472 yılında bölgenin Venedik saldırısına uğramasıyla İzmir büyük ölçüde tahrip olmuştur. 1666 yılında şimdiki Balçova ilçesi içinde kalan Sancakburnu Kalesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz donanması tarafından iki kez topa tutulur. Birinci saldırıda ölen subay ve erler Narlıdere Şehitliği'nde gömülüdür. 15 Mayıs 1919'da Yunan işgaline uğrayan yöre 9 Eylül 1922'de kurtarılmış ve 12 Eylül 1922'de Albay Çolak İbrahim ile Yüzbaşı Kemal'in birlikleri işgalcileri bölgeden tamamıyla temizlemiştir.
Coğrafya.
İlçenin doğusunda Balçova, güneyinde Karabağlar, batısında Güzelbahçe ilçeleri, kuzeyinde İzmir Körfezi bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 50 km2dir.
Kültür.
Atatürk Kültür Merkezi, Narlıdere'deki en büyük kültür tesisi olup içinde düğün salonu da bulunmaktadır.
Spor.
Narlıdere ilçesinin sınırları içinde ayrıca olimpik yüzme havuzu vardır. Bu yüzme havuzu yirmi üçüncüsü İzmir'de düzenlenen 2005 Universiade oyunlarında ihtiyaç duyulduğundan yapılmıştır.
Eğitim.
İlçede biri özel toplam 10 ilköğretim kurumu, ikisi özel toplam 6 ortaöğretim kurumu bulunmakta olup, 6.829 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 372 öğretmen görev yapmaktadır. Ayrıca Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bu ilçe sınırları içerisinde bulunmaktaydı ancak 30 Ekim 2020 depreminden sonra taşındı.
İlçedeki liseler; Narlıdere Cahide Ahmet Dalyanoğlu Anadolu Lisesi, Mehmet Seyfi Eraltay Anadolu Lisesi, Rasim Önel Anadolu Ticaret ve Ticaret Meslek Lisesi, Özel Takev Anadolu ve Fen Lisesi, Arkas Narlıdere Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Özel Narlıdere Uğur Anadolu Lisesi.
İlçedeki ilköğretim kurumları; Oğuzhan İlk/Ortaokulu, Prof. Dr. Aziz Sancar Ortaokulu, Kılıçaslan İlk/Ortaokulu, İnönü İlkokulu, Mustafa Şık İlkokulu, Özel Takev İlk/Ortaokulu, İhsan Çelikten Ortaokulu, Didem Işıklı İlk/Ortaokulu, Hasan İçyer İlk/Ortaokulu, İlhan Onat İlkokulu.
Altyapı.
İlçede 1.500 civarında konut jeotermal enerjiyle ısıtılmaktadır. Güney Deniz Saha Komutanlığı, Ege Ordu Komutanlığı, Narlıdere Kışlası ve lojmanları da Narlıdere'de bulunmaktadır.
Sağlık.
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ilçede yer almaktadır. Diğer sağlık hizmetleri; üç sağlık ocağı, bir sağlıkevi ve Narlıdere 112 Acil Komuta merkezi tarafından sağlanmaktadır.
Ulaşım.
İzmir-Çeşme Otoyolu ilçeden geçmektedir. İlçeye ulaşım ESHOT otobüsleri tarafından sağlanmaktadır. İzmir Metrosunun M1 hattının dört istasyonu ilçe sınırlarındadır (Narlıdere Kaymakamlık, 100. Yıl Cumhuriyet Şehitlik, Narlıdere İtfaiye ve Güzel Sanatlar). İlçede dört Bisim istasyonu bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=15905",
"len_data": 3972,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.