text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Küçük Menderes, Ege yöresinde Bozdağlar'dan doğan bir nehirdir. Selçuk ovasını sulayarak Selçuk İlçesinin batısından denize dökülür. Küçük Menderes'in alüvyon getirip kıyı çizgisinden sürekli olarak ilerlemiş olması neticesinde, ilk çağların en önemli liman şehirlerinden biri olan Efes, bugün denizden 5–6 km içeride kalmıştır. Batı Anadolu'da isimleri Yunanca "Meandros", yani "suların dirsek yaptığı yer" anlamına gelen "Menderes" adlı üç akarsu vardır. Biga yöresinde Kazdağları'ndan inen sularla beslenip Çanakkale Boğazı'na dökülen ve Troya'yı denizden uzaklaştıran "Eski Menderes" ırmağı, Homeros'un İlyada'sındaki Skamandros ırmağıdır. Yukarıda anlatılmak istenen ve eski adı Kaystros ya da Astarpa olan "Küçük Menderes Nehri", İzmir'in Ödemiş İlçesi arkasında yükselen ve eski adı Tmolos olan Bozdağlar'dan doğarak 175 km yol kat eder, Selçuk ilçesinin Pamucak sahilinde denizle buluşur. Nehir taşıdığı alüvyal topraklarla Efes liman kentini denizden uzaklaştırmıştır. Türkiye'de ilk betonarme köprünün yapıldığı nehirdir. Nehrin doğuşu ve izlediği yol. Ege Bölgesi'nin çatısı olan Bozdağlar'ın 2159 metrelik zirvesi ile 2070 metrelik Kumpınar Tepesi arasındaki Karakoyun Yaylası'ndan doğar. İlk adı Kadın Deresi'dir. Buradan sonra Kiraz ilçesine gelir. İlçeyi ikiye bölerek Kiraz Ovası'nı sular. Burada doğudan gelen Haliller Çayı ile birleşerek Beydağ Barajı'na gelir. Beydağ barajının çıkışında nehir batıya doğru kıvrılır. Bu sırada Tasavra Çayı ile birleşerek bereketli Küçük Menderes Ovası'nı sular. Bu ova dünyanın üç verimli ovasından biri kabul edilir. Nehir bu sırada güneyden ve kuzeyden birçok küçük kol ile birleşir. Bundan sonra nehrin büyük kollarından olan bademli çayı ile birleşir. Bu kol ile birleştikten sonra nehir ovada zikzaklar çizerek devam eder. Bu sırada sırası ile Aktaş, Manda Çayı ve Falaka Çayı ile birleşir. Eğridere ve Sarılar kollarının birleştiği Manda Çayı nehrin büyük kollarından biridir. Bundan sonra nehir iki kola ayrılır. Biri kuzeye, diğeri güneye devam eder. Güneye devam eden kola başka kaynak eklenmez. Kuzeydeki kola ise Ergenli, Uladı, Künk ve Tertek çayları eklenerek ovanın bayındır ve torbalı kısmı geçilir. Bundan sonra batıdan bir kol daha eklenir. Sonrasında ise iki büyük kol dar bir boğazda Belevi gölü ile bağlanır.Bundan sonra ise Küçük Menderes Nehri yüzyıllar önce doldurduğu deltaya girer. Efes antik kentini de geçerek büyük bir delta ovasından sonra denize dökülür. Suladığı bereketli ovadaki önemli yerleşim yerleri şunlardır: Selçuk, Ödemiş, Tire, Torbalı, Bayındır, Kiraz ve Beydağ. Bazı yükseltiler: Bozdağ 2159 metre, Kumpınartepe 2070 metre, Hacıkarlığı 1829 metre, Beydağ 1646 metre, Hacetdedetepe 1831 metre, Erentepe 1678 metre, Keldağ 1372 metre, Çaldağ 1590 metre, Çatmadağ 1450 metre ve Nif Dağı 1509 metredir. Kısaca Küçük Menderes Nehri Ege Bölgesi'ndeki jeolojik hareketlerle oluşan Bozdağlar ve Aydın Dağları arasından doğar ve Ege Denizi'ne dökülür. İklim. Küçük Menderes Nehri Akdeniz iklimindedir. Bu bölgede yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlıdır. Yağışların çoğu yağmur şeklindedir. Kar genellikle 900 metre ve üstüne yağar. Yıllık yağış miktarı 600–700 mm'dir. Yazları yağmur çok az yağar. Yani kısaca Küçük Menderes Nehri tipik bir Akdeniz iklimine aittir. Bitki örtüsü. Bu iklimin bitki örtüsü Akdeniz iklim bölgesinin bitki örtüsüdür. Ovada sebze ve meyve yetiştirilip tarım yapılır. Dağlarda ise Akdeniz ikliminin karakteristik bitki örtüsü olan maki bulunur. Kızılçam toplulukları da sıklıkla bulunur. Yüksek bölgelerde ise karaçam toplulukları bulunur. Dağ eteklerinde zeytin tarımı çok sık görülür. Rejimi. Küçük Menderes Nehri'nin rejimi düzensizdir. Daha çok yağmur suları ile beslenir. Nehir kışın yağan kar ile birlikte ilkbaharda akışının doruğuna ulaşır. Nehrin debisi 150 m³/s'dir. Nehir çok çabuk kabarır, çok çabuk kurur. Özellikle yaz aylarında kuruma noktasına gelir. İlkbaharda ise deltasında birçok göl oluşur. Bunlardan ikisi Gebekirse ve Çatal gölleridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16202", "len_data": 3981, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Sakarya nehri, Kızılırmak ve Fırat nehirlerinden sonra Türkiye'nin üçüncü en uzun, Kuzeybatı Anadolu'nun ise en büyük akarsuyudur. Nehir, ismini Yunan Mitolojisi'ndeki nehir tanrısı Sangarius'dan almaktadır. Fiziki özellikleri. Uzunluğu 824 km olup, beslenme havzasının genişliği 58.160 km², havzaya yıllık düşen yağış miktarı 31.057 milyar m³'dür. Sakarya havzasına düşen ortalama yıllık yağış 524,7 mm/m², ortalama yıllık sıcaklık 14,5 C'dir. Sakarya havzası 58.160 km²'lik büyüklüğü ile Türkiye'nin %7,5'ini kapsarken, yılık taşıdığı 6,40 milyar m³ su ile toplam ülkesel akışın %3,4'ünü oluşturur. Havza alanı Türkiye arazisinin %7,46'sı büyüklüğündedir. Nehrin genişliği 60–150 m arasında değişir. Havzada tarım alanları %43,8, çayır ve mera alanı %19,6, orman ve fundalıklar %28,7, boş alan %2, yerleşme alanı %1,6, su kaplı alanlar %1,5 oranındadır. Sakarya Havzası. Sakarya Nehri havzasını Kızılırmak, Batı Karadeniz, Gediz, Konya kapalı havzası, Marmara, Akarçay ve Susurluk havzaları tarafından kuşatılmıştır. Sakarya nehri havzasında şu dokuz ilin toprakları bulunmaktadır: Sakarya, Bolu, Ankara, Eskişehir, Bilecik, Bursa, Kütahya, Konya, Afyon. Sakarya nehrinin kolları: Porsuk Çayı, Ankara Çayı, Mudurnu Çayı, Koca Çay, Kirmir Çayı, Çark Suyu ve Darıçay Deresi'dir. Nehrin bir kolu Afyon'un kuzeydoğusundaki Bayat Yaylası'ndan, diğeri Eskişehir Çifteler Sakaryabaşından doğar. Önce İç Anadolu Bölgesi'ne doğru akar sonra Kızılırmak'ın tersine bir kıvrımla, kuzeye döner, Polatlı yakınlarında en büyük kollarından biri olan Porsuk Çayı'nı ve Ankara Çayı'nı alır. Geyve Boğazı'ndan geçer ve Karasu'dan akarak Karadeniz'e dökülür. Barajlar. Sakarya Nehri'nin Aladağ ve Kirmir sularını aldığı yerde Türkiye'nin en büyük santrallerinden biri olan Sarıyar Hidroelektrik Santrali ile Gökçekaya Hidroelektrik Santralı ve Yenice Barajı kurulmuştur. Sakarya Nehri yılda 5 milyar m³ su taşımaktadır. Akımın mevsimlere dağılımı şu şekildedir: %13 sonbahar, %30 kış, %44 İlkbahar, %13 yaz. Nehir üzerine Gökçekaya, Yenice ve Sarıyar barajları yapıldıktan sonra akım, taşkın ve aşındırma faaliyetlerinde değişmeler gözlemlenmiştir. Önceleri taşkınlarla çevresine zarar veren nehrin barajlardan sonra zararları azalmıştır. Aşağı Sakarya havzasında yıllık ortalama akımın barajların yapımıyla 195.7 m³/sn'den 158.1 m³/sn'ye (%19.2) düştüğü belirlenmiştir. Taşkın ihtimali nehrin orta kesimlerinde %45-51, aşağı kesimlerinde %31-37 azalmıştır. Barajlardan sonra nehrin maksimum debisi düşüp ortalama ve en az debileri artarak akım rejiminde düzenlenme görülmüştür. Nehrin taşıdığı askıda katı madde %40-65 oranında azalmıştır. Bunun sonucunda temiz suyun enerjisi artmış, yatağını derine ve yana doğru aşındırma gücü artmıştır. Sakarya'nın debisinde kışın fazla düşme olmaması karların fazla etkili olmadığını gösterse de, ilkbaharda artışta karların etkisi vardır. Sakarya'nın rejimi karların ikincil derecede etkili olduğu yağmurlu (yağmurlu-karlı) rejimdir. Sakarya Nehri 4,6.106 t/yıl sediment taşımakta iken 1972 yılında yapılan Gökçekaya Barajı'ndan sonra bu miktar 3,8.106 t/yıl'a düşmüştür. Sakarya denizaltı kanyonu. Sakarya Deltası'nın önünde, deniz tabanında eski bir kanyon bulunur. -50 M'den başlayan denizaltı kanyonu, -800 M'ye kadar 7 km uzunluğundadır. Denizaltı kanyonu Sakarya ağzı ve Küçükboğaz Gölü yakınlarında denizaltı deltasını kesen girinti oluşturur. Küçükboğaz Gölü'nün önündeki kanyon girintisi -50 m'den -800 m'ye kadar 10 km uzunluğundadır. -800 m derinlikten kuzeybatıya dönen kanyonlar, -1000/-1100 metreler arasında daha geniş bir kanyon ile -2000 m derinliğe ulaşırlar. Sakarya Nehri paleocoğrafyası. Sakarya Nehri'nin oluşumu/akış yönü ile ilgili değişik görüşler bulunur. Birinci görüş; Kuzey Anadolu Fayının kestiği alanda oluşan graben çukurunun akışı Sapanca Gölü-İzmit körfezine çevirdiği teorisidir. Sakarya, Sapanca Gölü'nün Marmara Denizi'nden ayrılması ile kuzeye akarak Karadeniz'e ulaşmıştır. Bu akış doğrultusunda Adapazarı Ovasının bulunduğu graben çukuruna getirdiği sedimentleri doldurduğundan, gelişkin bir delta oluşturamamıştır. Oysa Karadeniz'e dökülen Kızılırmak ve Yeşilırmak Bafra Ovası ve Çarşamba Ovası ile önemli çıkıntı yapan deltalar oluşturmuştur. Diğer bir görüş, ırmağın geç pliyosende oluştuğunu ve her zaman Karadeniz'e doğru aktığını iddia eder. Son buzul devrinde Karadeniz günümüze göre 120 m aşağıdaydı, son 8 bin yıl yükselerek günümüz seviyesine ulaşmıştır. Türkiye deltalarının hepsi bu yeni deniz seviyesine göre son 5-6 bin yıl içinde oluşmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16204", "len_data": 4520, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.45 }
Gediz Nehri, Anadolu'dan Ege Denizi'ne dökülen Büyük Menderes Nehri'nden sonra ikinci büyük akarsudur. Nehrin antik Yunanca adı Hermos ("Ἕρμος"), Latinceleştirilmiş hali ise Hermus'tu. Gediz nehrinin adı, Lidya özel adı "Cadys" ile ilgili olabilir; Gediz aynı zamanda nehrin kaynaklarının yakınında bir şehrin de adıdır. "Gediz" adı, Türkiye'de erkeklere verilen bir isim olarak da karşımıza çıkar. İç Batı Anadolu'daki Murat, Eğrigöz ve Şaphane dağlarından inen suların birleşmesiyle oluşan Gediz Nehri, batıya doğru ilerlerken, kuzeyden Kunduzlu, Selendi, Deliiniş ve Demrek Çaylarını, güneyden ise Kula volkanik yöresinden gelen küçük dereleri sularına katar. Uşak ilinin Banaz Çayı'ndan sonra ikinci önemli akarsuyudur. Akarsuyun bazı küçük kaynakları bu ilin sınırları içindedir. Önce Kütahya il sınırları içinde akan Gediz, Uşak merkez ilçeye bağlı Emirfakı Köyü'nün kuzeyinde Uşak topraklarına girer. Irmak, merkez ilçenin Güre Bucağı'na kadar kuzey-güney yönünde akar. Bu bucağın yakınlarında batıya döner ve Salihli ilçesinin kuzeydoğusundan Gediz Ovası'na girer ve güneyden Kemalpaşa Ovası'ndan gelen Nif Çayı'nı, Manisa Merkezden gelen Kumludere deresini de alarak Foça tepelerinin güneydoğusundan İzmir Körfezi'ne dökülür. Irmağın kaynağı olan Murat Dağı'ndan Ege'de denize ulaştığı noktaya kadarki uzunluğu 401 km olup su toplama havzası ise 17.500 km²'dir. Gediz'in Uşak'taki en önemli kolu Karabol Çayı'dır. Taşkın dönemlerinde sık sık yatak değiştiren Gediz Nehri, yaklaşık 40.000 ha'lık bir delta oluşturmuştur. Zaman içerisinde İzmir Körfezi'ndeki bazı adalar da kara ile birleşmiş ve delta ovası içerisinde kalmıştır. Gediz Deltası, 1998'de Ramsar alanı ilan edilmiş ve koruma altına alınmıştır. Nehir üzerinde Salihli ilçesi sınırları içerisinde Demirköprü Barajı inşa edilmiştir. Baraj bir yandan elektrik üretirken diğer yandan Gediz Ovasının tarımsal amaçlı sulanması için de kullanılmaktadır. Sulama hattının Gediz Ovasına dağıtımı Adala beldesinden yapılmaktadır. Bugün için Gediz Havzasının en önemli sorunu ekolojik kirlilik olmuştur. Geçmişte, özellikle 1980'li yıllarda yoğun olarak kum ve çakıl ocaklarına ruhsat verilmiş olması, bir yandan doğal yapıyı bozarak faunayı olumsuz etkilerken diğer yandan nehrin su seviyesinin alçalmasına neden olmuş ve bu da içinden geçtiği ovanın yer altı sularını olumsuz etkilemiştir. Nehre, Demirköprü Barajına girmeden önce Uşak'ta başta dericilik olmak üzere çok sayıda sanayi tesisleri tarafından sanayi atıkları, keza Kula İlçesinde aynı şekilde her türlü atık ve Barajdan sonra da Salihli, Ahmetli gibi ilçelerin atıkları deşarj edilmektedir. Kirlilik o boyuttadır ki zaman zaman sığlaşan Nehri bırakın büyük bir su toplama havzası olan Barajda dahi özellikle rüzgarsız günlerde su üzerinde biriken pislikler, değişik renkteki kimyasal atık öbekleri, bir laboratuvar analizi değil fakat çıplak gözle dahi açıkça görülmektedir. Kirliliğin en önemli göstergesi özellikle Barajdan sonra Nehrin faunasında meydana gelen daralmadır. Bundan yaklaşık 20 yıl önce başta levrek olmak üzere sazan, yılan balığı, kefal gibi pek çok türün yaşadığı nehirde bugün artık çok sınırlı yerlerde ancak esasen bir çamur ve pis su balığı olan yayın bulunmaktadır. Zaten Nehrin suyunun rengi ve kokusu da durumu göstermeye yetmektedir. Nehrin kolları arasında sayılan Nif Çayı da kirlilikten payını almıştır. Nehir havzasının kirliliğinin engellenmesi gibi amaçlar için bir Birlik kurulmuşsa da Devlet tarafından gerekli yaptırımlar uygulanmadığından geçen 6 yılda hiçbir ilerleme sağlanamadığı belirtilmektedir. Sonuç olarak eski çağın en önemli yerleşim havzalarından olan Gediz Nehrinin bugün için kilometrelerce uzunlukta bir açık kanalizasyon isale hattına dönüştüğü ifade edilmektedir. Bu şekilde, Nehrin flora ve faunasıyla can çekişmekte ve kendisiyle birlikte içinden geçtiği, Ovayı da ölüme götürdüğü dile getirilmektedir. Bunun sorumluları olarak çevre duyarlılığı olmayan açgözlü sanayici ve işletmeler, oy kaygısıyla hareket eden yerel yönetimler ve şüphesiz merkezi idare gösterilmektedir. Eğer dikkat edilmeyip önlem alınmazsa nehir ve ova 3 yıl sonra kendini bir çöle bırakacağı vurgulanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16205", "len_data": 4161, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.64 }
Ege Denizi (Grekçe: Αἰγαῖον πέλαγος, "Aigaîon pélagos") veya Türkçe diğer adı ile Adalar Denizi, Balkan ve Anadolu Yarımadaları arasında, Akdeniz'e bağlı bir denizdir. Marmara Denizi ve Karadeniz'den Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile ayrılan bu denizin kuzey sınırları karalarla çizilmiş olmakla birlikte, güney sınırlarını Yunanistan'a bağlı adalar olan Rodos ve Girit çizer. Ege Denizi'nin tüm kıyıları Türkiye ve Yunanistan ile çevrilidir. Karadeniz üzerinden taşınan petrol ürünlerinin dünya pazarına ulaşmasında başlıca yoldur. Etimoloji. Ege Denizi ile ilgili kelime kökeni konusunda ortak bir görüş yoktur. En yaygın ve eski görüş, ismin mitolojik köken anlatısıdır. Buna karşın, daha sistematik yapılan modern araştırmalar, kelimenin kökeni konusunda başka bakışların da ortaya çıkmasını sağlamıştır. "Ege" kelimesinin Türkçeye nasıl geçtiği konusunda ise, kelimenin bu denizin Fransızcadaki karşılığı olan "Mer Égée"den Türkçeye geçtiği düşünülmektedir. 1941 yılındaki 1. Coğrafya Kurultayı'nda "Ege" ismi, coğrafi adlandırmalarda standartlaşmayı sağlamak için resmi olarak seçilmiş ve bu sayede yaygınlaşmıştır. Ege Denizi ismi. Yunanca görüşü. Mitolojik inanışa göre ismin kökeni, Aegeus efsanesine dayandırılmaktadır. Bu efsaneye göre Atina'da düzenlenen bir bayram olan Panathenaia'da Girit Kralı Minos'un oğlu Androgues öldürülür. Buna karşılık Girit kralı Atina'dan her yıl yarı insan yarı boğa olan Minotaur'a kurban edilmek üzere yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini talep eder. Bundan hoşlanmayan Atina kralı Aegeus, oğlu Theseus'a Minotaur'u öldürme görevi verir. Bu görevi başarması halinde geri dönerken gemisine beyaz bayrak çekmesini, başaramaması halinde ise siyah bayrak çekmesini ister. Girit'e giden kralın oğlu Theseus, görevini başarıyla sonlandırır ve zafer sarhoşluğuyla geri dönerken babasının söylediklerini karıştırır ve gemisine yanlışlıkla siyah bayrak çeker. Bunu gören kral oğlunun başarısızlığa uğradığını düşünerek kendini denize atarak intihar eder. Bu olay sonunda kralın atladığı yer olan Atina Körfezi'ne "Aegeus Pontos" (Ege Denizi-Aegeus'un Denizi) denilmeye başlar ve isim yaygınlaşır. Bazı tarihi görüşler ise "Pelagos" ismi üzerine yoğunlaşır. Tarihi açıdan, Yunan soyunun öncüsü sayılan Hellenler, Yunanistan bölgesinde yaşayan yerli bir halk değil, Balkanlardan gelen bir halktır. Batı Anadolu ve Yunanistan'da erken dönemde Pelasg adlı başka bir kavim yaşamaktadır. Hellenlerin denizin bu ilk sakinleri nedeniyle Pelasg Denizi olarak adlandırdığı savunulur. Kimi dilbilimsel görüşlerde deniz anlamının pontus sözcüğünden değil, kesin olmakla beraber anlamın Yunanca dalgalar anlamına gelen "aiges" kelimesinden türemiş olabileceğini söyler. Anadolu görüşü. Ege isminin etimolojik olarak Yunan dili ile açıklanamayan bir isim olduğu Bilge Umar'ın "Türkiye'deki Tarihsel Adlar" isimli eserinde savunulmaktadır. Aynı kitapta bu ismin eski Anadolu dillerinden olan Luvi dilinden gelen bir miras olduğu savunulmaktadır. Yunanca "Aigaion Pelagos" kelimesinin, Luvice toprak anlamına gelen "Aia/İa" kelimesinden türediğini iddia eder ve adı ana tanrıça kültü ile ilişkilendirir. Adalar Denizi ismi. Adalar Denizi ya da takımada anlamından gelen Arşipel adı denizin teknotik yapısı neticesinde sahip olduğu çok sayıda adadan gelen tamamen coğrafya kökenli bir isimdir. Yabancı dillerde "Archipelago" olarak geçen adlandırma, "üzerinde pek çok ada bulunan deniz; adalar grubu; takımadalar" anlamındadır. Ege Denizi'yle Türkler ilk olarak 1081 yılında karşılaşmış ve bu denize "Adalar Denizi" ismini vermişlerdir. Bu dönemden sonra Aydınoğulları ve Osmanlı kaynaklarında bu denizden "Adalar Denizi" şeklinde bahsedilmektedir. Piri Reis'in 1519 yılında tamamladığı kitabı "Kitab-ı Bahriye" de, Piri reis şu ifadeyi kullanır: "Şunu bilmek gerektir ki, 'adalar arası' denen yere "Erso Peloga" derler". Bu şekilde denizin Türkçe ve yabancı ismini belirtir. Bir başka Osmanlı yazarı Katip Çelebi de benzer şekilde 1656 yılında yazdığı "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l-Bihar" (Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan) adlı eserinde Ege Denizi için "Adalar Arası" derler" ifadesini kullanır. Avrupa'daki örnekler içinde de Archipelago ismi oldukça yaygındır. Bu ismi tercih eden kimi eserler ve yapımcıları 20.yy örneklerine bakarsak, 1913 yılında Ali Tevfik tarafından tamamlanan "Memalik-i Osmaniye'nin Coğrafyası" adlı eserde Adalar Denizi adı kullanılmaktadır. Aynı kaynağa göre 1931 yılında Latin harfleriyle basılan ve Mektep Haritaları Mürettibi Muallim Abdülkadir, Kuleli Askeri Lisesi Coğrafya Muallimi kaymakam Mehmet Rüştü ve Kandilli Lisesi Muallimlerinden Hattat Süreyya tarafından hazırlanan "Mükemmel Umumi Atlas" da Ege Denizi, Adalar Denizi adıyla belirtilmiştir. Aynı isim 1938 yılında Faik Sabri Duran'ın yazdığı lise 3. sınıf "Türkiye Coğrafyası" adlı ders kitabıda sayfa 70 ve 338'de sunulan haritalarda yer almıştır ve 26. sayfasında da geçmiş Ege bölgesi için ise Garbi Anadolu ifadesi kullanılmıştır. Ancak aynı kitabın farklı bir sayfasında Ege Denizi ifadesi de kullanılmıştır. Akdeniz İsmi. Eski Türk inanışlarında Batı yönü beyaz renk ile ilişkilendirilmiştir. Örneğin Büyük Hun İmparatorluğu yıkıldığında Batı topraklarında kurulan Ak Hun İmparatorluğu gibi. Benzer şekilde Çanakkale Boğazının eski adı "Akdeniz Boğazı" anlamındaki "Bahr-i Sefid Boğazı"dır. Yine idari merkezi Gelibolu olan Osmanlı Eyaleti Cezayir-i Bahr-i Sefid Eyaleti, "Akdeniz Adaları Eyaleti"dir ve bu eyaletin parçalanmasıyla 19.yy'ın ikinci yarısında kurulan Rodos merkezli Ege Adalarının kapsayan Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti "Akdeniz Adaları Vilayeti" anlamındadır. Coğrafya. Ege denizi yaklaşık 'lik bir alanı kaplar. Ege denizinin boyu yaklaşık ve eni 'dir. Ege denizinin en derin yeri Kerpe Adası'nın batısında derinlikte bir yerdir. Ege Denizi Anadolu ve Yunanistan Yarımadası arasında bulunan irili ufaklı 3.000 kadar ada ve ada görünümündeki kara parçalarına da içine alan yarı kapalı bir denizdir. Anadolu Yarımadasının batı kıyılarının çok fazla girintili ve çıkıntılı olması ve bu kıyılara çok yakın konumda çok sayıda ada bulunması, Ege denizinin daha önce büyük bir kara parçası olduğunu düşündürmektedir. Ege denizinin, başka yerlerde çok az görülen, girintili çıkıntılı kıyılara; bu kıyılarda bulunan çok sayıdaki koy, körfez, boğaz ve yarımadaya sahip olma gibi bir başka özelliği daha vardır. Ege Denizi, yakın bir geçmişte “Aegeis” ya da “Egeid” adı verilen bir kara parçasının, büyük bir bölümünün sular altında kalmasıyla oluşmuştur; üstündeki adaların çokluğu nedeniyle “Adalar Denizi” diye de adlandırılır. Ege'de gelgit önemsizdir ve yol açtığı düzey genişliği ancak bazı dar boğazlarda, rüzgârlarla meydana gelen yığılmaların da etkisiyle 30–40 cm'yi bulur. Adalar arasındaki bazı dar ve dolambaçlı boğazlar şiddetli ve karmaşık yerel akıntılara neden olur. Bunların en ünlüsü Eğriboğaz Körfezi'nde görülür. Ege Denizi'nde, kuzeyde Saros Körfezi'nden başlayarak güneye doğru “S” biçiminde uzanan, tabanının derinliği yer yer 1000 m'yi aşan bir oluk yer alır. Ege Denizi'nde çok sayıda ada bulunur. Toplam yüzölçümleri yaklaşık olarak 23.000 km² olan bu adalar her yana serpilmiş gibi görünmelerine karşın, belli bir düzen ve gruplaşma gösterirler. Denizi üstünde egemen olan Akdeniz iklimi bu büyük su kütlesinin etkisiyle bazı değişikliklere uğrar: Ege Denizi'nin etkisi donlu günlerin sayısını azaltır. Denizi suyu sıcaklıkları da genelde kuzeyden güneye doğru artar. Bu artış kışın daha çok belirlidir. Kıyı ve adalarda kışları yağışlı bir Akdeniz iklimi görülür. Yazın bütün Ege Denizi ısınır. Kuzey ve güney yüzey suları arasındaki sıcaklık farkı, 1°-2 °C'a iner. Sıcaklığın en yüksek olduğu ayda Ege Denizi'nin her yanında deniz suyu sıcaklığı 23°-24 °C arasındadır. Ege Denizi'nde yıllık yağış tutarı kuzeyden güneye gidildikçe azalır. Yağışlar genellikle kış aylarında toplanmıştır. Komşu karalarda olduğu gibi, Ege Denizi alanında da yazlar çok kuraktır. Yazın Ege Denizi'nin her yanında, kuzeyden ve kuzeydoğudan “etezyen” adı verilen şiddetli bir rüzgâr eser. Ege Denizi, biyoloji ve hidroloji özellikleri bakımından Karadeniz ile Akdeniz arasında bir geçiş alanı oluşturur. Bölümleri. Genel olarak, Türkiye tarafından kullanılmasada, dünyada farklı kaynaklara göre Ege Denizi 3 alt kol barındırır. Bunlar; Volkanizma ve Depremler. Güneyden Afrika Plakası, batıdan Anadolu Plakası tarafından sıkıştırılan Ege Deniz tabanı, volkanik faaliyetlerini hala sürdüren ve tarihsel olarak 7-8 büyüklügünde pek çok deprem yaratan teknotik açıdan aktif bir bölgedir. Denizin kuzeyi, KAF fay sisteminin Marmara Denizi'nin altından Ege Denizi'ne kadar uzanan fay hatlarıyla doludur. Orta kısımlarda, Türkiye'nin Ege bölgesindeki grabenlere paralel birçok fay hattı, denizin içine kadar uzanır. Güneyde ise yay şeklinde Yunanistan kıyılarında, Rodos ve Türkiye kıyılarına uzanan aktif hatlar vardır. Volkanik açıdan Santorini, tarihsel olarak en bilinen örnektir. Ayrıca, antik çağda Limni adası açıklarında teknotik bir hareketlilik sonucu batan bir adadan (Chryse Island) söz edilir. Hidrografi. Ege yüzey suyu daha az yoğun Karadeniz çıkışıyla yer değiştirmeden önce Türkiye'nin batı kıyısı boyunca kuzeye doğru hareket eden çok tuzlu (hipersalin) Akdeniz suyu ile saat yönünün tersine okyanus döngüsünde dolaşır. Yoğun Akdeniz suyu, Karadeniz girişinin altında derinliğe kadar iner, ardından Çanakkale Boğazından Marmara Denizi'ne hızlarda akar. Karadeniz çıkışı, kuzey Ege denizi boyunca batıya doğru hareket eder sonrasında Yunanistan'ın doğu kıyısı boyunca güneye doğru akar. Ege Denizi'nin fiziksel oşinografisi, esasen bölgesel iklim, Güneydoğu Avrupa'ya akan büyük nehirlerin tatlı su deşarjı ve Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz yüzey suyu çıkışındaki mevsimsel değişimler tarafından kontrol edilir. 1991 ve 1992 yıllarında yapılan Ege denizi analizi üç farklı su kütlesi olduğunu ortaya çıkardı: İklim. Ege Denizi'nin iklimi büyük ölçüde Yunanistan ve Batı Türkiye'nin iklimini yansıtır yani çoğunlukla Akdeniz iklimi'dir. Köppen iklim sınıflandırması'na göre Ege'nin çoğu Sıcak-yazlı Akdeniz iklimi ("Csa") olarak sınıflandırılır. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılıman ve yağışlıdır. Ancak yaz aylarındaki sıcaklıklar büyük su kütlesinin varlığı nedeniyle kurak veya yarı kurak iklimlerdeki kadar yüksek değildir. Bu durum en çok batı ve doğu Ege kıyılarında ve Ege adalarında görülür. Ege Denizi'nin kuzeyinde iklim Soğuk yarı kurak "(BSk)" olarak sınıflandırılır ve yazları Sıcak-yazlı Akdeniz ikliminden daha soğuktur. Etezien rüzgarları Ege havzasında baskın hava etkisidir. Aşağıdaki tabloda bazı büyük Ege şehirlerinin iklim koşulları vardır: Ekonomi. Balıkçılık. Çanakkale Boğazı'ndan ve altüst akıntısıyla gelen ve besin tuzları, oksijen ve plankton bakımından zengin olan Karadeniz suları, kuzeydeki balık yaşamını olumlu yönde etkiler. Ege Denizi, oksijen bakımından zengin olmasına karşın, fosfat ve nitrat bakımından yoksuldur. Bu yüzden güney bölümü, dünyanın balık bakımından en yoksul denizlerindendir. Buna karşın denizin güney bölgesinde süngercilik, tarihsel olarak yapılan bir diğer iş koludur. Yeraltı Kaynakları. Denizin kuzeyinde Batı Trakya açıklarında, Yunanistan tarafından 60 yıl boyunca işlenen bir petrol rezervi vardır. Ama artık ömrünü doldurmuştur. Hukuki durum. Ege Denizi'nin orta bölümleri, her ne kadar arada Yunanistan'a ait adalar olsa da, Türkiye ana kıta topraklarından 200 deniz mili daha yakında bulunmasından ötürü Türkiye'nin münhasır ekonomik bölgesi içinde kalır. B.M. Uluslararası Deniz Sözleşmesi'nin ilgili maddelerine göre; münhasır ekonomik bölge adı verilen ve petrol, madenler ve deniz servetlerini çıkarma hakkını veren bölge alanları tayin edilirken, bu münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesinde adalar dikkate alınmamakta ve bu ekonomik alanın son hudutları, ana kıta topraklarından uzaklığıyla ölçülmektedir. Böylece Türkiye devleti, arada kalan Midilli, Sakız, Sisam ve Rodos gibi adaların 6 deniz mili karasularının üzerinden atlayarak bulunan Ege denizi orta bölümleri üzerinde-karasuları egemenliği anlamında değil-fakat ekonomik hakları bakımından deniz kaynakları ve deniz tabanı mülkiyetine sahip bulunmaktadır. Uluslararası Lahey Adalet Divanı da bu doğrultuda (Adaların deniz ekonomik bölgelerinin olamayacağı şeklinde.) çeşitli ülkelerle ilgili kararlar vermiştir. Böylece Türkiye ülkesinin denizaltı yataklarını işletme hakları kendi kıyılarından çok uzaklara, Limni, Naksos ve Girit adaları yakınlarına kadar uzanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16206", "len_data": 12487, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Simun Petrus (MS 64 ile 68 arasında öldü), İsa'nın on iki havarisinden biridir. İsa'nın diğer bir havarisi olan Andreas'ın kardeşidir. Hristiyanlıkta adının önüne "Aziz" unvanı getirilir. Celile, Filistin'de dünyaya gelmiştir. Asıl mesleği balıkçılıktı. Katolik Kilisesi'ne göre ilk Papa'dır ve İsa'nın vekilidir. Hristiyan geleneğine göre Roma'da İmparator Neron'un yönetiminde 29 Haziran 67 tarihinde çarmıha baş aşağı gerilerek öldürüldüğüne inanılır. İlk Roma Piskoposu -başka bir deyişle ilk Papa- olarak kabul edilir. Ayrıca Doğu Hristiyan geleneği tarafından ilk Antakya Patriği olarak görülür. Eski Hristiyan kiliselerinin tümü, Petrus'a büyük bir aziz ve Antakya Kilisesi ile Roma Piskoposluğu'nun kurucusu olarak saygı göstermekle birlikte ardıllarının yetkisine ilişkin tutumlarında farklılık gösterirler. İsa, Katolik inancına göre Matta 16'da (Matta 16:18) Petrus'a Kilise'de vadetmiştir. Petrus Yeni Ahit'te dört İncil'in her birinde ve Elçilerin İşleri'nde sık sık öne çıkar. Özellikle Markos İncili'nin geleneksel olarak Petrus'un vaazı ile görgü tanıklığı anılarının etkisini gösterdiği düşünülüyordu. Pavlus'un Korintlilere Birinci Mektubu ile Galatyalılara Mektupta Petrus veya Kefas adıyla da bahsedilir. Yeni Ahit ayrıca geleneksel olarak ona atfedilen iki genel mektubu -Birinci Petrus ile İkinci Petrus- içerir. Ancak modern bilim her ikisinin de sorgulamaktadır. İkinci Petrus'un MS 90 yılında Petrus öldükten sonra yazıldığı düşünülmekte, Birinci Petrus'un ise Petrus tarafından yazdırılmış olabileceği konusunda akademisyenler arasında farklı görüşler vardır. Köken bilimi. Petrus, Hristiyanlığa göre İsa'nın üzerinde Kilisesini kurmak istediği Kaya'dır (temel kişi). "Kaya" anlamına gelen Aramice "Kifas" (Latince "Petrus") künyesini kendisine İsa vermiştir. İsa'nın ölümünden sonra Hristiyanlar Petrus'un etrafında kenetlenerek Romalıların tüm saldırılarına karşı inançlarını korudular. Bir gün Pavlus, Barnabas'ın himayesinde Petrus'a gelerek Kilise'ye katılmak istediğini söyledi ve gördüğü vizyonlardan bahsetti. Döndüğünü söyleyen kişiye her ne kadar günahkar olsa da şans tanımak gerektiğine inanan Petrus onu kabul etti. Erken dönem kilisenin ilk önderi. İnciller ile Elçilerin İşleri, çarmıha geriliş olayları sırasında İsa'yı üç kez inkâr etmesine rağmen Petrus'u en önde gelen havari olarak tasvir eder. Hristiyan geleneğine göre Petrus, İsa'nın göründüğü ilk öğrenciydi. İsa, Petrus'un inkârını dengeledi ve kendisine inanmasını sağladı. Petrus, erken dönem Kilise'nin ilk önderi olarak kabul edilir. Kısa süre sonra bu önderlikte "Rab'bin Kardeşi" Adil Yakup tarafından gölgede bırakıldı. İsa'nın göründüğü ilk kişi olduğu için Petrus'un önderliği, Petrus'un mirasçıları (Hristiyanlar) olarak havarilerin ardıllığının ve ortodoksluğun kurumsal gücünün temelini oluşturur. Bu yüzden Petrus ve önderliği "kilisenin üzerine kurulduğu kaya" olarak tanımlanır. Havariler arasında yeri. Petrus her zaman incillerde ve Elçilerin İşleri kitabında On İki Havari arasında ilk sırada yer alır (Örneğin bkz. Elçilerin İşleri 1:13). Ayrıca incillerde sık sık Zebedi oğulları Yakup ve Yuhanna'yla birlikte On İki Havari içinde özel bir grup oluşturduğundan bahsedilir. Bu gruptan İsa'nın Başkalaşımı, ve Bahçede Izdırap gibi diğer havarilerin adlarının geçmediği olaylarda da bahsedilmiştir. Petrus, incillerde sık sık havarilerin sözcüsü olarak tasvir edilir. Katolik bir bilim insanı olan şöyle yazar: "Katolik alimler, Petrus'un diğer havarilerin otoritesinin yerine geçen bir otoriteye sahip olduğu konusunda hemfikirlerdir. Petrus, çeşitli olaylarda onların sözcüsü olmuş, Mattiya'nın seçimini yönetmiştir. Yahudi olmayanların din değiştirmesiyle ilgili tartışmadaki görüşü, son derece önemli görülmüştür." Elçilerin İşleri'nin yazarı, Petrus'u erken Hristiyan cemaatinin merkezi figürü olarak tasvir eder. Roma'yla bağlantısı. Erken dönem kilise geleneklerine göre Petrus, Pavlus ile beraber Roma Kilisesi'ni kurmuş, piskoposluğunu yapmış ve sonunda Roma'da ölmüştür. Papalık. Katolik İnancı'na göre Papa -Roma Piskoposu- Aziz Petrus'un tahtının varisidir. Bu inanca göre Petrus tarihteki ilk Roma Piskoposudur. Fakat Papalık kurumunun Petrus'a dayalı olmadığına, hatta Petrus'un Roma'ya hiç gelmediğine dair söylemler de vardır. I. Clemens, Petrus ile Pavlus'u öne çıkan inanç kahramanları olarak tasvir eder. Roma'ya varış. Yeni Ahit yazılarında. Petrus'un Roma'ya geldiğine dair İncil'de kesin bir kanıt yoktur. Fakat Petrus'un Birinci Mektubu'nda "Sizler gibi seçilmiş olan Babil'deki kilise ve oğlum Markos size selam ederler." (1. Petrus 5:13) ayeti geçer. Bu ayette kastedilen "Babil"in esas Babil mi olduğu, yoksa dönemde takma ismi Babil olan Roma mı olduğu tartışılmaktadır. Ayrıca yakın tarihin bir önerisi olarak bahsi geçen Babil'in genel Yahudi diasporası olabileceği ihtimali de ortaya çıkmıştır. Pavlus, yaklaşık MS 57 yılında Romalılara Mektubunu yazdığında Roma'daki kilise halihazırda gelişmekteydi. Pavlus Roma'da elli kadar kişiyi ismiyle selamlıyor. Ancak bu isimler arasında, daha önceden de tanıdığı kesin olan, Petrus bulunmuyor. Ayrıca Pavlus'un MS 60-62 yılları arasında Roma'da bulunuşunu anlatan "Acts 28" boyunca Petrus ile alakalı hiçbir şeyden bahsedilmiyor. Kilise Babaları. 1. yüzyıl kilise babalarından Antakyalı İgnatius'un yazıları Petrus ile Pavlus'un Romalılara Petrus'un Roma'da olduğuna dair uyarılar verdiğini anlatır. İrinaios 2. yüzyıldaki yazılarında Petrus ile Pavlus'un Roma kilisesinin kurucuları olduğunu ve Linus'u ardıl piskopos olarak atadıklarını anlatır. İskenderiyeli Klement "Petrus'un Roma'dan dünyaya seslendiğini" söyler (MS 190). Origenes ve Eusebios'a göre Petrus Antakya Kilisesi'ni kurduktan sonra Roma'ya Müjde'yi vaaz etmeye gitti. Ayrıca Antakya Kilisesi'ne başkanlık ettikten sonra ölümüne kadar Roma Kilisesi'ni yönetti. Bir süre Antakya'daki kiliseye başkanlık ettikten sonra Petrus'un yerine Evodius ve ardından Havari Yuhanna'nın öğrencisi olan Ignatius'a geçecekti. Lacantius MS 318 civarlarında yazdığı "Zulümcülerin Ölümleri Üzerine" isimli kitabında şöyle yazar: "İmparator Neron hükmünü sürerken Havari Petrus Roma'ya geldi ve Tanrı'nın ona verdiği güç ile mucizeler yarattı. Birçok insanı doğru dine döndürerek Rab'be sadık bir tapınak inşa etti."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16209", "len_data": 6255, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.99 }
HP, Hp veya hp aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16210", "len_data": 45, "topic": "CODING", "quality_score": 1.64 }
Hewlett-Packard Company ya da kısaca HP, merkezi ABD'de Palo Alto, Kaliforniya'da bulunan büyük bir uluslararası şirkettir. Bilgi işlem, baskı sistemleri ve sayısal görüntüleme donanımları üreticisidir. Ayrıca yazılım ve hizmet sağlayıcısıdır. Şirket dünya çapında hükûmet, sağlık ve eğitim sektörlerindeki müşteriler dahil tüketiciler, küçük ve büyük işletmeler için geniş teknoloji ürünlerle beraber çeşitli yazılım ve bilişim teknolojisi hizmetleri sunmuştur. Tarihçe. Şirket 1 Ocak 1939 yılında 2 öğrenci arkadaş - William Hewlett ve David Packard tarafından ölçü ekipmanı ve ölçü cihazları üreticisi olarak kuruldu. Onlar 1935 yılında Stanford Üniversitesinden elektrik mühendisliği bölümünden mezun olmuşlar. Şirket ismini kurucularının isimlerinin ilk harflerinden oluşturuldu. Şirkete bir isim gerekiyordu bunun için yazı-tura atmaya karar verdiler ve attıkları yazı-turayı Bill kazandı. Yazı-turayı kazanan Bill, şirketin adını Hewlett-Packard isimlendirdi. Bu isim aynı zamanda Bill ve Dave'nin soy isimlerinden oluşmaktaydı. Böylece Hewlett-Packard (HP) ismi yarandı. Başlangıç sermayesi sadece 538 $ olan şirketin ilk ofisi Palo Alto'da olan sıradan bir garaj oldu.İlk ürünü HP200A ismindeki hassas ses osilatörü idi.Onların yaptıkları yenilik devresi çıkış sinüs dalga genliği stabilize negatif geri besleme döngüsü kritik bölümünde direnç olarak bir sıcaklığa bağlı (bir "pilot ışığı" olarak da bilinir) küçük bir akkor ampul kullanımını oldu. Osilatörün ilk alıcısı The Walt Disney Company şirketi oldu, şirket üründen 8 adet almakla Fantasia filminin çekimlerinde kullandı.Kendi işlerinin kurulmasında genç öğrencilere hocaları Frederick Terman büyük katkı gösterdi.Birkaç yıllık yoğun çalışmalardan sonra HP şirket olarak 18 Ağustos 1947 tarihinde kuruldu ve 6 Kasım 1957 tarihinde halka arz edildi. HP, birçok yüksek kaliteli ürünler yaratmak için Sony ve Japonya'da Yokogawa Electric şirketleri ile 1960 yılında işbirliği yaptı. HP ve Yokogawa Japonyada HP ürünlerini pazarlamak için 1963 yılında bir ortak girişim (Yokogawa-Hewlett-Packard) kurdu.1966 yılında şirket dünyada ilk kez mini bilgisayar olan HP 2100/HP 1000 serisini tanıttı.Ürün Intel x86 mimarisine biraz benzer düzenlenmiş ve basit bir akümülatör tabanlı tasarımı vardı.1968 yılında ise masaüstü bilimsel hesap makinesi olan Hewlett-Packard 9100A modelini tanıttı.Bu model şirketin ilk kişisel bilgisayarı idi. 1970'li yıllarda şirket gelişme devrine girdi.1972 yılında şirket RISC teknolojisi esasında HP 3000 bilgisayarını sundu.Aynı yılda şirket dünyada ilk kez HP-35 bilimsel cep hesap makinesi başlattı ve 1974 yılında - yerine RAM 4 KB DRAM dinamik manyetik hafıza kullanarak dünyanın ilk HP-65 programlanabilir hesap makinesini tanıttı. 1975 yılında ASCII terminalleri üzerine yaratılan yeni bir makine-HP 2640 serisi tanıtıldı. Bu seri WYSIWYG programı esasında HP 2100 modeli ile kombine edildi.1975 yılında şirket HP-IB arayüzünü geliştirdi, bu buluş çevresel cihazların bilgisayara bağlanması için uluslararası bir standart olarak kabul edildi. Teknik masaüstü bilgisayarların 98x5 serisi (HP 9800 ) 1975 yılında başlatıldı, daha ucuz 80 serisi ve 1979 yılında teknik bilgisayarı 85 serisi başlatıldı. Bu makineler BASIC programlama dili ile yaratılmış ve depolama için özel bir manyetik bant kullanılmıştır. Şirket 1984 yılında inkjet (mürekkep püskürtmeli), laser yazıcı ve tarayıcıları ile piyasaya girdi.Mayıs 1984 yılında şirket Canon ve Xerox teknolojisini kullanarak ünlü HP LaserJet yazıcı serisini piyasaya sundu. 3 Mart 1986 yılında dünyada 9-cu alan adı (domain) olan HP.com sitesini kaydını yaptırdı. 1990'lı yıllarda masaüstü, dizüstü ve sunucu bilgisayarları üretimine başlamıştır. 2002 yılında Compaq şirketi ile birleşen HP şirketi, ayrıca HP-UX, Tru64 ve OpenVMS işletim sistemleri; PA-RISC, IA64 ve Alpha mikroişlemcilerini; HP 9000 ve ProLiant sunucu ve iş istasyonlarını ve OpenView gibi yönetim yazılımları üretmektedir. Satınalmalar. Hewlett-Packard ilk kez 1959 yılında çizici firması F.L. Moseley Company-ni bünyesine kattı. Daha büyük devralma 1989 yılı 4 Mayıs'ta gerçekleştirdi;Apollo Computer şirketini $476 milyona bünyesine kattı. 1995 yılı eylül ayında Convex Computeri 150 milyon dolara satın aldı. 1995-1998 yılında İngiltere'nin Tottenham Hotspur kulübüne sponsorluk yaptı. 1997 yılın nisan ayında Elektronik fatura ödeme şirketi VeriFone 1.18 milyar $'a şirkete katıldı. "Bluestone Software" şirketi 470 milyon $'a, "Comdisco Inc." 610 milyon $'a, StorageApps şrketi $350 milyona alındı. 3 Mayıs 2002 yılında Hewlett-Packard bilgisayar üreticisi Compaq şirketini çok büyük fiyata-25 milyar $'a devralmakla tarihte en büyük işlemlerden birini gerçekleştirdi. 2003 yılın mayıs ayında Procter & Gamble şirketi kendisinin İT bölümünü 3 milyara Hewlett-Packard şirketine sattı. 2005 yılında Scitex Vision ve Peregrine Systems 230 milyon $ ve 425 milyon $'a şirkete katıldı. 2006 yılında Mercury Interactive $4.5 milyara, 2007 yılında Opsware $1.6 milyara alındı. 2008 yılında NUR Macroprinters Ltd ve Exstream Software $457.076 milyon ve $371 milyona alındı. 2008 yılın ağustos ayında IT hizmetleri şirketi Electronic Data Systems büyük fiyata-$13.9 milyar karşılığında Hewlett-Packardın yan kuruluşuna dönüştü. 2010 yılın nisan ayında bilgisayar ağı konusunda uzmanlaşan 3Com şirketi $2.7 milyara şirket tarafından alındı. 2010 yılında cep bilgisayarı üreten Palm şirketi $1.2 milyara alındı. HP 3PAR $2.35 milyara, güvenlik yönetimi şirketi ArcSight $1.5 milyara devralındı. 2011 yılın Kasım ayında bilgi yönetimi şirketi Autonomy Corporation $11 milyara şirketin bir kolu oldu. Compaq ile yapılan birleşmenin organizasyon anlamında yeterince hazmedilememesi ve hedeflenen performansın ortaya konulamaması sonucu, HP'nin CEO'su Carly Fiorina, 2005 yılı başında hissedarların talebi doğrultusunda görevinden ayrılmak durumunda kalmıştır. 2005 yılında şirketin başına CEO olarak Mark Hurd gelmiştir. Mark Hurd'un bu görevinden ayrılmasından sonra da 2011 yılından itibaren yeni CEO Meg Whitman olmuş ve şirket hâlen onun yönetimindedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16212", "len_data": 6066, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.2 }
Hesap makinesi, ilk zamanlar dört işlemi yapabilen, daha sonraları geliştirilerek her türlü sayısal işlemi yapar duruma getirilen elektronik ve mekanik bir araçtır. Tarihçe. Erken çağlarda hesap yapmak için abaküs ve benzeri sayma tahtaları kullanılırdı. En eski sayma tahtalarının ahşabın dayanıksızlığı sebebiyle günümüze ulaşmadığı düşünülmektedir. 1623 yılında Wilhelm Schickard ilk mekanik hesap makinesini Almanya'daki Heidelberg Üniversitesinde geliştirdi. Schickard'ın geliştirmiş olduğu araç çarpma ve 6 haneli toplama işlemlerini yapabiliyordu. Yaklaşık yirmi yıl kadar sonra, 1642 yılında Fransız filozof Blaise Pascal dört işlemi yapabilen bir Pascaline hesap makinesini tasarladı. Gottfried Wilhelm Leibniz 1671 yılında kare kökünü alabilen dört işlemi yapabilen mekanik bir aygıt tasarladı. Ancak bu aygıtlar, çok yaygın olarak kullanılmamıştır. Bunlardan yaklaşık bir asır kadar sonra Charles Xavier Thomas'ın bulduğu dört işlemi ve karekök alma işlemini yapabilen Aritmometre, 1970'lere kadar kullanılmış olan mekanik hesap makinelerinin atası olmuştur. Daha sonra üretilen bu hesap makineleri, ara sonuçları toplayan, eski sonuçların saklanıp gerektiğinde kullanılabilmesini sağlayan, trigonometrik, istatistiksel ve ileri matematik işlevleri içeren ve programlanabilir özellikleri ile daha çok bilgisayarlara benzeyen çok karmaşık elektronik cihazlar haline gelmiştir. Türleri. Şeritli hesap makinesi, genelde muhasebe alanında kullanılan, denetimi sağlamak için kağıda baskı yapabilen hesap makinesine denir. Cep hesap makinesi, dört ana işlemle beraber en az aritmetik işlevleri gerçekleştirebilen en basit ve küçük boyutlu hesap makinesidir. Programlanabilir hesap makinesi, karışık hesapların kısa yol tuşları kullanarak işlemlerin hızla yapılabildiği hesap makinesine denir. (Bilimsel hesap makinesi olarak da bilinir.)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16216", "len_data": 1842, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.45 }
Biyotin, literatürde, H vitamini veya B7 vitamini olarak da adlandırılan ve güncel haberlerde karşımıza sıklıkla "güzellik vitamini" adıyla çıkan bir vitamindir. Kimyasal formülü C10H16N2O3S olan biyotin, suda çözünen bir B kompleksi vitaminidir. Kalın bağırsaktaki bakteriler tarafından da üretilen biyotin sağlıklı bir yaşam için gerekli olan önemli bir vitamindir. Yağ, protein ve karbonhidrat metabolizmalarında koenzimdir. Aynı zamanda hücre gelişimine katkıda bulunur, kanın şeker seviyesini ortalama düzeyde tutmaya yardımcı olur. Özellikle kemik iliği için çok önemli olmasının yanı sıra sağlıklı sinir dokuları için de gereklidir. Biyotinin son zamanlarda "güzellik vitamini" olarak anılmasının en büyük sebebi saçlara ve tırnaklara olan pozitif etkisidir. Bugün bu özelliği yüzünden, biyotin birçok kozmetik ürününde bulunmaktadır. Biyotin Eksikliği. Biyotin yetersizliği eğer müdahale edilmez ise çok tehlikeli olabilir. Biyotin hem bağırsaktaki bakteriler tarafından üretildiği, hem de genel olarak yiyeceklerde yeterli oranlarda bulunduğu için biyotin yetersizliği, doğuştan gelen bir faktör yoksa, sıklıkla rastlanılan bir durum değildir. Yine de biyotin yetersizliğinin semptomları olarak şunları sıralayabiliriz: Eğer zamanında önlem alınmazsa semptomlar artar ve ciddi nörolojik veya müsküler bozukluklara yol açabilir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar biyotin eksikliğinin hafif derecede depresif davranışlara yol açabileceğini kanıtlamıştır. Çiğ yumurta, içindeki avidin maddesi yüzünden biyotin yetersizliğine sebep olur. Avidin, biyotine tutunur ve onun bağırsaktan geri emilimine engel olur. Diyet. Biyotini ortalama bir diyette yeterli oranda almak hiç de zor değildir. Zira biyotin birçok farklı besin maddesinde bulunmaktadır. Başta baklagiller ve et ürünleri olmak üzere, süt ve süt ürünleri, pişmiş yumurta sarısı, balık ve patates gibi gıdalarda bulunur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16219", "len_data": 1885, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.83 }
Makine, bir iş yapmak için kuvvet uygulamak ve hareketi kontrol etmek için güç kullanan fiziksel bir sistemdir. Terim genellikle motor kullanan yapay cihazlara veya moleküler makineler gibi doğal biyolojik makromoleküllere de uygulanır. Makineler, hayvan ve insan gücüyle, rüzgâr ve su gibi doğal güçlerle veya kimyasal, termal veya elektrik, mekanik veya otomatik gücüyle çalıştırılabilir ve çıkış kuvveti ve hareket uygulamasını elde etmek için tahrik eleman girişini şekillendiren bir mekanizma içerebilir. Ayrıca mekanik sistem denilen, hareketi planlayan ve performansı izleyen bilgisayar ve sensörleri de olabilir. Rönesans doğa filozofları, yükü harekete geçiren altı basit makineyi tanımladı ve bugün mekanik avantaj denilen çıkış kuvvetinin giriş kuvvete oranını hesapladılar. Modern makineler, yapısal elemanlardan, mekanizmalardan ve kontrol bileşenlerinden oluşan ve kullanışlı kullanım için arayüzler içeren karmaşık sistemlerdir. Örnekler arasında şunlar yer alır: trenler, otomobiller, tekneler ve uçaklar gibi çok çeşitli araçlar; bilgisayarlar, bina hava işleme ve su işleme sistemleri dahil olmak üzere ev ve ofisteki cihazlar; ayrıca çiftlik makineleri, makine aletleri ve fabrika otomasyon sistemleri ve robotlar. Modern makineler, yapısal elemanlardan, mekanizmalardan ve kontrol bileşenlerinden oluşan ve rahat kullanım için arayüzlü karmaşık sistemlerdir. Otomobil, tekne ve uçak gibi çeşitli taşıtlar; bilgisayarlar dahil ev ve ofisteki cihazlar, bina hava işleme ve su işleme sistemleri; tarım makineleri, takım tezgâhları, fabrika otomasyon sistemleri ve robotlar bazı makine örnekleridir. Mekanik sistemler. Mekanik sistem, kuvvet ve hareket gerektiren bir iş yapmak için gücü yönetir. Modern makineler (i) kuvvet ve hareket üreten tahrik elemanları ve güç kaynağı, (ii) çıkış kuvvetlerinin ve hareketin özel bir uygulaması için motor girişini düzenleyen mekanizma sisteminden, (iii) çıkışı performans hedefiyle karşılaştıran ve ardından motor girişini yönlendiren sensörlere sahip kumanda cihazından ve (iv) levye kolları, elektrik anahtarları ve ekrandan oluşan operatör arayüzünden oluşan sistemlerdir. Bu, pistonu itmek için genleşen buhar tarafından gücün sağlandığı Watt'ın buhar makinesinde görülebilir. Hareketli kiriş, bağlantı kolu ve krank, pistonun doğrusal hareketini çıkış kasnağında dönüş hareketine çevirir. Sonuçta bu kasnak dönüşü, piston silindirine buhar veren valfi kontrol eden uçan top regülatörünü çalıştırır. "Mekanik" sıfatı, bir sanat veya bilimin pratik uygulamasında ve ayrıca mekanik tarafından ele alınan hareket, fiziksel kuvvetler, özellikler veya etkenlerle ilgili veya bunların neden olduğu beceriyi belirtir. Benzer şekilde Merriam-Webster Sözlüğü "mekanik" kelimesini makine veya aletlerle ilgili olarak tanımlar. Bir makineden geçen güç akışı levye kolları, dişliler, otomobiller ve robotik sistemlere kadar çeşitli cihazların performansını anlama yolunu verir. Alman mekanist Franz Reuleaux, "makine, doğanın mekanik kuvvetlerinin belirli hareketlerle birlikte iş yapmaya zorlanabileceği şekilde düzenlenmiş dirençli cisimlerin bir bileşimidir" diye yazmıştır. Kuvvet ve hareketin gücü tanımlamak için birleştiğine dikkat ediniz. Daha yakın zamanlarda, Uicker ve diğerleri makinenin "güç uygulamak veya yönünü değiştirmek için bir cihaz" olduğunu belirttiler. McCarthy ve Soh makineyi "genellikle bir güç kaynağından ve bu gücün kontrollü kullanımı için bir mekanizmadan oluşan sistem olarak tanımlar. Makine elemanları. Bir makinenin temel mekanik bileşenlerine makine elemanları denir. Bu elemanlar üç temel türdür (i) gövde parçaları, yataklar, miller, kamalar, bağlantı elemanları, contalar ve yağlayıcılar gibi "yapısal bileşenler", (ii) dişli takımları, kayış veya zincir tahrikleri, bağlantılar, kam ve izleyici sistemleri, frenler ve kavramalar dahil gibi çeşitli şekillerde hareketi kontrol eden "mekanizmalar" ve (iii) düğmeler, elektrik anahtarları, göstergeler, sensörler, tahrik elemanları ve bilgisayar kontrolörleri gibi "kontrol bileşenleri" 'dir. Makine elemanı olmasa da makinenin mekanik parçaları ile kullanıcıları arasında stil ve operasyonel arayüzü sağlayan makine gövdesinin şekli, dokusu ve rengi önemlidir. Yapısal bileşenler. Bir dizi makine elemanı, çerçeve, yataklar, kamalar, yay ve contalar gibi önemli yapısal işlevler yapar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16221", "len_data": 4325, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.75 }
Palinoloji, Botanik'in polen ve sporları araştıran alt bilim dalıdır. Palinoloji terimi ilk kez Hyde ve Williams tarafından 1944'te kullanılmıştır. Etimolojik olarak, Hyde ve Williams "palinoloji"yi, Yunanca "paluno" (serpmek) ve "pale" (toz) kelimelerinden türetmiştir. Özellikle son yıllarda yapılan önemli araştırmalar ve bulgularla palinoloji çok gelişmiştir. Birçok alt dalının (adli palinoloji, polen fizyolojisi, polen morfolojisi vb.) çıkmasının yanı sıra, palinoloji tıbbi araştırmalar açısından da fazla ilerleme kaydetmiştir. Tıbbi açıdan kaydedilen gelişmenin en büyük nedeni polenlerin alerjik reaksiyonlar oluşturup neden olduğu hastalıklar (astım vs.) üzerine yapılan yeni araştırmalardır. Aynı zamanda, polenleri yiyecek olarak toplayan hayvanlar (bal arısı vb.) üzerinde yapılan araştırmalarda palinolojinin gelişmesinde ve yeni palinoloji alt dallarının oluşmasında büyük bir role sahiptir. Bunların dışında, palinoloji aynı zamanda fosilleşmiş polenleri de incelediğinden, jeoloji ile yakından ilgili yeni palinoloji alt dalları oluşmuştur. Alt dalları. Palinoloji dört alt dala ayrılmaktadır: Polen bilimi olan palinolojiden, coğrafya, arkeoloji, iklim değişimi, jeoloji, bal analizi ve tıp alanlarından yararlanılır. Kendi içinde stratigrafik (tabakabilimsel) palinoloji ve güncel palinoloji olarak ikiye ayrılır. Güncel bitki spor ve polenlerini güncel palinoloji inceler. Kendi içinde, bal polenlerini inceleyen melissopalinoloji ve atmosfer polenlerini inceleyen aeropalinoloji olarak ikiye ayrılır. Tortul tabakalar ve kömür tabakaları içindeki polenleri ise stratigrafik palinoloji inceler. Bu çalışmalar jeolojide katmanların diziliminin anlaşılmasında, eski zamanların iklim ve bitki örtüsünün belirlenmesi ile petrol ve kömür aramalarında önemlidir. Paleocoğrafya. Polenlerin dayanıklı ve sert kabukları (exine) uzun yıllar bozulmadan kalmalarını sağlamaktadır. Bitki yaşamına uygun olmaya koşullarda bile milyonlarca yıl varlıklarını korurlar. Bir diğer özellikleri polenlerin şekillerinin bitkiye özgü olmasıdır. Polen ve sporlardan son zamanlara kadar sadece familyaları belirlene biliyorken günümüzde tür ve cinsi tespit edilmektedir. Hava akımları ile taşınan polenler göl, bataklık, toprak, buzullar, kömür, bal içinde birikmektedir. Bataklı ve göl tabanları hareketsiz oluşları ve havasız ortam nedeniyle araştırmalar açısından daha değerlidir. Haliçler, sığ denizler, deltalarda korunmuş polenlere rastlanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16222", "len_data": 2453, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.03 }
Kolera, "Vibrio cholerae" isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. Klasik belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Kusma ve kas krampları da eşlik edebilir. İshalin şiddetine bağlı olarak saatler içinde dehidratasyon ve elektrolit dengesizliği oluşabilir. Bu durum gözlerin içe çökmesi, ciltte soğukluk ve elastikliğin azalması ile el ve ayak derisinde buruşmaya yol açar. Dehidratasyon deri renginin maviye dönmesine sebep olabilir. Belirtiler bakterinin vücuda alınmasından iki saat ile beş gün sonrasında başlar. Koleranın etkeni olan "Vibrio cholerae" bakterisinin hastalık yapma özelliği alt tiplerine göre değişiklik gösterir. Kolera çoğunlukla bakteriyi içeren insan dışkısının su ve yiyeceklere karışması ile yayılır. İyi pişmemiş deniz ürünleri önemli bir bulaş sebebidir. İnsan kolera bakterisinin tek konağıdır. Risk faktörleri arasında yetersiz sanitasyon, temiz içme suyuna ulaşım zorlukları ve yoksulluk bulunur. Kolera tanısı dışkı (gaita) testi ile konabilir. Hızlı test çubukları mevcutsa da kesinliği daha düşüktür. Koleradan korunma yollarının başında sanitasyon ve temiz su temini gelir. Ağız yoluyla verilen kolera aşıları yaklaşık altı ay koruma sağlar. Bu aşılar aynı zamanda "E. coli" bakterisinin sebep olduğu ishali de önlemektedir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Bu tedavide kaybedilen su ve elektrolitlerin hafif şekerli ve tuzlu çözeltilerle yerine konması amaçlanır. Çinko takviyesi çocuklarda fayda sağlar. Ağır vakalarda Ringer laktat çözeltisi gibi damar içi sıvı takviyeleri ile antibiyotik tedavisi de gerekebilir. Hangi antibiyotiğin koleraya etki ettiğinin test edilmesi ilaç seçimine yardımcı olmaktadır. Kolera yılda 3-5 milyon insanı etkilemekte ve 28.800-130.000 ölüme yol açmaktadır. Bir pandemi olarak sınıflandırılsa da yüksek gelirli ülkelerde nadir görülür. Çoğunlukla çocuklar etkilenmektedir. Kolera salgınları kısa sürede hızla yayılabildiği gibi (epidemi) belli bölgelerde sürekli ve sabit yoğunluklu bir şekilde (endemik) seyredebilir. Afrika ve Güneydoğu Asya halen hastalık riskinin bulunduğu bölgelerdir. Ölüm riski genel olarak %5'in altındadır, ancak %50'ye kadar çıkabilir. Tedaviye ulaşılamaması ölüm oranlarının artmasına sebep olmaktadır. Koleranın en eski anlatımları MÖ 5. yüzyıldaki Sanskrit metinlerinde bulunmuştur. İngiliz hekim John Snow'un 1849-1854 yıllarında yaptığı kolera araştırması epidemiyoloji alanında önemli gelişmelerin sağlanmasına neden olmuştur. Son 200 yılda yedi büyük salgına yol açan kolera milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. 1817′de Japonya'da, 1826′da Moskova'da, 1831′de Berlin'de, Paris'te ve Londra'da salgınlar başlamıştır. Sonrasında Londra'dan göçmenlerle Kanada'ya ulaşan salgınlar birçok insanın ölümüne neden olmuş ve ardından 1892 yılında Hamburg'da salgın yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki en büyük kolera salgınları 1892-1894 salgını ile 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır, ordu personeli ve muhacirler arasında ciddi zayiata sebep olmuştur. Tedavi. Ölüm riski çok yüksek olan ve bugün hâlâ binlerce insanın ölümüne yol açan koleranın tedavisi aslında fazlasıyla basittir. "Oral rehidrasyon tedavisi" (ağızdan sıvı tedavisi) olarak da adlandırılan tedavi ile kolera hastaları kısa sürede sağlıklarına kavuşabilirler. Bu tedavide, kaybedilen su ve elektrolit (sodyum, potasyum, klor, bikarbonat) kaybını yerine koyabilmek ve normal beslenemeyen hastaya enerji sağlayabilmek amacıyla, hastaya vücudun normal sıvı-elektrolit dengesine eşdeğer (izotonik) bir tür tuz ve glikoz karışımı içirilir. Herhangi bir şey içemeyecek durumda olan daha ağır hastalara (toplam hastaların yaklaşık %10-20'si) ise karışım damardan verilir. Durumu çok ağır ve acil olan hastalara ise tetrasiklin ve tetrasiklin benzeri antibiyotiklerle antibakteriyel tedavi uygulanır. Antibakteriyel ilaç tedavisi. Erken dönemde ağızdan uygulanacak etkin bir antibakteriyel ilaç ile 48 saat içinde "Vibrio cholerae" basillerinin yok edilmesi, dışkı hacminin %50'ye varan oranlarda azaltılması ve ishalin durdurulması mümkündür. Hangi ilacın seçileceğini hastalığa yakalananların dışkı örneklerinden yalıtılan "V. cholerae" suşunun hangi antibakteriyel(ler)e duyarlı olduğu belirler. Salgın Sebebi Olan "V. Cholerae" Suşlarının Genellikle Duyarlı Olduğu Antibakteriyel İlaçlar Şunlardır: Kalıcı dişlerinin tamamını henüz çıkarmamış (genellikle 8 yaşından küçük) çocuklara yönelik tedavide tetrasiklin, düşük olasılıkla da olsa dişlerde kalıcı renk bozukluklarına yol açmak gibi bir yan etkisi olduğu için, tercih edilmeyebilir. Önlem. Her şeyden önce su kaynaklarının ve içme suyunun temiz olması çok önemlidir. Eğer kullanılacak suyun temizliğinden şüphe varsa, suyun önce kaynatılıp sonra kullanılması daha sağlıklı olacaktır. Dışkıların hijyenik bir biçimde yaşama ortamından uzaklaştırılması, düzgün bir kanalizasyon sistemi çok önemli bir faktördür. Pişmemiş yiyeceklerin yenmemesi, çiğ gıdalardan uzak durmak ve özellikle çiğ balık ve kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmemesi koleraya karşı korunmak için önemlidir. Aşı. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez. Geçmişteki kolera aşılarından daha iyi bir bağışıklığı sağlasalar ve daha az yan etki barındırsalar da, bu aşılar hâlâ ideal seviyeye ulaşamamıştır ve bu yüzden de birçok ülkede kullanılmamaktadır. İdeal bir kolera aşısı için yapılan araştırmalar hâlâ devam etmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16226", "len_data": 5667, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.67 }
Tercüman-ı Ahvâl (Osmanlıca: ترجمان احوال), İstanbul'da 1860-1866 arasında yayımlanan ilk özel gazetedir. 22 Ekim 1860'ta Agah Efendi ve Şinasi tarafından çıkarıldı. Önceleri Pazar günleri çıkan gazete, 22 Nisan 1861'deki 25. sayısıyla birlikte haftada üç gün (Pazar, Salı, Perşembe) yayımlanmaya başladı. Gazete, zamanla "Ceride-i Havadis" gazetesiyle rekabet edebilmek için yayınını beş güne çıkardı. Bahçekapı'da bir matbaada basılan gazete, matbaanın altındaki bir tütüncü dükkânından satılıyordu. Ahmed Vefik Paşa, Ziya Paşa ve Refik Bey'in sık sık bu gazetede yazıları yer aldı. Bu yazılarda Osmanlı toplumunun geri kalma nedenleri ve ülkede olup bitenler tartışılıyordu. Ancak 24. sayısından sonra Şinasi ayrılmıştır. Ayrıca edebi eserlerin de yayımlandığı gazetede, Batılı anlamda ilk Türkçe oyun olan Şinasi'nin "Şair Evlenmesi" de (1860) dizi olarak yayınlamıştı. Gazete, Ziya Paşa'nın kaleme aldığı sanılan ve eğitim sistemine sert eleştirilerde bulunan bir yazı yüzünden Mayıs 1861'de iki hafta süreyle kapatıldı. Bu olay Türk basınında yayın durdurmanın ilk örneği oldu. 792 sayı yayımlanan Tercüman-ı Ahval'in 11 Mart 1866'da yayınına son verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16227", "len_data": 1161, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.65 }
Henry David Thoreau (12 Temmuz 1817 - 6 Mayıs 1862), Amerikalı harita mühendisi, yazar, filozof, şair, tarihçi, kölelik karşıtı, vergi direnişçisi, kalkınma eleştirmeni ve natüralist. Hayatı. 1817 yılında Massachusetts eyaletine bağlı Concord'da doğdu. Harvard Üniversitesi'nden 1837 yılında mezun oldu. Hiçbir zaman geleneksel bir öğrenci olmamıştı, okul yıllarında transandantalizme ve Ralph Waldo Emerson'a olan ilgisi başladı. Harvard'dan mezun olunca bir süre babasının dükkânında çalıştı, daha sonra bir okulda öğretmenlik yaptı. Düşüncesel anlamda fazlasıyla etkisinde kaldığı ve ömür boyu dostu olacak Emerson 1841'de onu evine davet etti ve Thoreau 1843'e kadar sık aralıklarla Emerson'da kaldı. Emerson'ın asistanı gibiydi, "The Dial" isimli transendentalist dergiye şiir ve nesirleri ile katkıda bulundu. 1845 yılında Concord şehrinin dışında bulunan Walden Gölü kıyısında, Emerson'a ait olan bir arazinin üstüne bir kulübe inşa etti. Burada geçirdiği iki yılın meyvesi olarak "Walden" kitabını yazdı. Walden gölünün kıyısında geçirdiği doğayla bütünleşik ama yalnız iki yılın bir diğer meyvesi de, 1849'da yayınlanan, "A Week on the Concord and the Merrimack Rivers" (Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta) idi. Thoreau'nun sağlığında yayımlayabildiği sadece bu iki kitabı vardır. Diğer eserleri ve günlükleri ölümünden sonra yayınlanmıştır. 1854'te yayınladığı başyapıtı "Walden" Amerika'nın en önemli entelektüel akımlarından biri olan New England Transandantalizmi için bir örnek eserdir. Eserde yer alan çevre konusundaki düşünceler ise modern çevreciliğin ve çevre korumanın en önemli satırlarıdır diyebiliriz. Amerikan düşünce tarihi, transendentalizm ve naturalizmde bıraktığı izler ne kadar önemliyse, "Sivil İtaatsizlik" (Civil Disobedience, 1849) isimli makalesi de siyasi tarihe bıraktığı iz de o kadar önemlidir. Meksika savaşı yüzünden ki ona göre bu savaş sadece köleliği geliştirmek içindi, ödemeyi reddettiği vergi sonucu hapiste geçirdiği bir gece, onun "Sivil İtaatsizlik" isimli makalesini yazmasına neden olmuştur. Daha sonraları Gandi'nin en büyük ilham kaynağı olacak bu makale Thoreau'nun belki de en ünlü eseridir. Gandi'nin dışında Tolstoy ve Martin Luther King gibi önemli isimler de Thoreau'nun düşüncelerinden ve eserlerinden ilham almışlardır. Thoreau, 1862'de, birkaç küçük gezi ve Harvard'daki öğrencilik dönemi dışında hiç ayrılmadığı Concord şehrinde, geçirdiği tüberküloz yüzünden ölmüştür. Bütün eserleri 20 cilt halinde 1906'da basılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16230", "len_data": 2500, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.82 }
Baden Württemberg Güneybatı Almanya'da bir eyalettir. Nüfusa ve alana göre üçüncüdür. Başkenti Stuttgart'tır. Diğer önemli kentleri ise Konstanz, Freiburg, Karlsruhe, Mannheim, Tübingen ve Heidelberg'dir. Almanya'nın en zengin eyaletlerinden birisidir ve işsizlik oranı %5'in altındadır. Almanya'nın otomobil endüstrisinin büyük bir bölümünü oluşturan firmalar bu eyalette bulunmaktadırlar. Ayrıca eğitim kalitesinin en yüksek olduğu eyaletlerden biridir. Yoğun şivenin konuşulduğu bir eyalettir. Özellikle, Badisch ve Schwäbisch konuşulur. Eyalet batıda Fransa ve Rheinland-Pfalz, güneyde İsviçre, kuzeyde Hessen, doğuda ise Bavyera ile komşudur. Kara Orman (Schwarzwald) ilin ana ormanını teşkil etmektedir. Baden-Württemberg, özellikle otomobil imalatı, elektrik mühendisliği, makine mühendisliği, hizmet sektörü ve daha fazlası olan çeşitli endüstrilerdeki güçlü ekonomisiyle tanınır. Almanya'da üçüncü en yüksek brüt bölgesel ürün (GRP) sahibidir. “Avrupa için Dört Motor”'un parçası en büyük Alman şirketlerinin bazılarının merkezi Baden-Württemberg'dedir, bunlara Mercedes-Benz Group, Schwarz Group (Lidl, Kaufland), Porsche, Bosch ve SAP dahildir. Coğrafya. Baden-Württemberg, Rheinland-Pfalz, Hessen ve Bavyera Alman eyaletleriyle sınır komşusudur ve ayrıca Fransa (Grand Est bölgesi) ve İsviçre (Basel-Landschaft, Basel-Stadt, Aargau, Zürih, Schaffhausen kantonları ve Thurgau) ile de komşudur. Baden-Württemberg'in büyük şehirlerinin çoğu, Tübingen, Stuttgart, Heilbronn, Heidelberg ve Mannheim eyaletinden geçerek aşağı yönde (güneybatıdan merkeze, sonra kuzeybatıya) akan Neckar Nehri kıyılarındadır. Ren batı sınırını ve güney sınırının büyük bölümlerini oluşturur. Eyaletin merkezi sıradağları olan Kara Orman (Schwarzwald), Yukarı Ren vadisi'nin doğusunda yükselir. Neckar, Kara Orman ve Tuna arasındaki Swabian Alb yüksek platosu, önemli bir Avrupa havzasıdır. Baden-Württemberg, Konstanz Gölü'nü (Bodensee, bölgesel olarak Swabian Denizi olarak da bilinir) İsviçre, Avusturya ve Bavyera ile paylaşır, sularındaki uluslararası sınırlar açıkça tanımlanmamıştır. Alp'lerin (Allgäu olarak bilinir) eteklerini Bavyera ve Avusturya Vorarlberg ile paylaşır ancak Baden-Württemberg'in Avusturya ile anakarada sınırı yoktur. Tuna'nın geleneksel olarak Brigach ve Breg nehrinin Donaueschingen'in hemen doğusunda birleşmesiyle oluştuğu kabul edilir. Donaueschingen'de Tuna'ya akan Donaubach'ın kaynağı genellikle "Tuna'nın kaynağı" ("Donauquelle") olarak anılır. Hidrolojik olarak, Tuna'nın kaynağı, Furtwangen yakınında yükselen iki biçimlendirici nehirden daha büyük olan Breg'in kaynağıdır. Eğitim. Baden-Württemberg Almanya'daki Freiburg, Heidelberg ve Tübingen gibi birçok eski, prestijli ve meşhur üniversitelerin merkezidir. Diğer üniversiteler Konstanz, Karlsruhe, Mannheim ve Ulm şehirlerinde bulunur. Ayrıca başkent eyalet olan Stuttgart da iki üniversite bulunur. Bunlar, Hohenheim Üniversitesi ve Stuttgart Üniversitesi. Ludwigsburg meşhur ulusal film okulu Filmakademie Baden-Württembergin merkezidir. Dil. Baden-Württemberg'in çoğu yerlerinde, Svabyacanın farklı lehçesi ("Schwäbisch") ve 'Badisch'/Allemanic kullanılır. Fakat kuzey Almanların çoğu bu lehçeleri anlayamaz. Bu lehçeler kırsal kesimlerde daha yoğun kullanılır. Politika. Devlet Baden-Württemberg parlamentosu, eyalet meclisidir (Almanca: Landtag). Baden-Württemberg'in seçmeni komşusu Bavyera gibi muhafazakârdır. Baden-Württemberg siyasetine geleneksel olarak, Nisan 1952'de devletin kuruluşundan bu yana 2011'e kadar tek bir hükûmet dışında hepsini yöneten başkanlar muhafazakar Hristiyan Demokrat Birliği üyesiydi. 27 Mart 2011'de yapılan “eyalet meclisi“ seçimlerde, seçmenler Hristiyan Demokratlar ve merkez sağ Hür Demokratlar koalisyonunun yerine eyalet parlamentosunda dört sandalyeli çoğunluğu kazanan Yeşiller ve Sosyal Demokratlar‘ı seçti. Yeşiller şaşırtıcı şekilde Sosyal Demokratların 35 sandalyesinden bir tane daha fazla olan 36 sandalye kazandığından Yeşiller liderliğinde hükümet kuruldu. Winfried Kretschmann, Almanya genelinde Yeşiller üyesi ilk eyalet başkanı oldu. 2016'da Yeşiller, Winfried Kretschmann ile seçmenlerce seçildi ve en iyi sonuçla Alman tarihinde ilk kez birinciliği kazandı. Ancak Sosyal Demokratların ağır kayıplar vermesi yüzünden Hıristiyan Demokrat hasımları ile büyük bir koalisyon hükümeti kurmak zorunda kaldılar. 1992'den 2001'e kadar, Cumhuriyetçi partinin Eyalet meclisinde sandalyeleri vardı. Yönetim. Baden-Württemberg 35 ilçeye (Landkreise) ve 9 bağımsız şehre (Stadtkreise), ayrıca her biri Freiburg, Karlsruhe, Stuttgart ve Tübingen olmak üzere dört Yönetimsel Bölgede "Regierungsbezirk") gruplanmıştır. Map Map Baden-Württemberg'te herhangi bir bölgeye ait olmayan şu dokuz bağımsız şehir vardır: Diğer devlet kurumları. Baden-Württemberg Genel Denetleme Ofisi, kamu dairelerinin kamu fonlarını doğru şekilde kullandığını denetlemek için bağımsız bir organ olarak hareket eder. Ekonomi. Baden-Württemberg, Almanya'nın diğer bölgelerine kıyasla nispeten az doğal kaynağı olmasına rağmen, eyalet tarihsel olarak genelde az işsizlik oranıyla Avrupa'nın en müreffeh ve en zengin bölgelerindendir. Eyaletin ekonomik performansı, gelişmiş altyapısından yararlanır. Berlin, Bremen ve Hamburg şehir devletlerinin yanı sıra Baden-Württemberg tüm Alman eyaletleri arasında ortalama tren ve otobüs güzergahlarının en kısa dördüncüsü geçer. Baden-Württemberg, en yüksek ihracata (2019) ve üçüncü en yüksek ithalata (2020), %4.3 ile ikinci en düşük işsizlik oranına (Mart 2021), kişi başına en fazla bekleyen patente (2020), "gizli şampiyonlar" olarak kabul edilen en yüksek ikinci mutlak ve en yüksek nisbi şirket sayısına, ve Almanya'daki tüm eyaletler arasında en yüksek mutlak ve nisbi araştırma ve geliştirme harcamasına (2017) ve en yüksek ölçülen inovasyon endeksine (2012) GRP'ye göre (Kuzey Ren-Vestfalya ve Bavyera‘nın arkasından) 524,325 milyar Euro (yaklaşık 636,268 milyar ABD Doları) ile üçüncü en yüksek Gayri safi yurt içi hasılaya (GRP) (2019 itibarıyla) sahiptir. 2018 itibarıyla, Baden-Württemberg tüm Alman eyaletleri arasında otomotiv sanayinde en çok çalışana (233,296), ve tüm Alman eyaletlerinin en çok üçüncü motorlu taşıt sayısına sahiptir (2020). Baden-Württemberg egemen bir ülke olsaydı (2020), nominal gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) açısından İsveç'inki ile karşılaştırılabilir bir ekonomisi olurdu. Bir dizi tanınmış şirketin merkezi, örneğin Mercedes-Benz Group, Porsche, Robert Bosch GmbH (otomobil sanayi), Carl Zeiss AG (optik), SAP (Avrupa'nın en değerli markası ve en büyük Amerikan olmayan yazılım kuruluşu) ve Heidelberger Druckmaschinen AG (hassas makine mühendisliği) bu eyalettedir. Buna rağmen, Baden-Württemberg ekonomisine küçük ve orta ölçekli işletmeler hakimdir. İşlenebilir doğal kaynaklar (önceden kurşun, çinko, demir, gümüş, bakır ve tuzlar) açısından fakir ve birçok alanda hala kırsal olmasına rağmen, bölge yoğun bir şekilde sanayileşmiştir. 2003 yılında 20'den fazla çalışanı olan yaklaşık 8,800 imalat işletmesi vardı ancak sadece 384'ünün 500'den fazla çalışanı vardı. Baden-Württemberg kurumsal ailesinde toplamda 1,000-5,000 çalışanı olan 3,779 şirket vardır. İkinci kategori, sektörde istihdam edilen 1.2 milyon kişinin %43'ünü oluşturur. Orta ölçekli şirketler, Baden-Württemberg ekonomisinin bel kemiğidir. Orta ölçekli işletmeler ve farklı endüstriyel sektörlere dallanma geleneği, geniş bir yelpazede uzmanlaşmayı sağlamıştır. "Eski" Federal Cumhuriyet'in endüstriyel brüt katma değerinin beşte biri Baden-Württemberg tarafından üretilir. 2003 yılında imalat cirosu, %43'ü ihracattan geldi ve 240,000 milyonu aştı. Bölge ekonomisinin büyük uyum kabiliyeti genelde krizlere yardımcı olmasına rağmen, bölge bir dereceye kadar küresel ekonomik gelişmelere bağlıdır. İmalat sanayinde çalışanların yarısı makine ve elektrik mühendisliği ve otomobil yapımında çalışmaktadır. Burası aynı zamanda en büyük işletmelerin bulunduğu yerdir. Hassas mekanik endüstrisinin önemi, optik, saat yapımı, oyuncak, metalurji ve elektronik sanayii gibi bölge sınırlarının ötesine de uzanır. Eskiden bölgenin çoğuna hakim olan tekstil endüstrisi, Baden-Württemberg'den kayboldu. Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) Devlet ve sanayi tarafından ortaklaşa finanse edilir. 2001 yılında, Almanya'da Ar-Ge alanında çalışan 100,000'den fazla kişinin beşte birinden fazlası Baden-Württemberg'deydi ve bunların çoğu Stuttgart bölgesindeydi. Baden-Württemberg aynı zamanda en yüksek GSYİH'ye sahip bölgedir. 2007'de "Initiative for New Social Market Economy" (Almanca: Initiative Neue Soziale Marktwirtschaft) (INSM)) adlı halkla ilişkiler kampanyası ve " Wirtschaftswoche", 16 eyalet arasında "ekonomik açıdan en başarılı ve en dinamik eyalet" olduğu için Baden-Württemberg'i ödüllendirdi. İşsizlik oranı Ekim 2018'de %3 seviyesindeydi ve Almanya'da yalnızca Bavyera'nın ardından en az ikinci ve Avrupa Birliği'nde ise en azıydı. Turizm. Baden-Württemberg popüler bir tatil yeridir. Şehir mimarisi ve atmosferi (meşhur şehir parkları ve tarihi Wilhelma hayvanat bahçesi) ile aynı zamanda hem modern hem de tarihi başkent, en büyük şehir Stuttgart, kaleler (Solitude sarayı gibi), araba ve sanat müzelerinin yanı sıra zengin kültürel program (tiyatro, opera), Stuttgart-Bad Cannstatt'taki mineral kaynağı hamamlar ve Almanya'daki kentsel bir bölgede üzüm bağları olan tek büyük şehir (aynı zamanda Roma tapınak yeri) olan Kastra görülecek yerler arasındadır. Ludwigsburg ve Karlsruhe (saray) kasabaları, lüks Baden-Baden kaplıcaları ve kumarhaneleri, Orta Çağ mimarisiyle ünlü Ulm (Ulm Katedrali dünyanın en yüksek kilisesidir), yukarıdan Neckar Nehri'ne bakan eski kaleler, canlı, genç ama geleneksel Heidelberg ve Tübingen üniversite kasabaları popüler küçük kasabalardır. Reichenau Adası ve Maulbronn (her ikisi de Dünya Mirası alan'larıdır) hem de Bebenhausen manastırı gibi eski manastırların yerleri bulunabilir. Baden-Württemberg ayrıca Biberach, Esslingen am Neckar, Heilbronn, Ravensburg, Reutlingen, Künzelsau, Schwäbisch Hall ve Aalen ile Almanya'nın en güneyinde ve en güneşli şehri Freiburg gibi Alsace ve İsviçre'ye yakın, geleneksel köyleri ve Güney Baden'in Ren vadisi'ndeki şarap ülkesiyle yakındaki Kara Ormanın (örneğin, kışın kayak için veya yazın yürüyüş için) yükseklerini keşfetmek için ideal üs olan zengin eski Özgür İmparatorluk Şehirleri'ne sahiptir. Yemyeşil Yukarı Neckar vadisinin kırsalı (Fastnacht karnavalıyla ünlü Rottweil'ın olduğu) ve bozulmamış Tuna vadisinin Svabya Alpleri (Hohenzollern Kalesi ve Sigmaringen kalesi ile) ayrıca bakir Swabian ormanı, Yukarı Ren vadisi ve her türlü su sporunun popüler olduğu Konstanz Gölü, eski İmparatorluk bugün sınır kasabası Konstanz (Konstanz Konseyi'nin yapıldığı yer), Unteruhldingen'deki Cilalı Taş Devri ve Tunç Çağı köyü, çiçek adası Mainau ve Zeplin, Friedrichshafen a.o.'nun memleketi yaz aylarında açık hava etkinlikleri için özellikle popülerdir. İlkbahar ve sonbaharda (nisan/mayıs ve eylül/ekim), Stuttgart'taki Cannstatter Wasen'da bira festivalleri (eğlence fuarları) düzenlenir. Sonbaharda düzenlenen Cannstatter Volksfest, Münih'ten Oktoberfest sonra dünyanın bu türdeki en büyük ikinci festivalidir. Kasım sonu ve aralık başında Noel pazarı tüm büyük şehirlerde turist mıknatısı haline gelir ve en büyüğü Noel'den önceki üç hafta boyunca Stuttgart'ta olur. Bertha Benz Hatıra Yolu, Bertha Benz'in Ağustos 1888'de otomobille yaptığı dünyanın ilk uzun mesafe seyahatine adını veren Mannheim'dan Heidelberg ve Wiesloch üzerinden Pforzheim'a ve oradan geri dönen 194 km'lik tabelalarla işaretli manzaralı bir rotadır. Baden-Württemberg ayrıca Rust'daki Almanya'daki en büyük tema parkını ve Disneyland Paris'ten sonra Avrupa'daki en popüler ikinci tema parkı Europa-Park'ı kapsar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16234", "len_data": 11729, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.14 }
Hüsn ü Aşk (günümüz Türkçesiyle "Güzellik ve Aşk"), Şeyh Galip tarafından yazılan mesnevi. Beyit sayısı 2.041 olan eser, aruz ölçüsünün "mef'ûlü mefâ'îlün fe'ûlün" kalıbı ile kaleme alınmıştır. Kendisi bu eseri, 1782'de girdiği bir iddia üzerine altı ayda yazmıştır. Son dönem divan edebiyatının en önemli örneklerinden biri olmasının yanı sıra, tasavvufi alt yapısı ve sembolizmi ile genel olarak edebiyat ve spiritualizm açısından çok önemli bir eserdir. Eserin kahramanları, Hüsn (Güzellik) ve güzelliğe yönelişin sonucu olan Aşk'tır. Eserin her bir satırında kişi isimlerinden yer isimlerine ve benzetmelere kadar tasavvufi simgeler bulunur. Sebk-i Hindî (Hint üslubu) ile kaleme alınmıştır. Eserin konusu. "Hüsn ü Aşk", kurgusal anlamda Hüsn (Güzellik) isminde bir kız ile Aşk isminde bir erkeğin aşkını anlatan, tasavvufi bir tema ve temele sahip bir mesnevidir. Mesnevide anlatılan hikâye şöyledir: "Sevgioğulları" ("Benî Mahabbet") isimli bir Arap kabilesi vardır. Bir gece bu kabilede bir kız, bir de erkek çocuk doğar. Erkeğe "Aşk" kıza "Hüsn" ismini verirler, bu ikisini birbirlerine nişanlarlar. Öğrenim zamanları gelince ikisi de "edep" okuluna giderler, bu okulda "Mollâ-yı Cünun" isimli büyük bir hoca vardır. Bu sıralarda Hüsn, Aşk'a âşık olur. İkisi zaman zaman "mânâ gezinti yeri"ne gitmekte gezinmekte, sohbet etmektedirler. Bu gezinti yerinde "Suhan" isimli bir mihmandar (misafir ağırlayan kişi) vardır ki bu kişi her şeyi bilen çok büyük bir insandır. Fakat "Hayret" isimli kudretli bir kişi Hüsn ile Aşk'ın görüşmesine mâni olur. Bir süre Suhan yoluyla mektuplaşırlar. Aşk'ın "Gayret" adında bir lalası vardır ve sonunda ikisi Aşk'ın gidip Hüsn'ü kabile büyüklerinden istemesi konusunda anlaşırlar. Kabile büyükleri ise Aşk'ın bu arzusuyla alay eder ve eğer Hüsn'e kavuşmak istiyorsa "Kalp" ülkesine gidip "Kimyâ"yı alıp gelmesi gerektiğini söylerler. Yolun ne denli zorlu ve korkunç olduğunu da anlatırlar. Aşk; yolda dev, cin ve cadılarla karşılaşacak, ateşten bir denizden geçmek zorunda kalacaktır. Aşk ile Gayret, Kalb ülkesine yola koyulurlar ve başlarından birçok badire geçer. Her badirede onları Suhan kurtarır. Mutlu sonla biten hikâyede işin sonunda Aşk'ın Hüsn'ü kendinden ayrı sanmasının onu yanlış yollara düşüren şey olduğunu; aslında Aşk'ın Hüsn, Hüsn'ün de Aşk olduğunu, birlikte ikiliğin var olmayacağını aslın "birlik" (teklik) olduğu mesajı ile karşılaşılır. Kahraman ve yerlerin isimlerinden hikâyenin sonucuna kadar neredeyse her unsur tasavvufi bir anlam taşımaktadır [Örneğin Hüsn ile Aşk seven ve sevileni yani hüsn-i mutlak (Allah) ile dervişi; edep, dergâhı; Munlâ-yı Cünun, mürşidi; Kalp şehri, Allah'ın tahtı olan gönlü ve oraya yapılan seferin, çile dolu sevgi mücadelesinin simgeleridir.]. Bu nedenle "Hüsn ü Aşk", tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir eserdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16249", "len_data": 2821, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.41 }
Georges Pompidou, (5 Temmuz 1911 – 2 Nisan 1974, Paris) Fransız siyasetçi. 1962-1968 arası başbakanlık, 1969'dan ölümüne değin cumhurbaşkanlığı yaptı. II. Dünya Savaşı öncesinde öğretmen olan Pompidou, 1944-1946 arasında Charles de Gaulle'ün özel kurmayında görev aldı. 1946-1957 arasında Fransa'nın en yüksek idari mahkemesi olan Devlet Şurası'nda dilekçe görevlisi olarak çalıştı. 1955'te Rothschild Bankası'na girdi. 1959'da bankanın genel müdürü oldu. Haziran 1958-Ocak 1959 arasında de Gaulle'ün kabine direktörü oldu. De Gaulle Ocak 1959'da cumhurbaşkanı olunca Anayasa Konseyi üyeliğine getirildi. 1961'de Cezayir'e gönderildi ve ateşkesin sağlanmasında rol oynadı. Bunun üzerine de Gaulle, Nisan 1962'de kamuoyunda hiç tanınmayan Pompidou'yu başbakanlığa atadı. Aralık 1962-Ocak 1966, Ocak 1966-Mart 1967 ve Nisan 1967-Temmuz 1968 arasında üç ayrı hükûmete başbakanlık etti. Mayıs 1968'de başlayan öğrenci eylemleri ve grev dalgasının sona ermesini sağlayan görüşmelere katıldı. Ertesi yıl görevinden ayrılan de Gaulle'ün yerine cumhurbaşkanı seçildi. 2 Nisan 1974'te Paris'te kanserden öldü. Gençlik ve Erken Dönem. Bir öğretmenin oğlu olan Pompidou, École Normale Supérieure'den mezun oldu ve ardından Marsilya ve Paris'te okul öğretmenliği yaptı. Dünya Savaşı sırasında teğmen olarak savaştı ve Croix de Guerre'yi kazandı. 1944'ün sonlarında, o zamanlar geçici Fransız hükûmetinin başkanı olan Charles de Gaulle ile tanıştırıldı. O sıralarda Pompidou siyasete tamamen yabancıydı, ancak kısa sürede de Gaulle'ün politikalarını yorumlama ve sunma konusunda usta olduğunu kanıtladı. Pompidou 1944'ten 1946'ya kadar de Gaulle'ün kişisel kadrosunda görev yaptı ve Ocak 1946'da de Gaulle'ün başbakanlıktan ani istifasının ardından onun “gölge kabinesinin” bir üyesi olarak kaldı. Daha sonra turizmden sorumlu genel komiser yardımcısı (1946–49) ve ayrıca Fransa'nın en yüksek idari mahkemesi olan Conseil d'État'ta maître des requêtes görevini yürüttü (1946–57). 1955'te Paris'teki Rothschild bankasına girdi, burada yine mesleki nitelikler olmadan hızla genel müdür olmak için yükseldi (1959). De Gaulle, Pompidou ile temasını hiçbir zaman kaybetmemişti ve Cezayir krizi sırasında (Haziran 1958) iktidara geri döndüğünde, Pompidou'yu baş kişisel asistanı olarak aldı (Haziran 1958-Ocak 1959). Pompidou, Beşinci Cumhuriyet anayasasının hazırlanmasında ve Fransa'nın ekonomik toparlanması için planların hazırlanmasında önemli bir rol oynadı. De Gaulle başkan olduğunda (Ocak 1959), Pompidou özel işlerine devam etti. 1961'de Pompidou, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ile gizli müzakereler yürütmek üzere gönderildi. Politik Hayat. Cezayir krizi çözüldü, de Gaulle Michel Debré'yi başbakan olarak değiştirmeye karar verdi ve yerine o zamanlar halk tarafından neredeyse hiç bilinmeyen Pompidou'yu atadı (Nisan 1962). Ulusal Meclis'te yapılan bir gensoru oylamasında (Ekim 1962) mağlup olan Pompidou, de Gaulle'ün aynı ay cumhurbaşkanının genel oyla seçilmesine ilişkin halk oylamasında kazandığı zaferin ardından görevine devam etti. İkinci Pompidou yönetiminin (Aralık 1962-Ocak 1966) yerini üçüncü (Ocak 1966-Mart 1967) ve dördüncüsü (Nisan 1967-Temmuz 1968) izledi. Pompidou böylece altı yıl üç aydır başbakandı, de Gaulle'ün belirttiği bir fenomen dört kuşaktır Fransız siyasetinde bilinmiyordu. Pompidou'nun duruşu muhtemelen Mayıs 1968'deki Fransız öğrenci-işçi isyanı sırasında en yüksek seviyedeydi; bu sırada işçiler ve işverenlerle müzakerelere katıldı, de Gaulle'ü gerekli reformları yapmaya ikna etti ve Grenelle Anlaşması'nı (27 Mayıs) sonuçlandırdı. nihayet grevlere son verdi. Pompidou'nun yasa ve düzenin restorasyonu için yaptığı kampanya, onun 30 Haziran 1968'deki Ulusal Meclis seçimlerinde Gaullistleri benzeri görülmemiş birçoğunluğa götürmesini sağladı. Temmuz 1968'de de Gaulle tarafından beklenmedik bir şekilde başbakanlıktan ihraç edilmesine rağmen, Pompidou prestijini korudu. ve Gaullist partide nüfuz. De Gaulle Nisan 1969'da aniden cumhurbaşkanlığından istifa ettiğinde, Pompidou başkanlık için kampanya yürüttü ve 15 Haziran 1969'da seçildi ve ikinci tur oyların yüzde 58'inden fazlasını aldı. Başkanlık döneminde Pompidou, de Gaulle tarafından başlatılan politikaları sürdürmede büyük ölçüde başarılı oldu. Arap devletleriyle dostluk ve ekonomik bağlarını sürdürdü, ancak Batı Almanya ile daha az başarılı oldu ve ABD ile ilişkilerini önemli ölçüde iyileştirmedi. Neredeyse beş yıl boyunca Fransa'ya istikrarlı bir hükûmet sağladı ve ekonomisini güçlendirdi. Ayrıca Büyük Britanya'nın AET'ye girişini de destekledi. Özel hayatı. Georges Pompidou 1935 yılında Claude Pompidou ile evlenmiştir. Çift evlendikten sonra Alain Pompidou'yü evlatlık edinmişlerdir. Alain günümüzde Pierre ve Marie Curie Üniversitesinde çalışmalarına devam etmektedir. Georges Pompidou'nün torunu Louis Maximilien Pompidou ise günümüzde Solutions Metropole'ün- yüz milyon dolarlık Fransız hukuk ve uluslararası ilişkiler danışmanlık şirketi- kurucusu ve yöneticisidir. 2019 yılında Harvard Üniversitesi tarafından yayımlanan bir araştırmada Louis Maximilien Pompidou'nün Fransız asıllı bir Amerikan vatandaşı olarak Amerikan seçimlerine maddi destekte bulunması şirkete ve dedesine Amerika çapında dikkat çekmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16250", "len_data": 5229, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.45 }
Georgi Dimitrov Mihaylov () veya bilinen adıyla Georgi Mihayloviç Dimitrov () (18 Haziran 1882, Pernik - 2 Temmuz 1949, Moskova), Bulgaristan'da sosyalist yönetimin kurucusu ve ilk başbakanı olan Bulgar siyasetçidir. Öğrenimini yarıda bıraktı ve küçük yaşlarda çalışmaya başladı. Sofya'ya yerleştikten sonra 1902'de Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisine girdi. Parti bölününce 1904'te Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde yer aldı. 1909'da Merkez Komitesi üyesi seçildi. 1913'te milletvekili oldu. 1918'de savaş karşıtı propagandadan dolayı üç yıl hapse mahkûm oldu. Fakat dört ay sonra serbest bırakıldı. Partinin 1919 yılında Bulgar Komünist Partisi adıyla yeniden örgütlenmesinde büyük rol oynadı. 1921'de SSCB'ye gitti. Burada Komintern yönetimine girdi. 1923'te Bulgaristan'da komünist ayaklanmayı yönetti. Ayaklanma bastırıldıktan sonra idama mahkûm edildi. Yurt dışına kaçarak Viyana ve Berlin'e geçti. 1929'da Komintern Orta Avrupa bölümünün başına atandı. 27 Şubat 1933'teki "Reichstag" yangının çıkmasından sorumlu tutuldu ve başka komünistlerle birlikte yargılandı. Duruşmalarda Nazi iddialarının asılsız olduğunu savundu ve beraat etti. Bu duruşmalarda yaptığı savunmayla dünya çapında ün kazandı. Ardından Moskova'ya yerleşti. Stalin tarafından Komintern'in başına getirilip 1935'teki 7. Kongrede Komintern Genel Sekreteri seçildi ve komünistlerin tüm dünyada ulusal bağımsızlık ve demokrasi adına en geniş kesimlerle ittifak kurma politikasına geçerek "faşizme karşı birleşik cephe" oluşturulması üzerine konuşma yaptı. Komintern'in feshedildiği 1943'e kadar Nazi tehdidine karşı örgütlenmede önemli rol oynadı. Aralık 1943'ten Aralık 1945'e kadar Sovyet komünist partisinin - Komintern'in feshedilmesinden sonra yeni oluşturulan - Uluslararası Politika Bölümü başına getirildi. 1946'da ülkesi Bulgaristan'a döndükten hemen sonra komünist partinin ve komünistlerin egemenliğindeki Vatan Cephesi hükûmetinin başına geçti. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasına liderlik etti. 2 Temmuz 1949'da Moskova yakınlarında öldü. Ruslar tarafında zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16251", "len_data": 2101, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Of (Lazca: ოფუტე, Oput'e, Romeika: Όφη, Όfi), Trabzon ilinin doğusunda yer alan ve tarihi çok eskilere dayanan bir ilçedir. Arazisini, Of'tan Karadeniz'e dökülen Solaklı ve Baltacı derelerinin aşağı havzaları oluşturur. İlçenin güneyinde Hayrat ve Dernekpazarı ilçeleri, doğusunda Rize ili, batısında Sürmene ilçesi ve kuzeyinde Karadeniz bulunur. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında daha büyük bir yüzölçümüne sahip olan ilçenin sınırları 1948 yılında Çaykara'nın, 1990 yılında da Dernekpazarı'nın ve Hayrat'ın ilçe olmasıyla daralmıştır. Etimoloji. "Ophiussa" veya "Ophiusa" Antik Yunanca'da "yılanların yaşadığı yer" anlamına gelmekte olup başta Portekiz, Rodos ve Marmara Denizi'ndeki Avşa Adası olmak üzere çok sayıda yerleşim yeri Antik Çağ'da bu adı taşımıştır. Ayrıca Roma yol ağının haritası olan Tabula Peutingeriana'da Of, "Opiunte" olarak haritalandırılmıştır. 1888 tarihli Trabzon vilayeti salnamesinde kazanın yollarının yılankavi biçimde olması nedeniyle Yunanca yılan anlamına gelen “Ofis” adı verilmiştir. “Ofis” adı zaman içinde Of'a dönüşmüştür. Gerçekte Antik Çağ yazılı kaynaklarında Of "Opiunte" adıyla geçmektedir ve "Oput'e" Lazca'da "yerleşim yeri, köy" anlamına gelir. Günümüzde Pazar ve Hopa ilçelerinde de yerleşim yeri adı olarak kullanılmaktadır. Tarihçe. Doğu Karadeniz Bölgesinin tarihi ve özellikle bölgenin en önemli şehri olan Trabzon'un tarihi ele alındığında, batılı tarihçilerin büyük çoğunluğu bölge tarihinin Yunan kolonileriyle başladığını vurgulamaktadırlar. Halbuki bölgeye Yunan koloniciler gelmeden önce birçok tarihçinin de belirttiği gibi bölgede yerli kavimler bulunmakta idi. Bu insanlar muhtemelen en eski çağlardan beri bu toprakların yerlileri olarak Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşamaktaydılar. Bölge muhtelif zamanlarda Yunanlar tarafından işgal edilmiş ve kısa süreli koloniler kurulmuştur. Bu koloni idareleri, yerli halkı kapsamıyordu. Bu koloni devletlerinin en güçlü oldukları zamanlarda bile hükümranlıkları ancak bulundukları surlar içinde sınırlı kalmıştır. Sur dışında yaşayan yerli kabileler bağımsız topluluklar olarak yaşamışlardır. Bölge, Roma İmparatorluğu'nun parçalanmasıyla Doğu Roma olarak bilinen Bizans'ın payına düşer. Bu hakimiyet, 1204 yılında Latinlerin İstanbul'u işgal etmesine kadar devam eder. Bu tarihten sonra 1461 yılına kadar (Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi), yine Bizans İmparatorluğu'nun uzantısı olan, Bizans hanedanı Komnenosların kurmuş olduğu Trabzon İmparatorluğu'nun egemenliğinde kalır. 4. yüzyıl başlarında Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmî din olarak kabul edilmesiyle, bu din halk arasında hızla ve serbestçe yayılmaya başladı. Daha önce Doğu Karadeniz'de yaşayan kavimler de Hristiyanlığa geçmeye başladılar. Hristiyanlaşan bu kavimler tedrici bir şekilde Doğu Kilisesi'nin resmî dili olan Yunancayı öğrenmek zorunda kaldılar. Özellikle 10. yüzyıldan sonra papazların telkinleriyle bu dili konuşmak daha da yaygınlaştı. Zira papazlar "İncil'in dili dışında bir dilde konuşulan her kelime cehenneme gitmek için işlenen bir günah olarak hesaplanacaktır" şeklinde telkinlerde bulunmakta idi. Bu durum, yerel halkın kendi dilleriyle karışık bir Yunanca ya da halk arasında bilinen adıyla Rumca konuşulmasına neden olmuştur. İzlenen bu Bizans siyaseti, yerel dillerin, inançların ve geleneklerin büyük çoğunluğunun belleklerden silinmesine, kısaca yerli unsurların asimile olmasına neden olmuştur. Osmanlı döneminde Of. Of ve çevresi, 1461 yılında Trabzon'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmiştir. Osmanlı idaresine geçmesiyle birlikte yerleşim Trabzon sancağına bağlı, günümüzdeki Of, Çaykara, Hayrat ve Dernekpazarı ilçelerini içine alan bir kaza merkezi olmuştur. Osmanlı döneminde sahil yerleşimleri; iskele, pazar yeri ve Cuma namazı kılınabilen camisi olması durumlarına göre oluşmaktadır. Of kazasında Moroz ve Of asıyla iki iskelenin varlığı bilinmekte olup kaza merkezinin de bu iki iskeleden biri etrafında gelişmiştir. Yapılan değerlendirmelere göre Of kaza merkezinin ilk yerinin Eskipazar yerleşimi civarında, Baltacı Deresinin Karadeniz'e birleşmeden önce sol sahilde olduğu yönündedir. 1486 yılı tahririnde 30 köyün bulunduğu Of kazası; 2.492 hane, 136 bive (evi olan dul kadın), 197 mücerred (bekar erkek) ve 13 neferden (asker) oluşmaktadır. Bu tarihte sadece 22 hane ve 13 nefer Müslümanlardan oluşurken, geri kalan nüfus yaklaşık %99 oranda Hristiyandır. 1515 yılında Of kazasına bağlı köy sayısı 33'e yükselirken, 3.271 hane, 138 bive ve 91 mücerred yaşamaktadır. Bu tarihte de Hristiyan nüfus kaza nüfusunun hemen hemen %99'unu oluşturmaktadır. 1520 yılı kayıtlarında kazaya bağlı köy sayısı 30 olup, 91 hane Müslüman, 3.215 hane, 139 bive ve 86 mücerred Hristiyan bulunmaktadır. Bu tarihlerdeki Müslüman erkek nüfus incelendiğinde; 1486 yılı kaydında 35 erkekten 13'ü, 1515 yılı kaydında 38 erkekten 35'i ve 1520 yılı kaydında da 91 erkekten 83'ü nev Müslim (yeni Müslüman olmuş) olarak belirtilmiştir. 1554 yılında 35 köyden oluşan Of kazasında 3.352 hane ve 376 mücerred bulunurken, bunun 295 hane ve 61 mücerredi Müslüman, 3.057 hane ve 315 mücerredi ise Hristiyandır. 1583 tarihli tapu tahririne göre ise Of kazası 43 köyden oluşurken, toplam 3.977 hane ve 456 mücerred bulunmaktadır. Bu nüfusun 1.158 hane ve 456 mücerredi Müslüman, 2.819 hanesi Hristiyandır. Başlarda Müslüman nüfus azken ilerleyen yıllarda artarak %30 seviyesine ulaşmıştır. 1486-1520 yılı arası kayıtlarda yeni Müslüman olmuş erkekler görülürken 1554 yılı kaydında bu açıklamayla Müslüman kaydedilmemiştir. Müslüman nüfustaki artışın ilk başlarda ağırlıklı olarak ihtida (din değiştirme) yoluyla, ilerleyen yıllarda dışarında gelen Müslüman yerleşimciler sayesinde arttığı düşünülmektedir. 1653 yılına gelindiğinde Of kazasının 14 köyünde Hristiyan nüfus yaşamaktadır. 1681 tarihli Mufassal Avarız Defterinde, avarız vergisi vermek zorunda ve muaf tutulanlarla birlikte, 2.130'u Müslüman ve 70'i Hristiyan olmak üzere 2.200 erkek bulunmaktadır. Of kazasındaki bu nüfus azalmasının Celali isyancıları, yönetici baskısı ve kıtlık gibi nedenlerle olduğu düşünülmektedir. Of Kadısının Haziran 1615 tarihli arızasında, Trabzon beylerbeyi Ömer Paşa'nın baskısı nedeniyle hemen her köyden 5-10 hanenin evlerini terk ettiği belirtilirken, kazanın taşlık ve ormanlık olması nedeniyle halkın tarım yapamamasından dolayı dışarıdan arpa ve buğday getirilmek zorunda kalındığı belirtilmiştir. Bu yüzyılda Of kazası dış göç verirken, Kürtün ve Çepni kazaları başta olmak üzere dışarıdan da boş olan yerlere yerleşmeler görülmektedir. 1515 yılında eski kaza merkezi olabileceği düşünülen Moroz köyünde tamamı Hristiyan 80 hane yaşamaktadır. Bu tarihte köy; Kalisato, Cemal ve Silla adıyla üç hisse olarak kaydedilmiştir. İlerleyen yıllarda Köydeki Hristiyan hane sayısında önemli bir düşüş yaşanmıştır. 1653 yılı Cizye Defterine göre bu tarihte Moroz köyündeki 11 Hristiyan hane yaşamaktadır. Moroz köyü ilerleyen yıllarda, Solaklı Deresinin Karadeniz'e döküldüğü yerin ağzındaki elverişli konumu sayesinde kaza merkezi konumuna gelmesinin temelleri atılmıştır. 1711 yılına ait bir kayıtta tarihi iskelesinin yanı sıra pazar yeri, Cuma namazı kılınabilen camisi, dükkanlar ve hamamlar gibi binalar ile mahkemenin ve kadının ikametgâhının bulunması, kaza merkezinin bu tarihlerden itibaren eskiden Eskipazar mevkisi olan yerinden Moroz ve Solaklı Vadisi tarafına kaydığını göstermektedir. Bununla birlikte Of'taki nüfuslu aileler arasında Palik (Kıyıcık) Pazar (Eskipazar) ve Moroz civarındaki iki ayrı pazar yeri olması nedeniyle güç mücadelesi yaşanmış, sonuçta Palik (Kıyıcık) köyünde de pazar yeri kurulmaya devam etmiştir. Bu durum Of kazasının merkez kasabasının 19. yüzyıla kadar oluşmamasına sebep olmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Of kazasında yerel aileler eşkıyalık ve zorbalık yoluyla güçlenmeye başlamış ileri ki yıllarda da elde ettikleri güçle ayanlık yapmaya başlamışlardır. 1776 yılı kayıtlarında da görüldüğü üzere Sarıalioğulları ailesi de bu faaliyetler sayesinde Of kazasında etkin olmaya başlamışlardır. 1817 yılında Tuzcuoğlu İsyanlarında, Tuzcuoğlu Memiş Ağa Çakıroğlu İsmail Ağa'daki himayesinden çıktıktan sonra 26 Ekim 1817 Of'ta yakalanarak idam edilmiştir. Of'un içerisinde olduğu bölge 1832 yılında Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa' nın, 1833'te de Tuzcuoğlu Tâhir'in ve 1834'te de yeniden Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa'nın isyanlarına sahne oldu. 1834'te Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa'nın öldürülmesiyle isyan sonuçlandırılmış ve bölgede nispeten daha sakin bir dönem yaşanmaya başlamıştır. 1868 yılı kayıtlarında Of kasabasının Moroz adıyla bilinen köyün olduğu yerde, Solaklı Vadisi boyunca tescillendiği görülmektedir. 1870 yılı salnamesinde Of kasabasında 2 cami, 2 mescid, 80 dükkan, 20 değirmen, 5 fırın, 6 kahve ile Pazar günleri kurulan pazarı olduğu görülmektedir. İlerlyen yıllarda Moroz yerleşiminin adı unutularak Solaklı Deresi boyunca uzanan Of adıyla yerleşimden bahsedilmeye başlanmıştır. 1876 yılı salnamesine göre Of kazasında; 25.945 Müslüman ve 432 Hristiyan olmak üzere toplam 26.377 erkek nüfus bulunmaktadır. 1881/82-93 yılı genel sayımına göre ise; 30.514 (30.163'ü Müslüman, 351'i Hristiyan) kadın 30.143 (29.067 Müslüman, 446 Hristiyan) erkek olmak üzere toplam 60.657 kişi yaşamaktadır. Şakir Şevket 1877 yılında yazdığı Trabzon Tarihi adlı eserinde, günümüz Of yerleşimini içine alan Solaklı Vadisi halkının hala Rumca konuştuğunu, Türkçe bilmeyen öğrencilere derslerin Rumca anlatıldığını yazmaktadır. Osmanlı Devleti'nin idari reformları doğrultusunda 1867 Trabzon vilayeti kurulunca Of, bu vilayetin Trabzon sancağına bağlandı. Of kazası, yerleşimin ileri gelenlerinin talebi doğrultusunda 13 Mart 1881 tarihinde Lazistan Sancağı'na bağlandı. Ancak bu sancak yönetiminden memnun kalmayan halkın temsilcileri tarafından yapılan yoğun talepler neticesinde 24 Kasım 1888 tarihinde yeniden Trabzon Vilayeti'nin merkez sancağına katıldı. 1894 yılında Of kazasının nüfusu 61.249 kişiden oluşuyordu. Bu nüfusun 1.031'i Rumdu. İşgal ve direnişler. Ruslar, 24 Şubat 1916'da Rize'yi, 15 Mart 1916'da Of'u, 18 Nisan 1916'da Trabzon'u işgal ettiler. Ruslara karşı ilk önemli direniş Of ile Rize arasındaki Baltacı Deresi'nde olmuştur. Bu direniş yaklaşık bir ay sürmüştür. Of'un işgaliyle Solaklı Vadisi'nde bir direniş meydana gelmiştir. Ruslar bu direnişi kırarak Soğanlı ve Demirkapı geçitlerinden Bayburt'a inmeyi düşünüyordu. Rusların bu tasarısı ilk aşamada pek faydalı olmadı. Zira bölgenin gerçek sahipleri olan Türkler, Rus kuvvetlerine büyük kayıplar verdirdiler. Fakat sayıca üstün olan Ruslar bir süre sonra Çaykara'nın aşağı köylerini işgal etmeye başladılar. Yöre halkı kıyıdan uzakta olduğu için daha çok dağlık kesime, iç kesimlere doğru çekilmek zorunda kaldı. Bu çekilme sırasında direnişlerine devam etmişlerdir. Geri çekilen askerler Of'un bütün köyleri ve yakın kazalardan toplanan gönüllüler ile Trabzon Hapishanesi'ndeki mahkûmların da izin alarak, müfreze halinde gönüllü olarak katılmalarıyla Baltacı Deresi'nin batı yanında Ruslara karşı savunma hattı oluşturuldu. Cumhuriyet Dönemi. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla yeni il düzenlemesi yapılmış, her bir ilin de kazaları oluşturulmuştur. Buna göre Trabzon ilinin merkez kazası dahil 6 kazasından biri de Of kazası olmuştur. Of kazasında ilerleyen yıllarda Çaykara, Hayrat ve Dernekpazarı nahiyeleri oluşturulmuştur. Çaykara 1948 yılında ilçe olunca Of'tan ayrılmış, Dernekpazarı nahiyesi de yeni kurulan bu ilçenin bucağı (nahiyesi) olmuştur. 1935 yılında merkez dahil 4 kazası ve 115 köyü bulunmaktadır. 1940 yılında Of ilçesinin merkez dahil 4 kazası ve toplam 121 köyü bulunmaktadır. Bölge 1929 yılında pek çok köylünün ölümü ve evini kaybetmesine yol açan ve Of felaketi olarak nitelendirilen bir sel baskını yaşamış ve halkının bir bölümü Maçka ilçesine göç etmek zorunda kalmıştır. Yönetim. Of Belediyesi 1874 yılında kurulmuş köklü bir belediyedir. Of'un en büyük bulvarı olan Atatürk Bulvarı, Başkan İsmail Sefa Sarıalioğlu tarafından yapılan düzenlemede pek çok kişinin haklarından feragati sayesinde oluşmuştur. 1976-1979 yılları arasında Fatsa Belediye Başkanlığı yapan Nazmiye Komitoğlu'nun ardından Karadeniz'de göreve gelen ikinci "kadın" belediye başkanı olan Semahat Sarıalioğlu 1998-1999 yılları arasında görev yapmıştır. Belediye başkanlığı görevini 1999-2011 yılları arasında yürüten Oktay Saral'ın 24. Dönem TBMM milletvekili olarak seçilmesi üzerine, belediye başkanlığı görevini 2011-2014 yılları arasında Murat Saral yürütmüştür. Son olarak, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde ise Salim Salih Sarıalioğlu belediye başkanı seçilmiş olup hâlen görevini sürdürmektedir. Coğrafya. İlçe; toplam alanı 330 km², ortalama rakımı 10 metredir. Trabzon'un yaklaşık 52 km doğusunda olan ilçenin, doğusunda Rize ili, batısında Sürmene ilçesi, güneyinde Hayrat ve Dernekpazarı ilçeleri, kuzeyinde Karadeniz bulunmaktadır. Yörenin en büyük akarsularından Solaklı Irmağı'nın taşımış olduğu alüvyal yığıntıları kıyıda biriktirerek meydana getirdiği düz ve fazla geniş olmayan bir alan üzerine kurulmuş bir sahil yerleşim birimidir. Çaykara ve Of ilçelerini birbirine bağlayan karayolu ilçeyi ikiye ayırır. Daha eski yerleşim yeri olan Solaklı Deresi'nin doğusundaki merkez, genel olarak ilçedeki idari birimlerin yer aldığı alandır. İklim. Doğu Karadeniz Bölgesi'nin iklim tipi özelliklerine sahiptir. Yağışların her mevsimde bol olması ve sürekliliği, yöre iklimini etkiler. Yağışın en fazla olduğu dönem sonbahar mevsimidir. Denizin düzenleyici etkisi termostat görevi gördüğünden, hem günlük, hem yıllık sıcaklık farklılıklarının fazla olması önlenir. Yaz aylarında fazla sıcak olmadığı gibi, kış aylarında da dondurucu soğuklar görülmez. Her mevsim yağışlı, yazları serin, kışları ılık geçer. Ardındaki dağların birden yükselmesi dolayısıyla yamaç yağışları gerçekleşir. Rüzgârların esiş yönleri ve şiddet dereceleri mevsim özelliklerine bağlı değişiklikler gösterir. Genel olarak Lodos, Poyraz ve Kıble rüzgârları görülür. Akarsular. İlçe yerüstü kaynakları bakımından zengin bir yöre özelliğindedir. Dağların denize paralel olarak uzanması yüzünden akarsular, sadece kuzeye bakan yamaçlardan denize doğru akar. Güneyde bulunan yüksek dağların yamaçlarından çıkan akarsular, sert akışlı, dar boğazlar içinden geçerek, derin vadiler boyunca denize ulaşırlar. Başlıca akarsular; Bitki örtüsü. Yörede bol yağış olmasından dolayı gür orman alanları mevcuttur. Yöredeki orman örtüsünün kendi kendini yenileyebilme özelliği vardır. Kesilen ağaçların yerine yenileri dikilmeden orman örtüsü kendi kendine büyüyüp gelişebilmektedir. Kıyı şeridinde orman yerine küçük ağaç toplulukları göze çarpar. Burada en yaygın çeşit olarak fındık, taflan, kızılcık, üzüm, muşmula, defne gibi küçük ağaçlar ile çalı ve sarmaşıklar yetişir. Bunun yanında narenciye ürünlerine rastlamak da mümkündür. Kıyı şeridinde nüfus yoğunluluğunun çok olmasından dolayı doğal bitki örtüsü tahrip edilmektedir. Denizden 300–400 m yüksekliğe kadar olan yerlerde kızılağaç, meşe, kestane, ceviz vb. olan orman tiplerine rastlanır. Daha yükseklerde ormanlar alan ve büyüklük olarak birleşir. Dağların denize bakan ve daha nemli olan kuzey yamaçları daha yeşildir. Yükselti 600–800 m'yi aşınca yüksek dağların etek ormanları gözükmeye başlar. Bu ormanlarda en yaygın olan türler; kışın yapraklarını döken meşe, gürgen gibi ağaçlardır. Ancak bu tür ormanların önemli bir kısmı orman kazanmak amacıyla insanlar tarafından tahrip edilmiştir. Yükseklik arttıkça dağ ormanları ortaya çıkmaya başlar. Bu yükseklik 1200 m'ye gelene kadar yapraklı ağaç çeşitleri ormanları meydana getirir. Bunlar arasında en çok meşe, kestane, şimşir, kızılağaç ve ıhlamur ağaçları göze çarpar. 1200–1600 m arasında orman çeşitleri yapraklı ve iğneli ağaçlardan oluşan karışık ormanlardır. 1600 m'den sonraki yükseklik kuşağında çam, ladin ve köknar gibi ağaçlardan meydana gelen iğneli ormanlar göze çarpar. Bu ormanlar 2000–2300 m'ye kadar uzanır. Daha yüksek yerlerde ormanlar kaybolur yerini çayırlar ve dağ otlakları alır. Genellikle sık ormanlar 1200–1600 m aralarında yer alır. 1600 m'den yüksek olan yerlerde en çok çam ormanları görülür. Arazi durumu. İlçenin yüzölçümü 330 km² olup, ortalama rakımı 10 m'dir. İlçenin önemli akarsuları Doğu Karadeniz Dağları'nın kuzey istikametinde doğup ilerledikçe yan kollar alarak büyüyen Solaklı, Baltacı ve İkizdere birbirlerine paralel olarak Karadeniz'e dökülür. Bu dereler ve yan kolları Karadeniz Dağları'nın ilçe sınırları içinde kalan bölümünü yine birbirlerine paralel şekilde bölmüştür. Böylece ilçe arazisi, sahilden güneye doğru giderek yükselen fakat doğu-batı yönünde birbirine hemen hemen paralel derin vadiler şeklinde engebeli bir konum içerisinde bulunmaktadır. Bu vadiler arasında yan yana uzanan sırtlar ya da yöre ağzıyla "Kıran"lar sıralanır. İlçe güneyindeki bu dağlık bölgenin eteklerinde çeşitli yüksekliklerde plato ve yaylalar bulunur. Bu platoların kuzey yönlerinde denize doğru alçalan ve özellikle vadi yamaçlarında ormanlar yer almaktadır. Esasen bol yağış alan yöre, bitki örtüsü bakımından da zengindir. Hemen her çeşit ağaç, çoğunlukla da kendiliğinden yetişerek, bölgeye orman görünümü vermektedir. Tarım. İlçede, nüfusun önemli bir kısmı tarım sektöründe çalışmaktadır. Elde edilen başlıca tarım ürünü çaydır. Çay, ayrıca bölgenin başlıca geçim kaynağıdır. İlçe arazisinin engebeli oluşu (%75) bölgede modern tarımın yapılmasını engellemektedir. Bu da, toprağın ve iklimin elvermesiyle, çay tarımının önünü açmaktadır. Ayrıca fındık tarımı da bölgenin geçimini sağlayan tarım ürünleri arasındadır. Diğer üretilen ürünlerinin çoğu ticari amaçla değil, kendi aile ihtiyacını karşılayacak şekilde üretilmektedir. Başlıca ürünler: Çay, fındık, mısır, patates, kara lahana, fasulye, kabak, elma, armut, erik, üzüm, incir, kiraz, kestane, karayemiş, narenciye ve kivi'dir. Son zamanlarda özellikle kivi üretimine özen gösterilmekte, üreticiler devlet tarafından teşvik edilmekte ve desteklenmektedir. Kivi, çaya alternatif ürün olarak yetiştirilmektedir. Hayvancılık. Bölgede; Yaylacılık. Yazları sıcaklıklardan kurtulmak ve hayvanlara gür otlaklar bulmak amacıyla yaylacılık yapılmaktadır. Günümüzde bu faaliyet yerini turizm amacına bırakmaya yönelmiştir. Hayrat Of'tan ayrıldıktan sonra, her ne kadar yaylası kalmadıysa da eski yaylalıları kendilerini hâlen Oflu olarak tanımlamaktadır. Bunların başlıcaları Sarmaşık (Büyük Mesoraş), Göksel (Küçük Mesoraş), Yeniköy (Halnut), Cuvamank'tır. Bunlar köy statüsünde olup; ayrıca bunlara bağlı yaylalar da vardır. Mesela Büyük Harman, Kadınlar, Çunis yaylaları gibi...
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16252", "len_data": 18633, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.76 }
Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Barok kelimesi, Portekizce düzensiz inci anlamına gelen "barroco" sözcüğünden türemiştir. Barok sözcüğü, birbirinden ayrı iki şeyi tanımlar; sanat tarihinde, Rönesans ile klasikçilik arasında kalan bir dönemi ve bütün çağlarda verilmiş bazı eserlerin tarzını, başlangıcı ve bitişi için kesin bir tarih verilememekle birlikte 17. ve 18. yüzyıllar arasında oluşup şeklini almış bir dönemdir. Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güder. Abartılı hareket duygusu ve net gözüken detayları ile dönemin müzik ve edebiyatında da kendini gösterir. Yoğun bir etki bırakan bu anlatım biçimi, kendi alanında fazla eser verildiğinden dolayı bir dönem adı olarak anılmaya başlanmıştır. 1699'da İtalya'da kilise etkisinde doğmuş ve tüm Avrupa'ya yayılmıştır. Mimaride Mimar Louis Le Vau ve bahçeci André Le Nôtre tarafından yapılan Versay Sarayı, Barok mimarisinin en tipik örneklerindendir. Bunun yanında resimde Caravaggio, Rembrandt, Rubens, Vermeer; heykelde Gian Lorenzo Bernini; müzikte Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Domenico Scarlatti, George Frideric Handel, Georg Philipp Telemann Barok tarzında eser vermiş kişilere örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca günümüzde de hâlen Barok tarzda eserler veren müzisyenler vardır. Örnek olarak ünlü gitar virtüözü Yngwie J. Malmsteen verilebilir. Barok tarzını en çok yansıttığı albümü ise Concerto Suite for Electric Guitar and Orchestra'dır. Barok edebiyat. Barok dönemi Alman edebiyatı. 1600'lü yıllarda Almanya'da edebiyat konu ve üslup yönünden karışıklık içindedir. Bununla bağıntılı olarak da bu durumu ortadan kaldırıp düzene sokmak çabaları vardır. Bu dönemde Barok edebiyatçıları bu bağlamda büyük uğraş vermişlerdir. Özellikle özgün yapıtlar ortaya çıkarmak, Almancayı edebi bir dil boyutuna getirmek, taklitçiliğin dışına çıkarak özgün eserler verebilmek için çaba harcamışlardır. Bu edebiyatçıların başında Martin Opitz gelir ki, Almanya’da Barok devri asıl olarak onunla başlar diyebiliriz. Barok devri kendinden önce dine, kendinden sonra ise felsefeye dayalı, reformasyon ve aydınlanma arasında gelişmiş bir devirdir. Edebiyatta ağırlık nazım ve dramdadır. Barok devrinde nazımda(lirik) genel olarak konu ölüm düşüncesidir. Bu döneme göre ölüm kaçınılmazdır ve hayat fanilikten ibarettir. Sone bu dönemde etkin olan lirik biçimidir. Özellikle bu alanda Andrea Gryphius ve İtalyan Petrus de Vinea Barok dönemi sonesinin belirleyici isimleridir. Andrea Gryphius'un sone tarzındaki eserleri kayda değerdir. Dinsel boyutta çok fazla sayıda eseri vardır ve bunları "Sonn- und Feiertagsonette" adlı kitabında toplamıştır. Şiirlerinin çoğu da yine dini boyuttadır ve duayı andırır. Gryphius eserlerini genelde dini mistik bir tarzda ve ölüm korkusu, öte dünya konularını ele alarak işler. Roman ise daha çok burjuva konularına yönelen humarist roman doğrultusunda ilerler. Özellikle romanda epik kahramanlar yerini, kendisi, hayat tarzı ve dünya hakkında düşünen onları alaya alan bir anlatıcıya bırakır. Bu bağlamda İspanyol edebiyatında ün salmış olan komik roman (Schelmenroman) Cervantes'in Don Kişot'u Alman romanına örnek olur. Dil cemiyetleri. Öte yandan Barok devrinde Almancayı yabancı dillerin etkisinden (İspanyolca, Fransızca, Latince vb.) kurtarmak için seferberlik başlatılmıştır. Bu bağlantıda Almanca yazmak ve Almancayı arılaştırmak düşüncesiyle hareket edilmiştir. Bu amaca yönelik olarak dil cemiyetleri kurulmuştur. 1617'de kurulan "Die Fruchtbringende Gesellschaft", "Palmenarden", 1644'te kurulan "Pegnitzschäfer" ve "Gekränte Blumenorden" bunlara örnek olarak verilebilir. Bunların içinden önemli olarak bahsedebileceğimiz “Die Fruchtbringende Gesellschaft” üyelerini asillerden ve burjuvalardan almıştır. Palmenarden dil kurumu Almancanın Fransızca etkisinden kurtulmasını, onu arı bir dil sayesinde kültür dili seviyesine yükseltmek niyetindeydi. 1642 yılında "Deutschgesinnte Genossenschaft" dil cemiyetinin kurucusu olan Zesen Yunan Tanrıça adlarına Almanca adlar vermiştir. Bundan başka Martin Opitz ise bu konuda bir de kuramsal kitap yazarak edebi dilin Almanca olması için uğraşlar vermiştir. Bu devirde Almanca edebi duygudan yoksundu ve çoğu edebi eserler taklitten ibaretti, ilkel ve çocuksu eserler ortaya konuluyordu. Bu dil çalışmalarıyla birlikte özgün eserler verilmeye çalışıldı. Bu dönemde yapılan poetik çalışmaları barok devrinde kayda değer çalışmalardı. Bu çalışmalarda edebiyatın tekniğini saptamış ve bunları bir ders kitabı olarak hizmete sunmuş önemli poetikçiler vardır. Bunlar: Martn Opitz - "Buch von der deutschen Poeterei" Harsdörfer - "Poetischer Trichter" Zesen - "Hochdeutscher helikon" Buchner - "Verskunst" Schottel - "Teutsche Sprachkunst"dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16253", "len_data": 4763, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.59 }
Rokoko, Barok stilinden sonra sanat akımlarına verilen addır. 18. yüzyılın ortalarına doğru Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden meydana getirilen süslemeye karşı tepki olarak doğmuş olan barok stilin hatları gibi eğri çizgili motiflerden ibaret olup Baroktan daha ince ve şekillerin kıvrımları daha zarif bir stildir. Barok stiline karşı tepki olarak klasik stilin yeniden ortaya çıkmasından sonra Rokoko deyimi modası geçmiş şey anlamına kullanılmıştır. 13. yüzyılda kalın malzeme inceltilmek suretiyle levhalar haline gelmiştir. İnceltilmiş olan demir malzeme Rokoko stilinde yapılmış süslü işlerde kullanılmıştır. Bu stilde malzemeyi şekillendirmede kullanılan takım izleri açık olarak bellidir. Uç kısımları boncuk baskı ile izlenerek sonradan kısaçla içe veya dışa doğru bükülmüştür. Yarmalar dövülerek, bitki yapraklarını stilize edecek şekilde yapılmıştır. Dövülerek inceltilen kesit değişmeleri bazı yerlerde geometrik şekiller meydana gelecek şekilde delinmiştir. İnceltilmiş olan kesit kurşun üzerinde bombe başlı çekiç ile çukurlaştırılarak diğer yüzde kabarıklar elde edilir. Bel (gövde) genellikle kare veya lama (dikdörtgen) gereçten yapılır. Rokoko stilinde yapılmış işlerde, sanatçı motifin her yerini en iyi işleme gayretini göstermiştir. Rokoko stilinde çerçeve kullanılmaz. Serbestlik esası konuya hakimse de simetrik konum çıkılmamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16254", "len_data": 1365, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.66 }
Neoklasisizm, Antik Yunan ve Antik Roma dönemine ait tarzların yeniden canlandırılmasıyla ortaya çıkan bir akımdır. Bu akımın en önemli özelliklerinden biri önceki dönemlerdeki Barok ve Rokoko sanatındaki aşırı süslemeciliğe duyulan tepkinin ortaya konulmasıdır. Neoklasisizm'e genel bakış. 1700'li yıllarda yapılan arkeolojik kazıların bu akıma önemli etkisi olduğu kabul edilmektedir. Bu kazıların önemli olanlarından bazıları Pompei’de yer almaktadır. Ayrıca James Stuart ve Nicholas Revett’in öncülük ettikleri Atina harabelerinin rölövesinin çıkarılması da bu hususta önemli aşamalardan birisi olarak kabul edilir. Bu akım ilk olarak İtalya’nın Roma şehrinde başladı, ardından barok ve rokoko akımlarının yaygın olarak bulunduğu Almanya gibi ülkelere sıçradı. Heykel. Neoklasik resim antik modellerin eksikliğinden muzdaripse, Neoklasik heykel, MÖ 500 civarında başlayan "klasik dönem" gerçek Yunan heykel örnekleri çok az olmasına rağmen, bunların fazlalığından muzdaripti; en saygın eserler çoğunlukla Roma heykel kopyalarıydı. Önde gelen Neoklasik heykeltıraşların kendi zamanlarında ünü büyüktü ancak eserleri çoğunlukla portre olan ve büst şeklinde bakıcının kişiliğinin güçlü izlenimini idealizme feda etmeyen Jean-Antoine Houdon dışında, artık daha az saygı görmektedir. Uzun meslek hayatı devam ettikçe tarzı daha klasikleşti ve Rokoko cazibesinden klasik saygınlığa doğru ilerledi. Bazı Neoklasik heykeltıraşların aksine, bakıcılarının Roma elbisesi giymesi veya çıplak olmasında ısrar etmedi. Aydınlanma'nın önemli figürlerinin çoğunu canlandırdı ve George Washington heykelinin yanı sıra ile Thomas Jefferson, Ben Franklin ve yeni cumhuriyetin diğer kurucularının büstlerini yapmak için Amerika'ya gitti. Antonio Canova ve Danimarkalı Bertel Thorvaldsen her ikisi de Roma'dandı ve portrelerin yanı sıra birçok iddialı gerçek boyutlu figürler ve gruplar yaptılar. İkisi de Neoklasik heykelde güçlü idealleşmeyi temsil etti. Canova'da hafiflik ve zariflik Thorvaldsen de ise sertlik vardır; bu farklılık kendi "Üç Güzeller" grubunda belirgindir. Bütün bunlar ve Flaxman, 1820'lerde hala faaliyetteydi ve Neoklasik örneklerin baskın tarz olduğu 19. yüzyılın çoğunda Romantizm heykel sanatını etkilemeyecek kadar yavaştı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16255", "len_data": 2233, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.99 }
Op art, optik resim olarak da bilinen 1960'ların bir resim akımıdır. Renk, çizgi gibi öğeler göz yanılsamaları yaratmak için kullanılır. Eserler genelde soyut olup, pek çok durumda siyah-beyazdır. Lekecilik ve hareket resmine karşı gelişen Op-art, sanat yapıtını kurallarla bilimsel olarak düzenlemeye önem vermiştir. Rastlantıya dayanan içgüdüsel otomatik yazı resmi(içgüdüsel-nonfigüratif), bu anlayışın tam karşıtı olmaktadır. Op-art resimde üçüncü boyut etkisini verme eğiliminin soyut sanatta ortaya çıkan şeklidir. Bunun için geometrik biçimler ritmik biçimde düzenlenmiş ve bu biçimler üzerinde renkle model yapılmıştır. Op-art, yeni konstrüktivist, geometrik biçimleme yöntemleriyle akrabadır ve onların olanaklarından geniş olarak yararlanmıştır. Josef Albers ile Vasarely'nin temsil ettiği Op-art, optik aldatmalara dayanan çalışmalara sahiptir. Resim sanatına, aldatıcı bilimsel perspektif resmine itibar etmeyen yeni bir konstrüktivizm ve doğal olmayan yeni bir optik görüntü getirmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16256", "len_data": 1000, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.04 }
Fotorealizm (fotogerçekçilik, süperrealizm, hiperrealizm, hipergerçekçilik), 1960'larda özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkmış olan "fotogerçekçi" resim akımının ürünlerinde bu eğilim açıkça gözlemlenebilir. Dönemin resimleri incelendiğinde üretilen görüntülerin konunun kendisinden çok, olası bir fotoğrafına benziyor olması özellikle dikkat çekicidir. Yaratıcılığın ve özgünlüğün tartışıldığı ve modern sanatın temellerinin atıldığı 1960'lı yıllarda, bir kısım sanatçı, özgün olarak nitelendirilen eserlerin aslında birbirlerine benzediği ve hatta sanatçının çoğu zaman kendi kendini tekrar ettiği düşüncesiyle, sanatı kendi özgün duygu ve düşüncelerinden arınmış olarak üretmeyi seçmişlerdir. Fotogerçekçi akımın önde gelen isimleri John Baeder, Richard Estes, John Kacere, Jack Mendenhall, Davis Cone ve Franz Gertsch olarak sıralanabilir. Bu akımın ressamlarının yapmaya çalıştıkları, aslında, prensip olarak klasik realizm ressamlarının amaçladıklarına çok benzemektedir. Ancak bu kez üretilecek olan temsiller fotoğrafla tanışık sanatçı ve izleyicilerle buluşacağından hedeflenen benzerlik düzeyi oldukça yükselmiştir. Teknikler. Fotogerçekçi yağlı boya ve akrilik tabloların üretim sürecinde çoğunlukla fotoğraf kullanılmıştır. Sanatçılar, bir fotoğrafı projeksiyon makinesiyle tuval üzerine yansıtarak üzerinden boyama tekniğini, tuvali gridlere ayırarak çalışmaya tercih etmişlerdir. Klasik gerçekçi ressamların yaptığı gibi tuvallerini konunun önüne taşımak yerine, konuyu fotoğraflayarak çalışma mekanlarına taşımışlardır. Hedeflediklerinin gerçekliği değil fotografik gerçekliği resmetmek olduğu yalnızca çalışma biçimleriyle değil, kullandıkları teknik her ne olursa olsun, resimlerin taşıdığı bazı ipuçlarıyla da ortaya koyulabilir. Konular. Fotogerçekçi ressamların seçtikleri konularda bir benzerlik gözlemlenmektedir. Pop art akımının bir uzantısı olarak değerlendirilebilecek fotogerçekçilik akımının ürünleri, genellikle, dönemin popüler kültürünün içinden seçilmiş nesne ve mekanları konu almaktadır. Amerikan yaşam tarzının izlerini taşıyan fotogerçekçi resimlerde, dönemin popüler kültürünün ikonaları sayılabilecek Amerikan yol üstü restoranları, otomobiller, motosikletler, renkli şekerlemeler, neon ışıklı tabelalar, gece kulüplerinin girişleri ve o dönemin insanları işlenmiştir. Sanat çevreleri tarafından hafif olarak nitelendirilen bu nesne ve mekanların seçiminden çok onların bulundukları yerdeymiş gibi resmedilmeleri ilginçtir. Fotogerçekçi ressamların kullandıkları dev tuvaller, fotoğraf makinesi ne kadar taşınabilirse o kadar taşınabilir izlenimi vermektedir. Seçilen konu olabildiğince gündeliktir ve bir fotoğrafçının gündelik yaşamı içerisinde karşılaşıp fotoğraflayacağı haliyle resmedilmiştir. Fotoğrafın kolay üretilir ve kolay tüketilir olmasından dolayı alışılagelen önemsiz/değersiz fotoğraf karelerinin benzerleri, çok fazla uğraş gerektiren fotogerçekçi resimlerde karşımıza çıkmaktadır. Netlik. İnsan gözü farklı uzaklıktaki nesnelere çok hızlı odaklanabilen ve netlik sağlayabilen yapıdadır. Bu nedenle, insan, gündelik yaşamında görüş alanında bulunan fakat net olmayan alanların varlığını çok fazla algılayamamaktadır. Alan derinliği fotoğrafın ortaya çıkmasıyla görülebilir olmuştur; fiziksel göz kusurları dışında net olmayan bir görüntü o haliyle ancak bir fotoğrafta uzun süre izlenebilir. Fotogerçekçi resimlerde, konu klasik gerçekçi resimlerdekine benze bir portre bile olsa, çoğunlukla alan derinliği kavramının tuvale aynen yansıtıldığı görülmektedir. Klasik fotogerçekçi ressamlar resimlerinde yer alan her detayı en net haliyle resmetmişlerdir, çünkü o anda üzerinde çalıştıkları alanı tuvale aktarırken gözlerini o alana odaklamak durumunda kalmışlardır. Fotogerçekçi ressamlar ise çoğunlukla doğrudan bir fotoğrafın üzerinden çalıştıklarından, netliği gerçekte olduğu biçimiyle değil fotoğrafta yakalandığı biçimiyle aktarmışlardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16257", "len_data": 3915, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.72 }
Barbizon ekolü (1830 - 1870), 19. yüzyılda Fransız bir ressam grubu tarafından uygulanan manzara resmi tarzını tanımlamak için kullanılır. Ekol ismini ressamların bir araya geldikleri Fontainebleau (Fransa) yakınlarındaki Barbizon köyünden alır. Barbizon ressamları, görsel sanatlarda romantizmin baskın olduğu bir dönemde, gerçekçiliğe giden yolun bir parçası oldular. 1824 yılında Paris Salonu'nda John Constable'ın eserleri sergilendi. Ressamın, kırsal manzaraları bazı genç meslektaşlarını etkiledi. Bu genç ressamlar, şekilciliği reddedip doğadan esinlenerek tablolar yapmaya başladılar. Doğa manzaraları, dramatik olaylar yerine tablolarının ana konusunu oluşturmaya başladı. 1848 Devrimleri boyunca, ressamlar Barbizon'da buluşup Constable'ın fikirlerini takip ettiler ve oradaki doğayı resmettiler. Bu ressamlardan biri olan Jean-François Millet manzara resmi yapma fikrini geliştirdi ve köylü figürleri, köy yaşamı ve tarlalarda çalışan insanları betimlemeye başladı. 1857'de yaptığı "Des glaneuses" isimli tabloda hasatta çalışan üç köylü kadını çizdi. Tablo hiçbir hikâye anlatmıyordu ya da bir dram betimlenmemişti. Sadece işlerini yapan üç kadın vardı. Barbizon ekolünün önde gelen isimleri arasında Jean-Baptiste Camille Corot, Théodore Rousseau, Jean-François Millet ve Charles-François Daubigny gelir. Diğer üyeleri ise Jules Dupré, Constant Troyon, Charles Jacque, Narcisse Virgilio Diaz, Charles Olivier de Penne, Henri Harpignies, Gabriel Hippolyte LeBas (1812-1880), Albert Charpin, Félix Ziem, François-Louis Français ve Alexandre DeFaux'dur. Hem Rousseau (1867) hem de Millet (1875) Barbizon'da öldüler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16261", "len_data": 1625, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.92 }
Louis de Berniéres (d. 8 Aralık 1954, Londra), İngiliz roman yazarı. 8 Aralık 1954 yılında Londra'da doğdu. Manchester Üniversitesi'nde öğrenim gördü. Kolombiya'da öğretmenlik, sığır çobanlığı, bahçıvanlık ve araba tamirciliği yaptı. 1991'de yayımlanan ilk romanı The War of Don Emmanuel's Nether Parts ile Commonwealth Writers 'En İyi İlk Kitap' Ödülü'nü, ikinci romanı Senor Vivo and the Coca Lord ile 1992'de yine Commonwealth Writers 'En iyi Kitap' Ödülü'nü aldı. Halen Londra'da yaşayan Bernières, Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini kitabıyla 1995 yılında bu kez Commonwealth Writers Ödülü'nü aldı. 1993'te Granta Dergisi tarafından "En İyi 20 Genç İngiliz Romancısı" ödülüne layık görülen Bernières'in Yunanistan'ın Kefalonya adasında gerçekleşen Kefalonya katliamını anlatan Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini adlı romanı çok başarılı oldu. Eser Corelli'nin Mandolini adıyla Hollywood tarafından sinemaya aktarıldı. En son romanı Kanatsız Kuşlar (Birds Without Wings), Anadolu'da Fethiye yakınlarında Eskibahçe adlı bir sahil kasabasında yaşayan Müslüman ve Hristiyan ailelerin fertlerini, iç içe yaşamlarını, aşklarını, dramlarını, Anadolu topraklarında yaşanan savaş yıllarını konu alan bir romandır. Türkçeye çevirisi Bahar Öcal Düzgören yapılan Kanatsız Kuşlar, Altın Kitaplar Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Kitabın diğer bir özelliği, bu romana paralel olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün Selanik'te doğumundan, Türk Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar yaşamını detaylı biçimde ele almasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16263", "len_data": 1491, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.43 }
Kâtip Çelebi ya da Hacı Halife (Şubat 1609, İstanbul - 6 Ekim 1657, İstanbul); tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografi ile ilgili çalışmalar yapmış Türk bilim insanı ve aydını. Dünya bilim edebiyatında en ünlü ve bilinen eseri; İslam dünyasının en değerli eserlerini içeren 15.000'e yakın kitabı ve 10.000'e yakın müellifi (yazar) alfabetik dizin sistemine göre tanıtan Keşf ez-zunûn 'an esâmî el-kutub ve'l-fünûn ve daha sonra İbrahim Müteferrika tarafından basılan meşhur coğrafya ansiklopedisi "Cihannümâ" ile tanınır. Kâtip Çelebi, 17. yüzyıl Osmanlı nesir yazarları arasındadır. Yaşamı. 1609 yılında İstanbul'da doğdu. Babasının adı Abdullah'tı. Babası, Osmanlı devlet ve siyaset adamlarının yetiştirildiği Enderûn kurumunda eğitim görerek yetişmiş bir askerdir. Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa bin Abdullah'tır. Ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulema ve halk arasında Kâtip Çelebi lakabı ile tanındı. Doğuda Hacı Halife, batıda ise Hacı Kalfa olarak tanınır. Hacca gittiği ve uzman memur (halife) olduğundan ötürü bu lakap ile de anılmıştır. Eğitimi. 6 yaşına geldiğinde ilk eğitimini almak için babası tarafından görevlendirilen İmam İsa Halife El-Kırımî'den Kur'an okumayı, tecvid kurallarından "Mukaddime-i Cezeriyye" yi ve namazın şartlarını öğrendi. Devrin adeti üzerine, öğrendiklerini Mesih Paşa Darülkurrâsı'nda ezbere dinletti. Zekeriya Ali İbrahim Efendi ile Nefes-zâde'den ders gördü, Kur'an'ı yarısına kadar ezberleyerek aynı Darülkurrâ'da okudu. İlyas Hoca'dan tasrif (Arapça kelime bilgisi) ve avâmil (Arapça dilbilgisi üzerine yazılmış eser) öğrendi. Böğrü Ahmet Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı. On dört yaşına geldiğinde babasının aylığından 14 dirhem harçlık bağlanılarak babasının yanında Anadolu Muhasebesi Kalemi'nde şakird (stajyer) olarak devlet görevine başladı (1622-23). Kalemdeki halifelerin (uzman memur) birinden hesap-muhasebe sistemini, "Erkam" adı verilen yazışma kurallarını ve dönemin devlet belgelerinde kullanılan "Siyakat" yazısını öğrendi. Memurluk Yılları. 1624 yılında Abaza Mehmed Paşa İsyanı'nı bastırmak amacıyla hazırlanan ordunun defterlerini tutan birimde (Silâhdar Alayı) yer alarak babası ile birlikte Tercan Seferi'ne katıldı. Kayseri yakınlarında Abaza Mehmed Paşa birlikleriyle yapılan savaşa (7 Eylül 1624) tanıklık etti. Eseri Fezleke'de bu seferin ayrıntılarını ve anılarını bildirmektedir. Ordu ile birlikte Musul'a geldiklerinde (Ağustos-Eylül 1626) babası öldü ve Camii Kebir Mezarlığı'na defnedildi. Babasının vefatından bir ay sonra, aynı sefer kuvvetinde görev yaptıkları amcası da Nusaybin-Cerahlu bölgesinde öldü. Kâtip Çelebi bunun üzerine orduda görev yapan başka bir akrabasıyla birlikte Diyarbakır'a geldi. Diyarbakır'da kaldığı sırada babasının arkadaşlarından Mehmed Halife adlı bir yüksek bürokrat tarafından Süvari Mukabelesi'ne tayin edilerek İstanbul'a döndü (1627-1628). Burada Kâdızâde'nin derslerini takip etmeye başladı. Aynı yıl içinde Erzurum Kuşatması'na katıldı. Erzurum'dan Tokat'a dönüş yolunda, kış mevsiminin bastırması sebebiyle orduyla birlikte büyük zorluklar yaşadı. Kâtip Çelebi, 1630 yılında Hüsrev Paşa'nın maiyetinde bulunarak Hamedan ve Bağdat Seferi'ne katıldı. Bu seferle ilgili olarak "Cihannümâ'da ve Fezleke'de, uğradığı şehir ve bölgeler ile ordu tarafından ele geçirilen şehir, kale ve menzillerin bilgilerini vermektedir. Bağdat Kuşatması'nda ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul'a dönerek Kâdızâde'nin derslerine katıldı. Bu zaman aralığında, Kâdızâde'den Tefsir, İhya-i Ulûm, Şerh-i Mevakıf, Dûrer ve Tarikat (Tarikat-ı Muhammediyye) okudu. 1633-1635 yılları arasında, Halep Seferi'nde hacca gitme fırsatı buldu. Çatışma ve sefer olmadığı zamanlarda Halep'te kitapçıları ve kütüphaneleri gezerek ileride yazacağı büyük eseri "Keşf ez-Zunûn 'an Esâmî el-Kutub ve'l-Fünûn" (‏كشف الظنون عن أسامي الكتب والفنون‎) için biyografik ve bibliyografik temeli teşkil edecek notları hazırlamaya başladı. Halep Seferi yıllarında, sahaflarda kitap toplayıp elde ettiği hazineyi okuyarak kendini geliştirdi. Dönüşte bir kış Diyarbakır'da kalıp oradaki bilgin ve aydınlarla görüştü. 1635 yılında IV. Murad ile Revan Seferine katıldı. On yıl kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul'a döndü ve çeşitli alanlardaki bilimlerle uğraşır oldu. A'rec Mustafa Efendi, Ayasofya Dersiâmı (öğretim görevlisi) Molla Kürt Abdullah Efendi ve Süleymâniye Dersiâmı Mehmed Efendi'den ders aldı. A'rec Mustafa Efendi'yi kendisine üstad edindi. Bir yandan kendisi öğrenirken diğer yandan birçok öğrenciye ders verdi. 1645 yılında Girit Seferi'ne katılması sayesinde haritaların nasıl yapıldığını inceleme fırsatını buldu ve bu konuyla ilgili eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada görevinden ayrılarak üç yıl devlette çalışmadı. Bu üç yıl içinde kimi öğrencilerine çeşitli konularda dersler verdi. Bu zaman içinde sık sık hastalandığı için tedavi çareleri bulmak amacıyla çeşitli tıp kitaplarını okudu. Pek çok eserini bu yıllarda yazmıştır. 1648'de Takvimü't-Tevarih adlı eseri nedeniyle dönemin Şeyhülislamı Abdürrahim Efendi aracılığıyla kalemde ikinci halifelik görevine atandı. Ölümü. Kâtip Çelebi 1657 yılında öldü. Mezarı, Vefa'dan Unkapanı’ndaki Unkapanı Köprüsü'ne inen büyük caddenin sağ kenarındaydı. Kâtip Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arapça, Farsça yanında Latince'yi de bilirdi. Osmanlı Devleti'nde Batı bilimleriyle fazla ilgilenen ve bu bilimleri Doğu bilimleriyle karşılaştırıp sentezini yapan ilk Türk bilim adamlarından biridir. Unesco tarafından doğumunun 400. yılı münasebetiyle 2009 yılı Kâtip Çelebi Yılı ilan edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16264", "len_data": 5619, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Adalar sözcüğüyle aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16270", "len_data": 60, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.77 }
Eminönü, İstanbul'un bir semtidir. İstanbul'un Tarihî yarımada olarak bilinen kısımda, Haliç'in batısında yer alır. 7 Mart 2008 tarihine kadar ilçe belediyesi olan Eminönü bu tarihte lağvedilerek kanunla Fatih ilçesine bağlanmıştır. Bütünüyle İstanbul kentinin tarihi çekirdeği olan sur içinde yer alır ve merkezi alanın en canlı bölgelerinden birini oluşturur. Osmanlı döneminde Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliğinin burada bulunması sebebiyle Eminönü adını almış, Fatih ilçesiyle birlikte cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul'un merkezi ilçesi olmuştur. İlçe olduğu dönemde yüzölçümü bakımından Adalar'ın ardından İstanbul'un en küçük ilçesiydi. Nüfusu 1955 yılına kadar artmaya devam eden Eminönü'nün önemli semtleri, zamanla konut alanı olmaktan çıkıp, ticaret bölgesine dönüşünce, nüfus da azalma sürecine girmiştir. 1990 yılında 83.444 olan nüfusu, son nüfus sayımında 55.548 olarak tespit edilmiştir. Yüzölçümü 5 km²'dir.Toplam 33 mahalleden oluşmaktadır. İstanbul'un Haliç girişinde, kentin kurulduğundan bugüne var olan limanın, Sirkeci'yle birlikte önemli bir bölümünü Eminönü semti oluşturmaktadır. Kent yaşamının önemli bir odağı olduğu kadar, dünyanın en önemli limanlarından birinin merkezi olan bu semt, Unkapanı yolu üzerinde yer alan İstanbul Ticaret Üniversitesi'nin Eminönü Kampüsü'nden başlayıp İstanbul Ticaret Odası'nın binası ile devam eden ve Sirkeci'ye kadar uzanan kıyı şeridi ve onun hemen arkasındaki çarşı bölgesini kapsamaktadır. Tarih. Bizans Dönemi. Semtin Bizans döneminde “Neorin Kapısı” (Başçe Kapısı) ile “Porta Drungari” (Odun Kapısı) arasındaki kıyı ve liman bölgesi olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. Byzantion'un ilk kurulduğu yerin bugünkü Topkapı Sarayı çevresi ile Sarayburnu ve Sirkeci bölgesi olduğu sanılmaktadır. Sarayburnu'nun batısından başlayarak Sirkeci - Eminönü sahilinin tümüyle liman olduğu, Sirkeci Garı’nın bulunduğu kesimin sonradan dolduğu bilinmektedir. Bizans devrinde bugünkü Sirkeci ve Cağaloğlu’nun kuzey kesimlerine “Eugeniu” denilmekteydi. Bölge günümüzde Topkapı Sarayı'nı çevreleyen surların bulunduğu yerde olması gereken Byzantion surlarının hemen dışında; Septimus Severus surunun içinde kalıyordu. Bizans İmparatorluğu Dönemi'nde, Neorion Limanı zamanla dolmuş, 697'de imparator Leontios tarafından temizletilmiş, bu sırada çıkarılan cüruftan kaynaklandığı ileri sürülen bir veba salgını kenti kasıp kavurmuştu. 10. yüzyıldan sonra Cenevizliler ve Pisalılar başta olmak üzere Latin kolonileri, Eminönü - Sirkeci civarında imtiyazlı bölgeler elde edip buralara yerleşmişler ve limanda kendi ticaret iskelelerini kurmuşlardır. Eminönü ile Sirkeci arasında, Yeni Cami’nin hemen arkasında bulunan Bahçekapı semti, adını İstanbul’un deniz surlarının Haliç ağzına açılan kapılarından biri olan “Bahçe Kapısı”ndan almaktadır. Bizans döneminde bu kapıya “Porta Neorion” denildiği belirtilmektedir. Bu kapının çevresindeki nüfusun çoğunluğunu o dönemde Museviler oluşturduğundan, kapıya “Porta Hebraica” ya da “Porta Judeca” denilmiş, Türkler tarafından ise Çıfıt Kapısı (Şuhut Kapısı) olarak adlandırılmıştır. Bizans Dönemi'nde bu kapının yakınında bir kule olduğu, Haliç'in ağzına gerili zincirin bir ucunun kuleye, diğer ucunun da Galata Kulesi'ne bağlı bulunduğu rivayet edilmektedir. Kapının yerinin bugünkü Yeni Cami arkasında Arpacılar Caddesi üzerinde olduğu sanılmaktadır. Osmanlı Dönemi milattan sonra. Bizans Dönemi'nde olduğu gibi, Osmanlı Dönemi'nde de kentin ithal ettiği malların boşaltılıp, saklandığı, binlerce denizci ve tüccar ile onlara hizmet verenlerin işlerini gördüğü yoğun bir iş merkezi olmaya devam eden Eminönü, aynı zamanda İstanbul'un büyük bir liman semti idi. Dolayısıyla bu bölgede çok sayıda yer alan dini anıtların yanında, hanlar ve çarşılar da yoğun bir alanı kaplamaktaydı. Özellikle meydanı, pek çok yabancı seyyahın gravüarlerine konu olan Eminönü'nün deniz tarafından bakıldığında fark edilen eski hali, limanın sıkışık, insan ve etkinlik dolu atmosferi, deniz üzerinde sandallar, ilginç profilleriyle büyük kayıklar, Yeni Camii'nin silüeti, deniz kenarına sıkışmış ahşap dükkânlardan oluşan mimari karakteri oldukça değişikliğe uğramıştır. Bu değişimde İstanbul'u birbirine bağlayan özellikle Galata Köprüsü'nün rolü büyüktür. Böylece eskiden kıyıda oluşan kent mekanı, Galata'ya doğru uzanan bir şekillenmeye yönelmiştir. Buharlı gemilerin yapılmaya başlanması, Şirket-i Hayriye, Sultan Abdülaziz Dönemi'nde Demiryolunun Sirkeci'ye gelişi, tünelin yapılması, atlı ve daha sonra da elektrikli tramvaylar, 19. yüzyıl sonunda Galata ve Sirkeci'de yapılan yeni rıhtımlar ve depolar, Eminönü'nün ve meydanının görüntüsünü tümüyle değiştirmiştir. Eminönü ilçesinin önemli semtlerinden biri olan Sirkeci, Osmanlı Dönemi'nde Topkapı Sarayı'na yakın oluşu, sonra da Babıali'nin, yani hükûmet konağı merkezinin iskelesi olması sebebiyle önemini korumuştur. Bu yöre hem ulaşım, hem de ticaret açısından Babıali'nin denize doğru uzantısı durumundaydı. Demiryolları ve Sirkeci Garı'nın yapılması buranın daha da önem kazanmasına yol açtı. Gar, semte canlılık ve farklı bir işlev kazandırdı. Bu dönemde Bahçekapı'nın, sadrazamlığa terfi edenlerin saraya götürülmek üzere geçirildikleri kapı olduğu bilinmektedir. Kente getirilen zahire ve her türlü ticari metanın da bu kapıdan geçirildiği kaynaklarda belirtilmektedir. Akşamları şehir kapıları kapandıktan sonra geç kalanların şehre girdikleri kapı da burası idi. 1569'da Demirkapı'dan başlayıp Bahçekapı'ya kadar uzanan yangında semtin Yahudi Mahallesi bütünüyle yanmış, kapı ve çevresindeki surlar 1865 yangını ve sonra da yol genişletme çalışmaları sırasında yıktırılmıştır. Eminönü ilçesinin Cağaloğlu semti Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre, Osmanlı döneminde Ekabir Saraylarının bulunduğu bir semtti. Bunda semtin saraya yakın oluşunun önemli payı olmalıdır. 16. yüzyılın son çeyreğinde sadrazamlık yapan Çiğalazade Sinan Paşa'nın sarayının ve yaptırdığı hamamın bu bölgede bulunması semtin "Çiğalaoğlu" adını almasına sebep olmuştur. Çiğalaoğlu adı daha sonra halkın ağzında "Cağaloğlu"na dönmüştür. Osmanlı devletinin sadaret makamı ve devletin yönetim merkezi olan Babıali'nin varlığı semte daha 18. yüzyıldan itibaren özellik kazandırmış ve burası Osmanlı bürokrasisinin, sadaret mensuplarının, paşaların yaşadığı bir bölge halini almıştır. 1870'lerden sonra ise Cağaloğlu, Türk basının merkezi haline gelmeye başlamıştır. Cumhuriyet Dönemi. Osmanlı döneminde Eminönü meydanının mimari karakterinin değişmesinde Sirkeci Garı'nın yapılması, Dördüncü Vakıf Han ve Postane gibi yapılar ile Sultan I. Abdülhamid döneminin ticari yapılarının da tesiri vardır. Ancak Eminönü'nün 19. yüzyıldaki fiziki yapısı, asıl cumhuriyetin ilanından sonra, özellikle vali ve belediye reisi Lütfi Kırdar zamanında (1938-1949) değişmeye başlamıştır. 1928'de Fatih'ten ayrılarak ilçe olmuştur. Yeni Camii'nin önündeki yapılar, köprü için bilet kesen kulübeler ortadan kaldırılarak meydan açılmıştır. Mısır Çarşısı'nın etrafı açılarak restore edilmiş, 1955-56 yıllarında Unkapanı - Eminönü yolunu açma çalışmaları sırasında balıkçı ve meyhaneleriyle ünlü Balıkpazarı da yok olmuştur. Eminönü'nün eski silüeti bir ölçüde 1986 yılına kadar ayakta kalabilmişse de 1984-89 yılları arsında, Haliç uygulamaları sırasında Yemiş İskelesi ve çevresi tamamen ortadan kalkmıştır. 1980'li yıllarda ise meydanda yapılan yaya köprüleri semtin eski karakterini bozmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Sirkeci, ucuz otellerin, gurbetçilerin nakliyat şirketlerinin merkezi olmuştur. Özellikle garın arkasındaki oteller gurbetçilerin mekanıydı. Ayrıca etrafta küçük lokanta, büfe ve işyerleri de mevcuttu. Ancak Sirkeci, tarihin her döneminde rıhtım olarak hizmet vermiştir. Diğer yandan Babıali caddesi ve onun devamı olan Ankara Caddesi'nden aşağı, denize ve Galata Köprüsü'ne inen trafiğin bağlantı noktası olma özelliğini yine her dönemde korumuştur. 1957-59'da açılmaya başlanan Sirkeci - Florya sahil yolu Sarayburnu'nu sahilden dolaşarak Sirkeci trafiğinin hafiflemesini sağlamıştır. 1960'lardan sonra Sirkeci'deki ucuz otellerin Laleli-Aksaray semtlerine kaymasıyla, semtte ticaret ve iş merkezi niteliği ağır basmıştır. Semtin sahil kesiminde feribot iskelesi ile Sirkeci Garı'nın karşısına gelen kısımda Harem-Sirkeci araba vapuru iskelesi yer almaktadır. Eminönü ilçesinin Bahçekapı semti 1960'lara kadar konutların da bulunduğu bir bölge iken daha sonra tamamen bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Galata köprüsünün ayağının doğusunda, Eminönü meydanından Sirkeci'ye doğru şehrin Rumeli yakasını, Anadolu yakasına ve Boğaziçi'ne bağlayan şehir hatları vapur iskeleleri sıralanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Cağaloğlu semti siyasal nitelik ve ağırlığını kaybetmiştir. Ancak Osmanlı döneminde olduğu gibi bu dönemde de basın merkezi olma özelliği öne çıkmıştır. 5747 Sayılı Kanun ile 7 Mart 2008'de Fatih ilçesine bağlanmıştır. Semtin sahil kesiminde 2024 yılında kapsamlı bir meydan düzenlemesi gerçekleştirilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16274", "len_data": 8952, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Orhan Kemal Roman Armağanı, Türk yazar Orhan Kemal'in anısına 1972'den bu yana her yıl verilen roman ödülüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16277", "len_data": 110, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.23 }
Haldun Taner Öykü Ödülü, Milliyet Gazetesi tarafından yazar Haldun Taner anısına 1987'den beri düzenlenmekte olan öykü ödülü. Ödül, o yıl yayımlanmış öykü kitapları veya yeni yazılmış, henüz yayımlanmamış öyküler arasında seçilen bir öyküye verilir. Ödüle aday olanlar arasından seçici kurul tarafından o yılın en iyi öyküsü olarak belirlenen öykünün sahibine ödül takdim edilir. Jüri, ödülü bir öyküye verebildiği gibi en fazla üç kişi arasında da bölüştürebilmektedir. Haldun Taner'in eşi Demet Taner, seçici kurulun doğal üyesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16280", "len_data": 534, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.43 }
Yeditepe Şiir Armağanı, 1955 yılından itibaren verilmeye başlanmış şiir ödülü. Hüsamettin Bozok tarafından Yeditepe dergisi ve yayınları adına kurulmuştur. Bir önceki yılın, seçiciler kurulunca en beğenilen şiir kitabına verilir. Ödülün verilmesi 12 sene sürdükten sonra 9 yıl ara verildi ve tekrar başladı. Son şiir armağanı, 1984 yılında Necati Cumalı'ya verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16281", "len_data": 365, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.26 }
Abdülkadir Kemali Öğütçü (10 Ağustos 1889 - 26 Temmuz 1949), Türk avukat, ilk Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu milletvekili, İstiklal Mahkemesi başkanı, Ahali Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu, aktif politikacı. Romancı Orhan Kemal'in babasıdır. İstanbul Hukuk Mektebi'nden mezun olmuştur. Adliye Nezâreti Memurîn Sicil Müdürlüğü Kalemi Kâtipliği, Erganun, Seb-Tap ve Mehtap Gazetelerinin sahipliği, Siirt Bidâyet Mahkemesi Savcı Yardımcılığı, Basra Vilayeti Merkez Bidâyet Mahkemesi Savcılığı, Çanakkale Savaşı'nda Topçu Subaylığı, Adana Hukuk İşleri Müdürlüğü, Kırmastı (Mustafa Kemal Paşa) Kaymakamlığı, Kastamonu Bidâyet Mahkemesi Müddeî-i Umûmisi (Savcı), İttihâd ve Terakkî Cemiyeti Üyeliği, TBMM I. Dönem Kastamonu Milletvekilliği, Adliye Vekâleti Müsteşarlığı ve Pozantı İstiklâl mahkemesi Üyeliği ve Başkanlığı yapmıştır. Yaşamı. 1889'de Adana'ya bağlı Cebelibereket (Osmaniye) sancağında doğdu. Manastır Askeri İdadisine girdiyse de annesinin oğlunun asker olmasını istememesi yüzünden bu okuldaki öğrenimini yarıda bıraktı. 15 yaşında iken İstanbul’a gelerek iş buldu. İstanbul Hukuk Mektebi'ni 1912'de tamamladı. 1908 yılında, İkinci Meşrutiyet’in ilanı üzerine, ittihatçılarca öğrenciler içerisinde örgüt kurmakla görevlendirilmiş, Talat Paşa’nın gözüne girmişti. Talat Paşa sevgisi öylesine yer etmiştir ki, üçüncü çocuğu kız olmasına rağmen adını Talat koymuştur. Birinci Büyük Millet Meclisi'ne 1920'de Kastamonu'dan milletvekili seçildi. 25 Kasım 1920'de Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptı. İlk Millet Meclis'inde İkinci Grup içinde yer aldı ve en şiddetli muhaliflerden biri oldu. "Nahiyeler Kanun Tasarısı" üzerine yaptığı eleştiriler, köy ve köylüleri yakından tanıması açısından ilginçtir. 24 Eylül 1921 günü yapılan 81. Meclis toplantısında, köylüye ağır yük getiren söz konusu tasarıyı, özetle şöyle eleştirmiştir: " ... Halk bütün servetini, bacağındaki donunu, sırtındaki gömleğini verdiği halde, bunlar yetmiyormuş gibi bedenen çalışma zorunluluğunu, halka doğru gitmek isteyen bir hükûmet, halkın üzerine yüklemek istiyor. Bu şu demektir ki, geberinceye kadar bedenen de çalışacaksınız ... Halka doğru gitmek, halkın başına bela olan gereksiz formaliteleri kaldırarak, yerine daha iyi, daha uygun yöntem kurmakla olur ... memleketi kurtarmak için gözümüzü her hâlde aşağı doğru, yani halka çevirmek zorundayız..." 1923 yılında milletvekilliği sona erdi ve Adana'da avukatlık yapmaya başladı. 24 Eylül 1930'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu, Ahali gazetesini çıkartarak muhafelet etti; "Toksöz Gazete"si'ni yayınladı. Partisi, Türkiye'nin ilk çok partili sisteme geçiş denemesi başarısızlığa uğrayınca kapatıldı; kendisinden "bir daha muhalefet etmeyeceğine" dair senet alındı, partinin yayın organı olan "Ahali Gazetesi"'nin yayımı yasaklandı. Abdülkadir Bey, tutuklanacağını haber alınca İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmamak için 24 Aralık 1930'da Suriye'ye kaçtı; Beyrut'a yerleşerek lokanta işletti. 1939'da afla yurda döndükten sonra avukatlık ve yargıçlık yaptı. 26 Temmuz 1949'da Ankara'da öldü. Taha Toros, “yaman bir muhalif” olarak nitelendirdiği Abdülkadir Kemali Öğütçü'yü şöyle tanıtır: "TBMM’nin ilk dönem milletvekili; üç günlük bakan; İstiklal Mahkemesi’nin hem reisi hem sanığı; hükümetin yaman eleştiricisi; güçlü bir gazeteci; 1930’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu başkanı; din üzerine eserler yazan bir bilgin, şifalı bitkileri inceleyen bir kamus yazarı; ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşüyle uzman bir hukukçu; yakın politika tarihimizin bir renkli siması ve dinlenmesine doyum olmayan bir hatibi."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16283", "len_data": 3587, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.43 }
Kahire (, "Galip", "Üstün Gelen"), Mısır'ın başkenti, Arap dünyası ve Afrika'nın en büyük kenti. Büyük bölümü Nil Irmağının doğu kıyısında, ırmağın Reşid ve Dimyat kollarına ayrıldığı noktanın biraz aşağısında yer alır. 1300 yılı aşkın süredir aynı alanda, aynı adla yer alan kent, Doğu ve Batı'nın, eski ile yeninin gelişigüzel bir bileşimini yansıtır. Kentin adı Mısırlılar tarafından çoğu kez ülkenin adı olan Arapça "Misru", Mısır Arapçası "Masr" olarak adlandırılır. Kahire, kent merkezinde 7.9 milyon, banliyöleriyle birlikte toplam 20 milyona yakın bir nüfusa sahiptir. Kahire Mısır ve çevre ülkelerinin politik, ekonomik ve kültürel merkezi konumundadır. Mısır hükûmeti, parlamentosu, devlet daireleri ve diplomatik temsilciliklerin birçoğu Kahire'de bulunmaktadır. Kahire barındırdığı birçok üniversite, yüksek okul, tiyatro, müze ve anıtlarıyla ülkenin atardamarı konumundadır. Eski Kahire, 1979 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesi'nde bulunmaktadır. Kahire Müzesi, Piramitler bölgesi, Nil Irmağı çevresi turistlerin rağbet ettikleri önemli mekanlardandır. Coğrafya. Kahire kenti Kahire iliyle ("muhafaza") hemen hemen aynı alanı kaplar. Çöl yükseltileri arasında sıkışmış olan güneydeki dar kesimi ve ırmak deltasına doğru genişleyen kuzey kesimiyle bir yelpazeyi andırır. Arazi yapısı ve sulama giderlerinin fazlalığı çöle doğru genişlemesini engellediğinden, yüzyıllar boyunca önce ırmağa doğru, daha sonra da kuzey ve güney yönünde büyümüştür. Tipik bir çöl ikliminin egemen olduğu kentte gece-gündüz sıcaklık farkı çok yüksektir. Yazın gündüzleri ortalama 33 °C-34 °C'yi bulan sıcaklık, geceleri Nil'den gelen esintilerin etkisiyle 20 °C-22 °C'ye kadar iner. Kısa süren kış aylarında Yengeç Dönencesi'nde bulunan Güneş gündüzlerin ılık geçmesini sağlar, ama geceler oldukça serin ve nemlidir. Kentin yağış aldığı tek mevsim kıştır. Tarih. Geçmişte yörede Memfis ve Babil gibi antik yerleşmelerin bulunmasına karşın, bugünkü kentin gelişmesi Mısır'a İslamı yayan Arapların 641'de eski Babil sitesinin karşısında kurduğu el-Fustat (askeri kamp anlamına gelen Latince "fossatum"'dan) kasabasıyla başladı (bugün Mısr ül-Kadime (Eski Kahire)). Sonraki yüzyıllarda el-Fustat çevresinde bir dizi yeni yerleşim alanı açıldı; Abbasiler 751'de el Asker'i, Tolunoğulları 870'te Ktai'yi kurdular. 969'da kenti ele geçiren Fatımilerin komutanı Cevher, var olan yerleşimin kuzeydoğusunda surlarla çevrili dikdörtgen planlı bir kent kurdu. Başlangıçta el-Mansuriye olarak anılan kente, Fatımilerin merkezi olmasından (973-974) sonra Kahire adı verildi. Eyyubilerin kurucusu Selahaddin Eyyubi, Kahire ve Fustat'ı tek bir sur içine alarak, Kahire'yi büyük bir kent durumuna getirdi ve geniş bir alanı kaplayan topraklarını buradan yönetti. Memlûk sultanı Baybars zamanında Memlûklerin merkezi olan kent, Orta Çağ boyunca en parlak dönemini Memlûk yönetimi altında yaşadı. 1340'larda 500 bine ulaşan nüfusuyla Afrika, Avrupa ve Ortadoğu'nun en büyük kenti durumuna gelmenin yanı sıra Doğu ile Batı arasındaki ticarette kilit bir bağlantı noktası niteliğini kazandı. El-Ezher Üniversitesi kentin aynı zamanda İslam bilimlerinin merkezi olmasını sağladı. Memlûklere bağlı zengin topraklardan gelen vergiler önemli bir gelir kaynağıydı. Kentteki en önemli mimari yapılar bu dönemde inşa edildi. Kentin veba salgını (1348) ve Timur'un doğu sınırlarındaki istilasıyla (1400) başlayan gerilemesi, keşiflerin baharat yolunun önemini azaltmasıyla daha da hızlandı. Osmanlıların Mısır'ı ele geçirmesiyle (1517) siyasal özerkliğini yitiren Kahire, yalnızca bir eyalet merkezi durumuna geldi. Napoléon Bonaparte'ın 1798'deki Mısır seferiyle Kahire'de kurduğu yönetim Temmuz 1801'e değin sürdü. 1805'te valiliğe atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın kurduğu hanedan Kral I. Faruk'un iktidardan devrilmesine (1952) değin Mısır'ı yönetti. Mehmed Ali ve ardıllarının saltanatı ve onu izleyen Britanya yönetimi dönemlerinde ve en sonra da bağımsızlıktan bu yana, kent işlevlerine göre çeşitli bölgelere ayrılmıştır (bakanlıklar, ticarethaneler, lüks konutlar). Yapılaşma. Kentin bugünkü yapısı tarihiyle yakından ilgilidir. Kalabalık bir nüfusu barındıran ve Batı tipinde kurulmuş kesimi çevreleyen gecekondu görünümündeki üç eski mahallenin en büyüğü Fatımilerce kurulan yerleşim alanıdır. Burada Baybars Camisi ve Salaheddin Kalesi gibi çok sayıda tarihsel yapı vardır. Öteki eski mahalleler geçmişte kentin banliyöleri olan Bulak ve Mısrü'l-Kadime'dir (el-Fustat). Kentin modern merkezi olan el-Azbakiye ile yakınındaki büyük ticaret merkezileri ve konut alanları yoksul eski mahallelerle çarpıcı bir karşıtlık oluşturur. Kentin ana caddesi Nil'e koşut uzanan ve televizyon binası, katedral, belediye binası ve lüks otellerin çevrelediği el-Kurniş Caddesi'dir. Nil kıyısındaki modern kesimler ile eski mahalleler arasında bulunan kesimde alt orta sınıflar yaşar. Ulusal Kitaplık ve İslam Sanatları Müzesi burada yer alır. Metropoliten alanın doğusunda din büyüklerine ve Memlûk sultanlarına ait mezarlar bulunur. Ölüler Kenti adı verilen ve dünyada başka örneği bulunmayan bu yörede nüfusun en yoksul kesiminin bir bölümü (250 bin kişi kadar) yaşar. Belediye hizmetlerinden yoksun olan yörede, II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan hızlı nüfus artışının etkisiyle yapılmış olan görece modern, yeni yapılara da rastlanır. Son yıllarda kentin batı ve kuzey kesimleri konut alanları olarak hızla büyümektedir. Tarımsal topraklardan ya da sulama yoluyla çölden elde edilen alanlarda Heliopolis ve Nasr kenti gibi çeşitli yerleşmeler kurulmuştur. Mimari. Kahire Mısır, Roma, Orta Çağ Arap ve Osmanlı mimarisinden zengin örnekler barındırır. Kentin tescil edilmiş olan 400'den fazla tarihsel anıtı MS 130 ile 19. yüzyıl başları arasındaki dönemden kalmadır. En eski kesimlerde üstü sıvalı ve iki-dört katlı tuğladan evler egemendir. Bazı eski evlerde yöreye özgü ahşap pencere kafesleri (müşrefiye) bulunur. Geleneksel konutlar çeşmeli bir avluya açılır; erkek ve kadınların yaşadığı bölümler ayrıdır. Kentin 19. yüzyılda inşa edilen kesimindeki binaların taştan yapılmış zengin bezemeli dış yüzeylerinde, kubbeciklerinde ve romanesk eşiklerinde abartılı Avrupa etkisi görülür. 20. yüzyıl başlarında kurulan Batı etkisindeki kesimlerin fazla yüksek olmayan taş ya da betonarme binaları Paris'teki yapılar örnek alınarak yapılmıştır. Nil kıyısındaki Akdeniz tipi binalarda eski Mısır mimarisinin bazı özellikleri korunmuştur. Nüfus. Geçmişte dinsel ve etnik açıdan karmaşık olan kent nüfusu giderek türdeş bir yapı kazanmaktadır. Günümüzde nüfusun yüzde 90'ını Müslümanlar oluşturur; geri kalanların çoğunu Kıptî Kilisesi'ne bağlı Mısırlı Hıristiyanlardır. Ayrıca az sayıda Katolik ve Protestan (çoğu Avrupa kökenli) ile küçük bir Yahudi topluluğu vardır. Kentin çok yüksek olan nüfus artış hızı ciddi sorunlar doğurmaktadır. Ekonomi. Kahire'nin ekonomisi başlangıcından bu yana yönetsel işlevlerine, iç ve dış ticarete ve sanayi üretimine dayanmıştır. Büyük ölçekli sanayileri dokumacılık (genellikle pamuklular), demir-çelik, gıda ve tütün işlemenin yanı sıra tüketim mallardır. El emeğine dayanan geleneksel sanayiler de önemli bir yer tutar. Mısır'ın en önemli banka ve finans kuruluşları ile ulaşım şirketlerinin merkezleri Kahire'dedir. Eğitim. Kahire Üniversitesi, Ayn Şems, El-Ezher Üniversitesi ve Kahire Amerikan Üniversitesi gibi kurumlarıyla yükseköğretim merkezi olan Kahire'ye öteki Arap ülkelerinden çok sayıda öğrenci gelir. Önemli Yerler. Mısır Müzesi. Kentteki başlıca müzelerden biri Tutanhamon'a ait hazinelerin sergilendiği Mısır Müzesi'dir. 1900 yılında Fransız mimar Marcel Dourgnon tarafından neo-klasik tarzda inşa edilen müze, dünyadaki en geniş Antik Mısır koleksiyonuna sahip. Giriş katında 42 odada, üst katta ise 47 odada eserler sergileniyor. Diğer müzeler İslam öncesi döneme ait ikon, dokuma ve taşların sergilendiği Kopt Müzesi, Memlûk Kuran'ları ile ahşap, pirinç ve cam eşyaların sergilendiği İslam Sanatları Müzesi'dir. Han el-Halili. Han el-Halili Çarşısı Ortadoğu'da kurulan en büyük pazarlardan, Kahire'nin ve Mısır'ın en çok turist çeken noktalarından biridir. Tahrir Meydanı'nın doğusunda yer alır ve sokakları İslami mimarinin birçok örneğine ev sahipliği yapar. Gümüş, bakır, altın ve kaymaktaşı gibi madenlerden yapılmış çeşit çeşit hediyelik eşya ve takılar, deri ve daha birçok kumaşın kullanıldığı rengârenk kıyafetler, ruhu canlandıran, bedeni dinçleştiren kokularıyla Doğu'nun egzotik baharatları ve ara sokaklara serpiştirilmiş kahveciler hem hediyelik eşyalar almak hem de Kahire'nin oryantal yüzüne ışık tutan bir tur yapmak isteyen ziyaretçilerin uğrak noktasıdır. Cezire Adası. Nil'in Kahire'den geçen bölümündeki adalardan en büyüğü seçkin Cezire adasıdır. Gelir seviyesi yüksek ailelerin ikamet ettiği Zamalek Mahallesi, Kahire Kulesi, Cezire Spor Kulübü, Modern Sanatlar Müzesi ve Opera Binası bu adada gezilebilecek noktalar arasındadır. Özellikle 182 m uzunluğundaki Kahire Kulesi'nden şehir manzarasını izlenebilir. Tahrir Meydanı. Bankalar, alışveriş merkezleri ve restoranların sıralandığı Kahire merkezinin ortasında yüksek binaların mesken tuttuğu Tahrir Meydanı bulunmaktadır. Işıklı panolarla süslü meydan, bürokrasinin de merkezidir. Arap Birliği binası, çeşitli bakanlıklar ve devlet dairelerini barındıran Mugamma binası ve Kahire Amerikan Üniversitesi bu meydanda yer almaktadır. Meydan'ın güneyine doğru çıkarsanız 120 bin eserlik bir koleksiyona sahip olan Mısır Müzesi'ne ulaşılır. Ayrıca batıda, Nil kıyısında yer alan ünlü oteller Tahrir Meydanı'na çok kısa mesafede yer almaktadırlar. Kahire Kalesi. Han el-Halili çarşısının güneyinde, 15 dakikalık mesafede yer alır. Kendi içindeki yapıların çokluğundan dolayı burası bir kent gibidir. Camiler, müzeler ve restoranlar ile, Kahire kent merkezinin karmaşasından uzak ve sakin bir nokta olan Kahire Kalesi'nden Kahire manzarası da görülebilir. Kale sınırları içerisinde bazı yapıları: Süleyman Paşa Camisi, Mehmed Ali Paşa Camii, En-Nasır Camisi, Askeri Müze, Araba Müzesi, Polis Müzesi, Gawhara Sarayı'dır. Kale'nin batısında kentin simgelerinden olan Sultan Hasan Medresesi ile Er-Rifai Camisi, güneybatısında ise Tolunoğlu Camisi ile Gayer-Anderson Müzesi de dikkate değer yapılardandır. Spiral minaresiyle Kahire'de tek olan Tolunoğlu Camisi ve İslam ve Avrupa sanatına dair paha biçilmez parçaların sergilendiği Gayer-Anderson Müzesi Kahire Kalesi içindedir. Ulaşım. Kahire ülkenin öteki kentlerine demiryollarıyla bağlanır. Heliopolis yakınında uluslararası bir havalimanı vardır; Kahire Uluslararası Havalimanı Kahire'nin 15 km kuzeydoğusunda yer alır. Kent içinde yaygın olarak kullanılan atlı araba, eşek ve develer yerini otomobillere, otobüs ve 1987'de kullanılmaya başlayan ve Afrika'daki ilk yeraltı taşımacılığı örneği olan metroya bırakmıştır. Spor. Mısır ve Kahire'deki en popüler spor dalı futboldur. Kentin en ünlü iki futbol takımı El-Ehli ve Zamalek yalnızca Mısır'ın değil Afrika ve Arap dünyasının önde gelen futbol kulüplerindendir. İki takım da iç saha maçlarını Kahire Uluslararası Stadyumu'nda oynamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16285", "len_data": 11036, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Demokrasi ve Özgürlükler Adası ya da önceki adıyla Yassıada veya Plati ( "Pláti"), Marmara Denizi'nde İstanbul'a yakın küçük bir adadır. Biri sivri, diğeri yassı görünümlü olan, birbirine yakın iki metruk adadan yassı olanıdır. Eni 185, boyu 740 metre, yüzölçümü 18.3 hektar olan adanın arazisi düzdür, ancak sahilleri genellikle denize dik olarak iner. Sivriada'ya 0,9 deniz mili (1,66 km), Burgazada'ya 2,67 deniz mili (4,94 km) ve Kadıköy kıyısındaki Fenerbahçe Adası'na 6,27 deniz mili (11,6 km) uzaklıktadır. 27 Mayıs Darbesi döneminde burada gerçekleştirilen ve Demokrat Partililerin (DP) yargılandığı Yassıada Yargılamaları ile de tanınır. Darbenin izlerini silmek için adanın adı; 2013 yılında Kadir Topbaş'ın ikinci döneminde İBB Meclisi kararıyla Demokrasi ve Özgürlükler Adası olmuştur. Tarihçe. Doğu Roma İmparatorluğu dönemi. Doğu Roma İmparatorluğu döneminde 4. yüzyıl'dan itibaren bir sürgün yeri olarak kullanılan Yassıada'ya, Bizans İmparatoru Theofilos (hükümdarlığı 829-842) Platea Manastırı diye bir manastır inşa ettirmiştir. 860'ta bu adada sürgün olarak kalan patrik İgnatios adanın tam ortasına bir kilise inşa ettirmiştir. Daha sonraları bu kilisenin altındaki dehlizler zindan olarak kullanıldı. 12. yüzyıl'da Latinlerin ve 15. yüzyıl'da Rusların istilasına uğradı. Osmanlı İmparatorluğu dönemi. İstanbul'un Fethi'nden sonra uzun süre adayla ilgilenen olmamıştır. 1859'da adayı satın alan Birleşik Krallık'ın İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer, sahilde burçları olan kaleye benzer bir bina ile adanın ortasına enteresan bir mimari üslupta, şato büyüklüğünde bir köşk inşa ettirdi. Bulwer 1837 yılında Birleşik Krallık'ın İstanbul Büyükelçiliği kâtipliğinde bulunurken önemli bir ticaret anlaşması imzalamıştır. St. Petersburg, Madrid, Washington D.C. ve Floransa'dan sonra tekrar Mayıs 1858'de İstanbul'a gönderilmiş ve 1865 yılı Ağustos ayına kadar Büyükelçi olarak kaldığı sırada, dört tarafı kayalık, ıssız yeri beğenerek Sultan Abdülmecit'in de onayını alarak Yassıada'yı satın almıştır. Lüks eşyalar taşınarak burada küçük bir şato şeklinde, biri batı tarafında, biri ortada olmak üzere iki bina, limonluk inşa ettirir ve asma kütükleri diktirip bahçe kurdurur. Bahçıvanlardan üretimi sorarken, bir taraftan da misafirlerini karşılar. Bahar ve yaz ayları bitince, İngiliz elçisinde birden sıkıntı görülür. Bunun üzerine Londra'da Times gazetesine ilan vererek adayı satışa çıkarılır. Osmanlı Hükûmeti için bu hiç de uygun bir davranış değildi. Kendisine epeyce dil döküldükten sonra bu kararından vazgeçirilir. Burada dikkate değer bir rivayet de şudur: inşaat yapılırken lahit içinde çok değerli mücevherler çıkar, bunun üzerine Osmanlı hükûmeti Bulwer'den adayı bir Türk'e satmasını ister. Bu kez arazi, bahçe, bağ ve binalar Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın ilgisini çeker ve satın alır. Fakat o da, kısa bir süre sonra, bu şehirden uzak olan Yassıada'dan sıkılır. Tekrar birkaç bekçi ve martılardan oluşan ıssız günler başlar. Türkiye Cumhuriyeti dönemi. Yassıada 1947'de Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış, 1949'da inşaata başlanmış ve 1952'de eğitim hizmetlerine açılmıştır. Komutanlık kuzey iskele yanındaki, bugün de duran Bulwer'in şato tipi yuvarlak köşkünü muhafaza ederek, subay ve erler için yüksek katlı lojmanlar, spor sahası, tesisler, buz deposu, yemekhane, silahhane gibi birçok yeni bina yaptırdı. 27 Mayıs Darbesi'nden (1960) sonra burada kurulan mahkemelerde Demokrat Partililer yargılanmıştır. Mahkeme sonunda idam cezasına mahkûm edilen 15 sanıktan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun cezaları İmralı Adası'nda infaz edildi. Davaya bakan hakim ve savcılar kaldıkları Heybeliada Panorama otelinden buraya gemi ile gelip gitmişlerdir. Yassıada Yargılamaları bittikten sonra, ada yeniden Deniz Kuvvetlerine teslim edilmiş ve buradaki eğitim faaliyetleri 1978'e kadar sürmüştür. Deniz kuvvetleri de burayı boşalttıktan sonra adanın ıssız günleri tekrar başlamıştır. 1993'te İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi için uygun bir çalışma yeri olarak görüldüğünden, enstitü buraya taşındı. Günde iki kez şehir hatları vapurları, hoca ve öğrencileri getirip götürmesine rağmen, uzaklık, gerekli ihtiyaçların karşılanmasını zorlaştırdığı için Fakülte 1995'te adayı terk etmiştir. 2013 yılında adanın ismi Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştirildi. 2015 ile 2018 yılları arasında gerçekleştirilen çalışmalarla adada 176 kişilik bir otel ve 600 kişilik Adnan Menderes Kongre Merkezi inşa edildi. Aynı çalışmalar sırasında Yassıada Yargılamaları'nın yapıldığı spor salonu restore edilerek 27 Mayıs Müzesi‘ne dönüştürüldü. Dört yıl süren inşaat çalışmaları, adadaki tarihî eserler ve yeşil dokuya zarar verildiği gerekçesiyle eleştirilere neden oldu. Marmara Denizinin tek balık çiftliği burada bulunmaktadır. Gökkuşağı alabalığı ("Oncorhynchus mykiss"), 1–4 kg'lık Çelikbaş Alabalığı yetiştirilmektedir. İstanbul'a yakın ve deniz trafiğinden uzak olduğu için hafta sonlarında şehirdeki dalış kulüpleri için eğitim alanı olarak kullanılmaktadır. Popüler kültüre etkileri. Demokrat Parti İstanbul milletvekili olduğu için 27 Mayıs Darbesi sonrası Yassıada'da tutuklu olan Faruk Nafiz Çamlıbel'in dizileri.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16288", "len_data": 5181, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
Orhan Kemal Müzesi, yazar Orhan Kemal'in anısını yaşatmak üzere İstanbul'un Beyoğlu ilçesindeki Cihangir semtinde üç katlı bir binada kurulmuş bir müze-evdir. Yazarın oğlu Işık Öğütçü'nün kurduğu Orhan Kemal Kültür Sanat Merkezi tarafından 2000 yılında kurulmuştur. Müzede yazarın çoğu Ara Güler tarafından çekilmiş 70 kadar fotoğrafı, eşi Nuriye Öğütçü'nün sakladığı aile fotoğrafları, kitaplarının orijinal ilk baskıları, özel mektuplar, hakkında yazılan tez ve makaleler, kullandığı daktilo, ünlü fötr şapkası, Bulgaristan'da öldüğünde yüzünden orada devlet adamlarına ve büyük sanatçılara uygulanan bir prosedür ile alınan yüz kalıbı, Orhan Kemal'in babası Abdülkadir Kemali Bey’e ait İstiklal Madalyası, Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevin'den Orhan Kemal'e yazdığı mektup gibi objeler sergilenir. Orhan Kemal’in çalışma odasını birebir yansıttan bir odada yer alan daktilo, müzenin en önemli objelerindendir. Müze binasında ayrıca bir kitaplık ve "İkbal Kahvesi" adlı bir kahve de bulunur. Müze mekânı olan yapı, 1940 tarihli bir apartmandır. 1997'de satın alınan yapı, iç mekân kurgusunda değişiklik yapılmadan müzeye dönüştürülmüştür. Müzede hangi eşyaların nasıl ve nerede sergileneceğine oğlu Işık Öğütçü ve ailesi kendi anılarından ve deneyimlerinden yola çıkarak karar vermiştir. Müze, yılda ortalama 5000 ziyaretçi ağırlar. Ziyaretçilerinin büyük bölüm okul gezileriyle veya bireysel olarak gelen lise ya da üniversite öğrencileri oluşturmaktadır. Müzede ziyaretçiler, Orhan Kemal’i oğlundan dinleme imkânı bulmaktadırlar. Müze, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü tarafından denetlenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16290", "len_data": 1614, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.48 }
Ahali Cumhuriyet Fırkası, Abdülkadir Kemali Öğütçü tarafından Adana'da kurulan ve 29 Eylül 1930 - 21 Aralık 1930 tarihleri arasında faaliyet gösteren siyasi partidir. Abdülkadir Kemali Bey, 1924 yılında kurma girişiminde bulunduğu ""Müdafaa-i Umumiye Fırkası"nı 1930 yılındaki çok partili sisteme geçiş denemesi sırasında "Ahali Cumhuriyet"" ismiyle kurmayı başardı. Genel Başkanlığını Abdülkadir Kemali Bey'in üstlendiği fırkanın diğer kurucuları Ali Vehbi, Bekir Sıtkı, Mustafa Ziya, Çiftçi Hasan, Yedek subay Ali Bey idi. Bazı Güneydoğu illerinde zayıf biçimde örgütlenen fırka kuruluşundan sonra sadece Arif Oruç'un çıkardığı "Yarın" gazetesi tarafından olumlu karşılandı. Daha önce çıkardığı "Toksöz" gazetesini yeniden çıkarmak isteyen Abdülkadir Ali Bey, izin alamayınca "Ahali" gazetesini partinin yayın organı olarak kullandı. Parti programında ordunun erzakını kendisinin temin etmesi, demiryolu dahil bütün inşaatın durdurulması savunulmuş, elli sene boyunca telif eserlerin yasaklanıp hep tercüme yapılması ve iptidaî mekteplerin hep leylî olması vurgulanmıştır. Tam hazır olmadan 1930 belediye seçimlerine giren fırka, başarılı olamadı. 21 Aralık 1930'da Bakanlar Kurulu kararıyla "idare heyeti gösteremediği" gerekçesiyle kapatıldı. Başbakanlığın hakkında kovuşturma açılmasını istemesi üzerine Abdülkadir Kemali Bey, İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmamak için 24 Aralık 1930'da (Menemen Olayı'nın ertesi günü) Suriye'ye kaçtı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16292", "len_data": 1442, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
Gdańsk (Almanca: Danzig), Polonya'da bulunan bir şehirdir. Tarihçe. Gdańsk (Eski adı Danzig), 12. yüzyıldan beri Polonya ile Almanya arasında ihtilafa konu olmuştur. İki ülke de şehri kendi toprakları altına almak ister. Almanya I. Dünya Savaşı sonunda yenildiğinde ve özgür Polonya deklare edildiğinde, Versay Antlaşması'yla Gdańsk, nüfusunun %95'i Alman asıllı olmasına rağmen, "özgür şehir" olarak ilan edildi ve yetkisi Milletler Cemiyeti'ne verildi. Böylece Polonya'nın erişebileceği ve kullanabileceği bir liman olacaktı. Adolf Hitler buna "Versay Antlaşması'nın en kötü tarafı" diyordu, çünkü o zamanki Alman toprakları Polonya'nın denize ulaşması için ikiye bölünmüştü.1933'te, seçimler sonrası şehir parlamentosunun büyük bir kısmı Nazilerden oluşuyordu. 1 Eylül 1939'da sabah saat 5.35'te 2. Dünya Savaşı'nın ilk top atışları bu şehre karşı yapıldı ve Gdańsk yeniden Almanya'ya katıldı. II. Dünya Savaşı'nın sonunda ise, Gdańsk adını alarak Polonya'ya bağlı bir şehir oldu. Şehirde bulunan Almanlar ise gitmeye zorlandılar. 1980'lerde şehir Solidarność (Türkçe: Dayanışma Sendikası) hareketinin yuvası oldu. 1990'da ise şehrin Polonya'ya bağlı olduğu, resmen Almanlar tarafından kabul edildi. Gdańsk, tarihteki olayda yer almış önemli bir Avrupa şehridir. Aynı zamanda birçok büyük düşünürün de zaman zaman evi olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16294", "len_data": 1330, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Heinrich Luitpold Himmler (7 Ekim 1900, Münih - 23 Mayıs 1945, Lüneburg), Alman politikacı ve askerdi. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin (NSDAP) liderlerindendi ve 1929-1945 yılları arasında Schutzstaffel'in (SS) başkomutanlığını yapmıştı. Nazi Almanyası'ndaki en güçlü devlet adamlarından ve Holokost'un baş mimarlarından biriydi. I. Dünya Savaşı'nda yedek bir taburda yer alsa da savaşta aktif bir rol almadı. Üniversitede ziraat okudu; Nazi Partisi'ne 1923 yılında, SS'ye 1925 tarihinde katıldı. 1929'da Adolf Hitler tarafından "Reichsführer-SS" olarak atandı. Gelecek 16 yılda, SS'yi 290 kişilik bir taburdan milyonluk bir paramiliter gruba dönüştürdü, Nazi toplama kamplarını kurdu ve yönetti. Çocukluğu ve gençlik yılları. Heinrich Luitpold Himmler, 7 Ekim 1900'de Münih'te muhafazakar orta sınıf bir Roma Katolik ailesinde doğdu. Babası öğretmen olan Joseph Gebhard Himmler (17 Mayıs 1865 - 29 Ekim 1936), annesi ise dindar bir Roma Katoliği olan Anna Maria Himmler (kızlık soyadı Heyder; 16 Ocak 1866 - 10 Eylül 1941) idi. Heinrich'in iki erkek kardeşi vardı: Gebhard Ludwig (29 Temmuz 1898 – 22 Haziran 1982) ve Ernst Hermann (23 Aralık 1905 – 2 Mayıs 1945). Landshut'da babasının müdür yardımcısı olduğu bir gramer okuluna gitti. Okulda başarılı olmasına rağmen, atletizmde mücadele etti. Sağlığı kötüydü, ömür boyu mide şikayetleri ve diğer rahatsızlıklardan muzdaripti. Gençliğinde her gün ağırlıklarla çalıştı ve daha güçlü olmak için egzersiz yaptı. Okuldaki diğer çocuklar daha sonra onu sosyal ortamlarda çalışkan ve beceriksiz biri olarak hatırladılar. 1915'te Landshut Cadet Kolordusu ile eğitime başladı. Babası, Himmler'i subay adayı olarak kabul ettirmek için kraliyet ailesiyle olan bağlantılarını kullandı ve Aralık 1917'de 11. Bavyera Alayı'nın yedek taburuna katıldı. Kardeşi Gebhard, batı cephesinde görev yaptı ve muharebe gördü. Demir Haç aldı ve sonunda teğmenliğe terfi etti. Kasım 1918'de Himmler hala eğitimdeyken, savaş Almanya'nın yenilgisiyle sona erdi ve ona subay olma veya savaş görme fırsatını reddetti. 18 Aralık'ta terhis olduktan sonra Landshut'a döndü. Himmler, savaştan sonra ilköğretim okulu eğitimini tamamladı. 1919'dan 1922'ye kadar, bir çiftlikte kısa bir çıraklık eğitiminin ardından Münih Teknik Üniversitesi'nde ("Technische Hochschule") tarım bilimi okudu ve ardından bir hastalık geçirdi. 1871'deki Almanya'nın birleşmesi sırasında Hristiyan olmayanlara karşı ayrımcılık yapan birçok düzenleme -Yahudiler ve diğer azınlık grupları dahil olmak üzere- kaldırılmış olsa da, antisemitizm Almanya'da ve Avrupa'nın diğer bölgelerinde varlığını sürdürmeye ve gelişmeye devam etti. Himmler üniversiteye gittiğinde antisemitikti, ama istisnai olarak değil; okulundaki öğrenciler Yahudi sınıf arkadaşlarından kaçınırdı. Öğrenciyken dindar bir Katolik olarak kaldı ve boş zamanlarının çoğunu başkanı Yahudi olan eskrim derneği "Lig" üyeleriyle geçirdi. Himmler, artan antisemitizmine rağmen, kendisine ve kardeşliğin diğer Yahudi üyelerine karşı kibar bir tavır sergiledi. Üniversitedeki ikinci yılında Himmler, askeri kariyer yapma girişimlerini iki katına çıkardı. Başarılı olamasa da, Münih'teki paramiliter sahnedeki katılımını genişletmeyi başardı. Nazi Partisi'nin ilk üyelerinden ve Sturmabteilung'nun ("Fırtına Kıtası") kurucularından olan Ernst Röhm ile ilk kez bu sıralarda tanıştı. Himmler, Röhm'e madalyalı bir savaş askeri olduğu için hayran kaldı ve onun önerisi üzerine Himmler antisemit milliyetçi grubu, "Bund Reichskriegsflagge" (Reich Savaş Bayrağı Derneği)'ne katıldı. 1922'de Himmler'in günlüğünde antisemitik ifadeler giderek arttı ve sınıf arkadaşlarıyla tartıştığı "Yahudi sorunu" ile daha fazla ilgilenmeye başladı. Günlüğünde kaydedildiği gibi, okuma listelerine Yahudi karşıtı broşürler, Alman mitleri ve okült broşürler hakimdi. Dışişleri Bakanı Walther Rathenau'nun 24 Haziran'da öldürülmesinden sonra, Himmler'in siyasi görüşleri radikal sağa yöneldi ve Versay Antlaşması aleyhindeki gösterilere katıldı. Hiperenflasyon şiddetleniyordu ve anne babası artık üç oğlunu da eğitmeyi göze alamazdı. Orduda kariyer yapamaması ve ailesinin doktora çalışmalarını finanse edememesi nedeniyle hayal kırıklığına uğramış, ziraat diplomasını aldıktan sonra düşük ücretli bir ofis işine girmek zorunda kalmıştı. Eylül 1923'e kadar bu görevde kaldı. Nazi aktivisti. Himmler, "14303" parti numarasını alarak Ağustos 1923'te Nazi Partisi'ne katıldı. Röhm'ün paramiliter birliğinin bir üyesi olarak, Himmler, Hitler ve Nazi Partisi'nin Münih'te iktidarı ele geçirmeye yönelik başarısız bir girişimi olan Birahane Darbesi'ne karışmıştı. Bu olay Himmler'i bir siyaset hayatına atacaktı. Polis tarafından darbedeki rolüyle ilgili olarak sorgulandı, ancak yetersiz kanıt nedeniyle ceza yemedi ama işini kaybetti, ziraat mühendisi olarak iş bulamadı ve ailesiyle Münih'e taşınmak zorunda kaldı. Bu başarısızlıklardan dolayı hüsrana uğrayarak, hem arkadaşlarından hem de aile üyelerinden uzaklaşarak her zamankinden daha asabi, saldırgan ve inatçı biri oldu. 1923–24'te Himmler, bir dünya görüşü ararken Katolikliği terk etti ve okült ve antisemitizme odaklandı. Okült fikirlerle güçlendirilen Germen mitolojisi onun için bir din haline geldi. Himmler, Nazi Partisi'ni çekici buldu çünkü siyasi konumları kendi görüşleriyle aynı fikirdeydi. Başlangıçta, Hitler'in karizması veya Führer tapınma kültü Himmler'i cezbetmedi. Ancak okudukları aracılığıyla Hitler hakkında daha fazla şey öğrendiğinde, onu partinin faydalı bir yüzü olarak görmeye başladı, ve daha sonra ona hayran kaldı ve hatta ona taptı. Nazi Partisi'ndeki kendi konumunu pekiştirmek ve ilerletmek için Hitler'in Birahane Darbesi'nin ardından tutuklanmasını izleyen süreçte Himmler partiye katılım gösterdi. 1924'ün ortalarından itibaren Gregor Strasser altında parti sekreteri ve propaganda asistanı olarak çalıştı. Parti Bavyera'nın her yerini dolaşarak konuşmalar yaptı ve Nazi yayınları dağıttı. 1924'ün sonlarından itibaren Strasser tarafından Aşağı Bavyera'daki parti ofisinden sorumlu olarak görevlendirildi, parti Şubat 1925'te yeniden kurulduğunda bölgenin üyeliğini Hitler yönetimindeki Nazi Partisi ile bütünleştirmekten sorumluydu. Aynı yıl Schutzstaffel (SS)'ye SS-Führer (SS-Lideri) olarak katıldı; SS numarası 168'di. Başlangıçta çok daha büyük SA'nın bir parçası olan SS, Hitler'in kişisel koruması için 1923'te kuruldu ve 1925'te elit bir birlik olarak yeniden kuruldu. Himmler'in SS'deki ilk liderlik konumu, 1926'dan itibaren Aşağı Bavyera'daki SS-Gauführer (bölge lideri) idi. Strasser, Ocak 1927'de Himmler'i propaganda şefi yardımcılığına atadı. Görevinde zaman içinde artan önemli bir hareket özgürlüğüne sahipti. Yahudilerin, Masonların ve partinin düşmanlarının sayısı hakkında istatistik toplamaya başladı ve güçlü kontrol ihtiyacının ardından ayrıntılı bir bürokrasi geliştirdi. Eylül 1927'de Himmler, Hitler'e SS'yi sadık, güçlü, ırksal olarak saf bir seçkin birime dönüştürme vizyonunu anlattı. Himmler'in bu işin adamı olduğuna ikna olan Hitler, onu SS-Oberführer rütbesiyle Reichsführer-SS Vekili olarak atadı. Bu sıralarda Himmler, bir Völkisch gençlik grubu olan Artaman Ligi'ne katıldı. Orada, daha sonra Auschwitz toplama kampı komutanı olan Rudolf Höss ve "İskandinav Irkının Yaşam Kaynağı Olarak Köylülük" adlı kitabı Hitler'in dikkatini çeken Walther Darré ile tanıştı. daha sonra Reich Gıda ve Tarım Bakanı olarak atanmasına yol açtı. Darré, İskandinav ırkı'nın üstünlüğüne kesinlikle inanıyordu ve felsefesi Himmler üzerinde büyük bir etkiydi. SS'deki yükselişi. Ocak 1929'da SS komutanı Erhard Heiden'in istifası üzerine Himmler, Hitler'in onayıyla Reichsführer-SS'in liderlik pozisyonunu üstlendi; hala propaganda merkezindeki görevlerini sürdürdü. İlk sorumluluklarından biri, SS katılımcılarını Eylül ayında Nürnberg Rallisinde organize etmekti. Önümüzdeki yıl Himmler, SS'i yaklaşık 290 kişilik bir kuvvetten yaklaşık 3.000'e çıkardı. 1930'a gelindiğinde Himmler, Hitler'i SS'i ayrı bir organizasyon olarak yönetmeye ikna etmişti, ancak yine de resmi olarak hala SA'ya bağlıydı. NSDAP, siyasi güç kazanmak için Büyük Buhran sırasındaki ekonomik krizden yararlandı. Weimar Cumhuriyeti'nin koalisyon hükûmeti ekonomiyi iyileştiremedi. Adolf Hitler, ekonomik zorluklar için günah keçilerini –özellikle Yahudileri- suçlamak da dahil olmak üzere popülist söylemi kullandı. Himmler, Eylül 1930'da ilk olarak Reichstag'ın milletvekili seçildi.1932 seçimlerinde Naziler, Reichstag'da oyların yüzde 37,3'ünü ve 230 sandalye kazandı. Hitler, 30 Ocak 1933'te cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından Nazileri ve Alman Ulusal Halk Partisi'nden oluşan kısa süreli bir koalisyonun başkanlığına Almanya Başbakanı olarak atandı. Yeni kabine başlangıçta NSDAP'nin yalnızca üç üyesinden oluşuyordu: Hitler, Hermann Göring ve Prusya İçişleri Bakanı ve Reich İçişleri Bakanı olarak Wilhelm Frick. Bir aydan kısa bir süre sonra Reichstag binası ateşe verildi. Hitler, bu olaydan yararlandı ve von Hindenburg'u, temel hakları askıya alan ve duruşmasız tutuklamaya izin veren Reichstag Yangın Kararnamesi'ni imzalamaya zorladı. Reichstag tarafından 1933'te kabul edilen Etkinleştirme Yasası, Kabine'ye - pratikte Hitler'e - tam yasama yetkisi verdi ve ülke fiili bir diktatörlük haline geldi. 1 Ağustos 1934'te Hitler'in kabinesi, von Hindenburg'un ölümü üzerine başkanlık makamının kaldırılacağını ve yetkilerinin şansölyeninkilerle birleştirileceğini öngören bir yasayı kabul etti. Von Hindenburg ertesi sabah öldü ve Hitler, Führer und Reichskanzler (lider ve şansölye) adı altında hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanı oldu. Himmler 1931'de Reinhard Heydrich'i 1932'de Sicherheitsdienst (SD: Güvenlik Hizmeti) olarak değiştirilen yeni Ic Service'in (istihbarat servisi) şefine atadı. Daha sonra Heydrich'i resmen yardımcılığına atadı. İki adam arasında iyi bir çalışma ilişkisi ve karşılıklı saygı vardı. 1933'te SS'i SA kontrolünden çıkarmaya başladılar. İçişleri Bakanı Frick ile birlikte, birleşik bir Alman polis gücü yaratmayı umuyorlardı. Mart 1933'te, Bavyera Reich Valisi Franz Ritter von Epp, Himmler'i Münih Polisinin şefi olarak atadı. Himmler, Heydrich IV. Departman'ın siyasi polis komutanı olarak atandı. Yakında Göring sadece Prusya'yı kontrol etti. 1 Ocak 1933'ten itibaren geçerli olmak üzere Hitler, Himmler'i üst düzey SA komutanlarına eşit olan SS-Obergruppenführer rütbesine terfi etti. 2 Haziran'da Himmler, diğer iki Nazi paramiliter örgütünün, SA ve Hitler Gençliğinin başkanları ile birlikte, Nazi Partisi'nin ikinci en yüksek siyasi rütbesi olan Reichsleiter seçildi. 10 Temmuz'da Prusya Devlet Konsey Üyesi seçildi. Himmler ayrıca SS Irk ve Yerleşim Merkez Ofisini (Rasse- und Siedlungshauptamt veya RuSHA) kurdu. Darré'yi SS-Gruppenführer rütbesiyle ilk şefi olarak atadı. Bakanlık, ırksal politikalar uyguladı ve SS üyeliğinin "ırksal bütünlüğünü" izledi. SS adamları ırksal geçmişleri için dikkatlice incelendi. 31 Aralık 1931'de Himmler, evlenmek isteyen SS erkeklerinin her iki ailenin de 1800'lü Aryan kökenli olduğunu kanıtlayan aile ağaçları üretmesini gerektiren "evlilik emrini" uygulamaya koydu. Irk soruşturması sırasında her iki soy ağacında da Ari olmayan atalar bulunursa, ilgili kişi SS'den çıkarıldı. Her adama, genetik geçmişini detaylandıran bir soy kütüğü olan Sippenbuch verildi. Himmler, her bir SS evliliğinin en az dört çocuk üretmesini ve böylece genetik olarak üstün potansiyel SS üyelerinden oluşan bir havuz oluşturmasını bekliyordu. Program hayal kırıklığı yaratan sonuçlar aldı; SS erkeklerinin yüzde 40'ından azı evlendi ve her biri yaklaşık bir çocuk doğurdu. Mart 1933'te, Nazilerin iktidara gelmesinden üç aydan kısa bir süre sonra Himmler, Dachau'da ilk resmi toplama kampını kurdu. Hitler, buranın başka bir hapishane veya gözaltı kampı olmasını istemediğini belirtmişti. Himmler, Haziran 1933'te kampı yönetmesi için hüküm giymiş bir suçlu ve ateşli bir Nazi olan Theodor Eicke'yi atadı. Eicke, Almanya genelinde gelecekteki kamplar için bir model olarak kullanılan bir sistem tasarladı. Özellikleri arasında kurbanların dış dünyadan izole edilmesi, ayrıntılı yoklama çağrıları ve iş ayrıntıları, tam itaat için güç kullanımı ve infazlar ve gardiyanlar için katı bir disiplin kodu yer alıyordu. Hem mahkûmlar hem de gardiyanlar için üniformalar çıkarıldı; muhafızların üniformalarının yakalarında özel bir Totenkopf amblemi vardı. Himmler, 1934'ün sonunda SS'nin himayesi altındaki kampların kontrolünü ele geçirerek ayrı bir bölüm olan SS-Totenkopfverbände'yi oluşturdu. Başlangıçta kamplarda siyasi muhalifler vardı; Zamanla, Alman toplumunun istenmeyen üyeleri - suçlular, serseriler, sapkınlar - kamplara da yerleştirildi. Himmler, 1936'da "Anti-Bolşevist Mücadele Örgütü Olarak SS" broşüründe SS'nin "Yahudi-Bolşevik insan altı devrimine" karşı savaşacağını yazdı. Aralık 1937'de yayınlanan bir Hitler kararnamesi, rejim tarafından toplumun istenmeyen bir üyesi olarak kabul edilen herhangi birinin hapsedilmesine izin verdi. Buna Yahudiler, Çingeneler, komünistler ve Naziler tarafından Untermensch (alt-insan) olarak kabul edilen diğer herhangi bir kültürel, ırksal, politik veya dini bağlılığı olan kişiler dahildir. Böylece kamplar sosyal ve ırksal mühendislik için bir mekanizma haline geldi. 1939 sonbaharında II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte, yaklaşık 27.000 tutuklu barındıran altı kamp vardı. II. Dünya Savaşı. Hitler ve ordu komutanları 1939'da Polonya'nın işgali için bahane istediğinde Himmler, Heydrich ve Heinrich Müller, Himmler Operasyonu kod adlı sahte bir bayrak projesini planladılar ve gerçekleştirdiler. Polonya üniforması giymiş Alman askerleri, yanıltıcı bir şekilde Almanya'ya karşı Polonya saldırganlığını öne süren sınır çatışmalarını başlattı. Olaylar daha sonra Nazi propagandasında, II. Dünya Savaşı'nın açılış olayı olan Polonya'nın işgalini haklı çıkarmak için kullanıldı. Polonya'ya karşı savaşın başında Hitler, Yahudiler ve etnik Polonyalılar da dahil olmak üzere Polonyalı sivillerin öldürülmesine izin verdi. Einsatzgruppen (SS görev kuvvetleri), başlangıçta Heydrich tarafından, II. Dünya Savaşı'ndan önce Almanya tarafından ele geçirilen bölgelerde hükûmet belgelerini ve ofislerini güvence altına almak için oluşturulmuştu. Hitler tarafından yetkilendirilen ve Himmler ve Heydrich'in yönetimindeki Einsatzgruppen birimleri - şimdi ölüm mangaları olarak değiştirildi - Heer'i (ordu) Polonya'ya kadar takip ettiler ve 1939'un sonunda 65.000 aydın ve diğer sivili öldürdüler. Milisler ve Heer birimleri de bu cinayetlere katıldı. Himmler'in RSHA aracılığıyla verdiği emirlere göre, bu ekiplere Yahudileri ve diğerlerini gettolara ve toplama kamplarına yerleştirmek için toplama görevi de verildi. Almanya daha sonra Danimarka ve Norveç'i, Hollanda'yı ve Fransa'yı işgal etti ve Birleşik Krallık'ın planlanan işgali olan Denizaslanı Operasyonu'na hazırlık olarak Büyük Britanya'yı bombalamaya başladı. 21 Haziran 1941'de, Sovyetler Birliği'nin işgalinden bir gün önce Himmler, Generalplan Ost'un (Doğu için Genel Plan) hazırlanmasını görevlendirdi; plan Temmuz 1942'de tamamlandı. Baltık Devletleri, Polonya, Batı Ukrayna ve Beyaz Rusya'nın on milyon Alman vatandaşı tarafından fethedilmesi ve yeniden yerleştirilmesi çağrısında bulundu. Şu anki sakinler - yaklaşık 31 milyon kişi - daha doğuya atılacak, aç bırakılacak ya da zorunlu çalıştırma için kullanılacak. Plan, Almanya sınırını doğuya bin kilometre (620 mil) uzatacaktı. Himmler, 67 milyar Reichsmarka mal olan planı tamamlamanın yirmi ila otuz yıl alacağını tahmin ediyordu. Himmler açıkça şunları söyledi: "Bu bir varoluş sorunudur, bu nedenle, 20-30 milyon Slav ve Yahudinin askeri eylemler ve gıda tedariki krizleri nedeniyle yok olacağı, acımasız şiddette ırksal bir mücadele olacaktır." Himmler, doğudaki savaşın eski Avrupa'nın geleneksel değerlerini "Tanrısız Bolşevik ordularından" savunmak için yapılan bir pan-Avrupa haçlı seferi olduğunu ilan etti. Askerler için Wehrmacht ile sürekli mücadele eden Himmler, bu sorunu Balkanlar ve Doğu Avrupa'dan alınan Cermen halk gruplarından oluşan Waffen-SS birimlerinin oluşturulmasıyla çözdü. Kuzey ve batı Avrupa, Hollanda, Norveç, Belçika, Danimarka ve Finlandiya'da Germen olarak kabul edilen halklar arasında eşit derecede hayati önem taşıyan kişilerdi. İspanya ve İtalya da Waffen-SS birimleri için asker sağladı. Batı ülkeleri arasında, gönüllü sayısı Hollanda'dan 25.000'den İsveç ve İsviçre'den 300'e kadar değişiyordu. Doğudan, en fazla erkek Litvanya'dan (50.000), en düşük erkek ise Bulgaristan'dan (600) geldi. 1943'ten sonra doğudan çoğu erkek askere alındı. Doğu Waffen-SS birimlerinin performansı bir bütün olarak alt standarttı. 1941'in sonlarında Hitler, Reinhard Heydrich'i yeni kurulan Bohemya ve Moravya Protektorası'nın Reich Koruyucu Vekili olarak seçti. Heydrich, birçoğunu toplama kamplarına göndererek Çekleri ırksal olarak sınıflandırmaya başladı. Bir şişme direnişinin üyeleri vurularak Heydrich'e "Prag Kasabı" lakabı verildi. Bu atama Himmler ve Heydrich arasındaki işbirliğini güçlendirdi ve Himmler, bir eyalet üzerinde SS kontrolüne sahip olmaktan gurur duyuyordu. Hitler'e doğrudan erişime sahip olmasına rağmen, Heydrich'in Himmler'e olan sadakati sağlam kaldı. Himmler, Hitler'in onayıyla, Sovyetler Birliği'nin planlanan işgali öncesinde Einsatzgruppen'i yeniden kurdu. Mart 1941'de Hitler, ordu liderlerine seslendi ve Sovyet İmparatorluğu'nu parçalama ve Bolşevik entelijansiyayı ve liderliği yok etme niyetini ayrıntılarıyla anlattı. Özel Direktifi, "Özel Alanlarda Yönerge No. 21 (Barbarossa Harekatı)" başlıklı özel direktif, "Ordunun harekât alanında, Reichsführer-SS'e sırayla Führer'in emriyle özel görevler verildi. Siyasi yönetimi hazırlamak için. Bu görevler, iki karşıt siyasi sistemin yaklaşan nihai mücadelesinden kaynaklanmaktadır. Bu görevler çerçevesinde, Reichsführer-SS bağımsız olarak ve kendi sorumluluğunda hareket eder. "Hitler böylelikle iç sürtüşmeyi önlemeyi amaçlamaktadır. 1939'da Polonya'da, birkaç Alman Ordusu generalinin, işledikleri cinayetler nedeniyle Einsatzgruppen liderlerini yargılamaya çağırdığı zamanki gibi. Ordunun Sovyetler Birliği'ne girmesinin ardından, Einsatzgruppen, Yahudileri ve Nazi devleti tarafından istenmeyen görülen diğer kişileri toplayıp öldürdü. Hitler'e sık sık raporlar gönderildi. Ek olarak, 2,8 milyon Sovyet savaş esiri, 1941-42'nin yalnızca sekiz ayında açlıktan, kötü muameleden veya infazlardan öldü. Savaş sırasında 500.000 kadar Sovyet savaş esiri öldü ya da Nazi toplama kamplarında idam edildi; çoğu vuruldu veya gaz verildi. Himmler'in emriyle 1941'in başlarında, mahkûmların zorunlu çalışmaya tabi tutulduğu on toplama kampı inşa edildi. Almanya'nın her yerinden ve işgal altındaki topraklardan Yahudiler kamplara sürüldü veya gettolara kapatıldı. 20 Temmuz suikast girişimi. 20 Temmuz 1944'te, Claus von Stauffenberg liderliğinde aralarında yüksek rütbelilerin de bulunduğu bazı Alman subayları Hitler'e suikast girişiminde bulundu, ancak başarısız oldu. Ertesi gün Himmler, rejimin 5.000'den fazla şüpheli ve bilinen muhalifini tutuklayan özel bir komisyon kurdu. Hitler, 4.900'den fazla insanın infazıyla sonuçlanan acımasız misillemeler emri verdi. Himmler, suikastı deşifre edememesinden dolayı utanmış olsa da, suikast, onun yetkilerinin ve güçlerinin artmasına neden oldu. Yedek Ordunun ("Ersatzheer") generali Friedrich Fromm ve Stauffenberg'in en yakın amiri, suikasta karışanlardan biriydi. Hitler, Fromm'u görevinden aldı ve halefi olarak Himmler'i seçti. Yedek Ordu iki milyon kişiden oluşuyordu. Himmler, Waffen-SS içindeki mevkileri doldurmak için bu yedeklerden yararlanmayı umuyordu. SS Liderlik Ana Ofisi müdürü Hans Jüttner'i yardımcısı olarak atadı ve Yedek Ordu'nun üst kademelerini SS adamlarıyla doldurmaya başladı. Kasım 1944'e gelindiğinde Himmler, ordu subayı işe alım departmanını Waffen-SS'inkiyle birleştirdi ve SS'ye asker kotalarının artırılması için başarılı bir sistem geliştirdi. Bu zamana kadar, Hitler Himmler'i Frick'ten sonra İçişleri Bakanı ("Reichsminister") ve Yönetimden Sorumlu Genel Tam Yetkili ("Generalbevollmächtigter für die Verwaltung") olarak atamıştı. Aynı zamanda, savaş kabinesi olarak faaliyet gösteren altı üyeli "Reich Savunma Bakanlar Konseyi"ne de katıldı. (24 Ağustos 1943) Ağustos 1944'te Hitler, Waffen-SS, ordu ve polis teşkilatlarının organizasyonunu ve idaresini yeniden yapılandırması için ona yetki verdi. Yedek Ordunun başı olarak Himmler artık savaş esirlerinden sorumluydu. Ayrıca Wehrmacht ceza sisteminden sorumluydu ve Ocak 1945'e kadar Wehrmacht silahlarının gelişimini kontrol etti. Holokost, ırksal politika ve öjeni. Irksal olarak aşağı olan insanların yaşama hakları olmadığı fikri de dahil olmak üzere Nazi ırksal politikaları, partinin ilk günlerine kadar uzanıyor; Hitler bunu Mein Kampf'ta tartışıyor. Aralık 1941'de Almanya'nın Amerika Birleşik Devletleri'ne savaş ilan ettiği sırada, Hitler nihayet Avrupa Yahudilerinin "yok edilmesi" gerektiğine karar verdi. Heydrich, 20 Ocak 1942'de Berlin'in bir banliyösü olan Wannsee'de bir toplantı ayarladı. Üst düzey Nazi yetkililerinin katıldığı, "Yahudi sorununa nihai çözüm" planlarının ana hatlarını çizmek için kullanıldı. Heydrich, çalışabilen Yahudilerin ölümüne nasıl çalıştırılacağını detaylandırdı; çalışamayanlar düpedüz öldürülecektir. Heydrich öldürülen Yahudi sayısını 11 milyon olarak hesapladı ve katılımcılara Hitler'in Himmler'i plandan sorumlu tuttuğunu söyledi. Haziran 1942'de Heydrich, Çekoslovakya'nın sürgün ordusunun üyeleri Jozef Gabčík ve Jan Kubiš tarafından yönetilen Anthropoid Operasyonu'nda Prag'da öldürüldü. Her iki adam da Heydrich'i öldürme görevi için İngiliz Özel Harekât İdaresi tarafından eğitilmişti. İki cenaze töreni sırasında, baş yas tutan Himmler, Heydrich'in iki küçük oğlunun sorumluluğunu üstlendi ve Berlin'de methiye yaptı. 9 Haziran'da, Himmler ve Karl Hermann Frank ile yapılan tartışmalardan sonra Hitler, Heydrich'in ölümü için acımasız misillemeler emrini verdi. 13.000'den fazla insan tutuklandı ve Lidice köyü yerle bir edildi; erkek sakinleri ve Ležáky köyündeki tüm yetişkinler öldürüldü. En az 1.300 kişi idam mangaları tarafından idam edildi. Himmler, RSHA'nın liderliğini devraldı ve Heydrich'in onuruna verilen Aktion Reinhard'da (Reinhard Operasyonu) Yahudilerin öldürülme hızını artırdı. Aktion Reinhard kamplarının üç imha kampı - Bełżec, Sobibór ve Treblinka'da inşa edilmesini emretti. Başlangıçta kurbanlar gaz araçlarıyla veya kurşuna dizilerek öldürüldü, ancak bu yöntemlerin bu ölçekte bir operasyon için pratik olmadığı ortaya çıktı. Ağustos 1941'de Himmler, Minsk'te 100 Yahudinin vurulmasına katıldı. Deneyimden mide bulandıran ve sarsılan bu tür eylemlerin SS askerlerinin akıl sağlığı üzerindeki etkisinden endişe duyuyordu. Alternatif öldürme yöntemlerinin bulunması gerektiğine karar verdi. Onun emriyle, 1942'nin başlarında Auschwitz'deki kamp, kurbanların Zyklon B pestisit kullanılarak öldürüldüğü gaz odalarının eklenmesi de dahil olmak üzere büyük ölçüde genişletildi. Himmler, 17 ve 18 Temmuz 1942'de kampı bizzat ziyaret etti. Bunker 2'deki gaz odasını kullanarak bir toplu katliamın gösterisini yaptı ve yakındaki Monowitz kasabasında inşa edilmekte olan yeni IG Farben fabrikasının şantiyesini gezdi. Savaşın sonunda, Nazi rejimi tarafından en az 5.5 milyon Yahudi öldürüldü; çoğu tahmin 6 milyona yaklaşmaktadır Himmler, 1943'ün başlarında Sobibór'daki kampı ziyaret etti ve o zamana kadar sadece o yerde 250.000 kişi öldürüldü. Bir gaz olayına tanık olduktan sonra 28 kişiye terfi etti ve kampın harekâtının durdurulmasını emretti. Ekim ayında meydana gelen bir ayaklanmada, kalan mahkûmlar gardiyanların ve SS personelinin çoğunu öldürdü. Birkaç yüz mahkûm kaçtı; yaklaşık yüz kişi hemen yeniden yakalandı ve öldürüldü. Kaçmayı başaranların bir kısmı bölgede faaliyet gösteren partizan birimlerine katıldı. Kamp, Aralık 1943'te dağıtıldı. Naziler ayrıca Romanları (Çingeneleri) "asosyal" ve "suçlular" olarak hedef aldı. 1935'e gelindiğinde, etnik Almanlardan uzakta özel kamplara hapsedildiler. Himmler, 1938'de "Çingene sorununun" "ırk" tarafından belirleneceğini söylediği bir emir yayınladı. Himmler, Romanların aslen Aryan olduğuna ancak karma bir ırk haline geldiğine inanıyordu; sadece "ırksal açıdan saf" olanların yaşamasına izin verilecekti. Himmler, 1939'da binlerce Çingenenin Dachau toplama kampına gönderilmesini emretti ve 1942'de tüm Romanların Auschwitz toplama kampına gönderilmesini emretti. Himmler, milyonlarca kurbanın öldürülmesini haklı çıkarmak için ırkçı Nazi ideolojisine olan derin inancını kullanan Holokost'un ana mimarlarından biriydi. Longerich, Hitler, Himmler ve Heydrich'in Holokost'u Nisan-Mayıs 1942'deki yoğun toplantılar ve alışverişler döneminde tasarladıklarını tahmin ediyor. Naziler, Polonyalı entelektüelleri öldürmeyi ve Genel Hükûmetteki Alman olmayanları ve fethedilen bölgeleri dördüncü sınıf eğitimiyle sınırlamayı planladı. Ayrıca, Almanya'da ırksal olarak saf Kuzey Aryanlarından oluşan bir usta ırkı yetiştirmek istediler. Bir agronomist ve çiftçi olarak Himmler, insanlara uygulamayı önerdiği seçici ıslahın ilkelerini biliyordu. Ordu grubun komutanı. 1 Ocak 1945'te Hitler ve generalleri Kuzey Rüzgarı Operasyonunu başlattı. Amaç, savaşın son büyük Alman saldırısı olan Bulge Muharebesi'nde (Ardennes taarruzu) güney taarruzunu desteklemek için ABD 7. Ordusu ve Fransız 1. Ordusunun hatlarını kırmaktı. Almanların sınırlı olan ilk kazanımlarından sonra, Amerikalılar saldırıyı durdurdu. 25 Ocak'a kadar, Kuzey Rüzgarı Operasyonu resmen sona ermişti. 25 Ocak 1945'te Himmler'in askeri deneyimi olmamasına rağmen Hitler, Alman Genelkurmayı'nı dehşete düşüren bir karar ile onu Sovyet Kızıl Ordusu'nun Pomeranya'ya yönelik Vistül-Oder Taarruzunu durdurmak için alelacele oluşturulan Ordu Grubu Vistula'nın (Heeresgruppe Weichsel) komutanı olarak atadı. Himmler, karargâhı olarak özel treni Sonderzug Steiermark'ı kullanarak komuta merkezini Schneidemühl'de kurdu. Trende yalnızca bir telefon hattı, yetersiz haritalar ve iletişim kurmak ve askeri emirleri iletmek için sinyal müfrezesi veya telsizler yoktu. Himmler trenden nadiren iner, günde sadece dört saat çalışır ve işe başlamadan önce günlük bir masaj ve öğle yemeğinden sonra uzun bir şekerleme yapmakta ısrar ederdi. Himmler, kendisini belirli bir tarihe adamaya hazır olmadığını savundu. Himmler'in bir ordu grubu komutanı olarak niteliklerinin eksikliği göz önüne alındığında, Guderian, Himmler'in beceriksizliğini gizlemeye çalıştığına kendini inandırdı. 13 Şubat'ta Guderian, Hitler'le bir araya geldi ve General Walther Wenck'e, Ordu Grubu Vistül tarafından taarruza komuta etmesi için özel bir yetki verilmesini istedi. Saldırı 16 Şubat 1945'te başlatıldı, ancak kısa süre sonra yağmur ve çamurda kaldı, mayın tarlalarına ve güçlü tanksavar savunmalarına karşı karşıya kaldı. O gece Wenck bir trafik kazasında ağır yaralandı. Ancak daha sonra Guderian'ın iddia ettiği gibi operasyonu kurtarabileceği şüpheliydi. Himmler, bir "yeniden gruplandırma yönergesi" ile saldırının 18'inde durdurulmasını emretti. Hitler, 21 Şubat'ta Gündönümü Operasyonunu resmen sonlandırdı ve Himmler'e bir kolordu karargâhını ve üç tümeni Ordu Grup Merkezine devretmesini emretti. Himmler, askeri hedeflerini tamamlamak için herhangi bir uygulanabilir plan tasarlayamadı. Kötüleşen askeri durum nedeniyle Hitler'in baskısı altında olan Himmler endişelenmeye başladı ve ona tutarlı raporlar veremedi. Karşı saldırıya geçen Sovyet ilerlemesini durduramayınca, Hitler Himmler'i kişisel olarak sorumlu tuttu ve onu emirlere uymamakla suçladı. Himmler'in askeri komutanlığı 20 Mart'ta Hitler'in Vistül Ordular Grubu Başkomutanı olarak General Gotthard Heinrici'yi atamasıyla sona erdi. 18 Şubat'tan beri doktorunun gözetimi altında olan Himmler, bu sırada Hohenlychen Sanatoryumu'na kaçmıştı. Hitler, Guderian'ı zorunlu tıbbi izine gönderdi ve onun yerine 29 Mart'ta kurmay başkanı olarak Hans Krebs'e göreve atadı. Himmler'in başarısızlığı ve Hitler'in yanıtı, iki adam arasındaki ilişkide ciddi bir bozulmaya işaret ediyordu. O zamana kadar, Hitler'in güvendiği insanların yakın çevresi hızla küçülüyordu. Barış görüşmeleri. 1944'ün kış aylarında Himmler'in Waffen-SS birliği tam 910.000 (dokuz yüz on bin) ve Allgemeine-SS ile birlikte sadece kâğıt üzerinde toplam 2.000.000 (iki milyon) üyeye sahipti. Buna rağmen 1945 yılının ilkbaharında, özel doktoru ve masörü Felix Kersten ve SS generali ve Abwehr Yabancı İstihbarat Şefi Walter Schellenberg ile yaptığı tartışmaların ardından Almanya'nın zaferinden kuşku duymaya başladı. Nasyonal sosyalist rejimin hayatta kalmasını Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri ile yapacağı barış görüşmelerine bağladı. Himmler ve Hitler son kez 20 Nisan 1945'te -Hitler'in doğum gününde- Berlin'de bir araya geldi ve Himmler, Hitler'e sarsılmaz bir bağlılık yemini etti. O günkü askeri brifingde Hitler, Sovyet ilerlemelerine rağmen Berlin'den ayrılmayacağını belirtti. Himmler, Hermann Göring ile birlikte brifingden sonra şehri hızla terk etti. 21 Nisan'da Himmler, Yahudi toplama kampı mahkûmlarının serbest bırakılmasını görüşmek üzere Dünya Yahudi Kongresi'nin İsveçli temsilcisi Norbert Masur ile bir araya geldi. Bu müzakereler sonucunda Beyaz Otobüsler operasyonunda yaklaşık 20.000 kişi serbest bırakıldı. Himmler, toplantıda, kamplardaki krematoryumların tifüs salgınında ölen mahkûmların cesetlerini imha etmek için inşa edildiğini iddia etti. Ayrıca Auschwitz ve Bergen-Belsen'deki kamplar için çok yüksek hayatta kalma oranları olduğunu iddia etti, bu kamplar özgürleştirildiğinde, verdiği rakamların yanlış olduğu açıkça ortaya çıktı. 1945'in başlarından beri, Alman savaş çabaları çöküşün eşiğindeydi ve Himmler'in Hitler ile ilişkisi kötüleşti. Himmler bağımsız olarak bir barış anlaşması müzakere etmeyi düşündü. İsveç'e taşınan masörü Felix Kersten, İsveç Kızıl Haçı başkanı Kont Folke Bernadotte ile müzakerelerde aracılık yaptı. İki adam arasında mektup alışverişi yapıldı ve RSHA'dan Walter Schellenberg tarafından doğrudan toplantılar düzenlendi. 23 Nisan'da Himmler, General Schellenberg'in de teşvikiyle Lübeck'teki İsveç konsolosluğunda Bernadotte ile bir araya geldi. Kendisini Almanya'nın geçici lideri olarak takdim ederek, Hitler'in önümüzdeki birkaç gün içinde öleceğini iddia etti. İngiliz ve Amerikalıların Wehrmacht'tan geriye kalanlarla birlikte Sovyetlere karşı savaşacağını uman Himmler, Bernadotte'den General Dwight Eisenhower'a Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne değil, Batı Müttefiklerine teslim olmak istediğini bildirmesini istedi. Bernadotte, Himmler'den teklifini yazılı hale getirmesini istedi ve Himmler buna mecbur kaldı. 27 Nisan'da Himmler'in, Berlin'de genel merkezinde bulunan SS temsilcisi Hermann Fegelein, kaçmaya hazırlanırken sivil kıyafetler içinde yakalandı, tutuklandı ve Führerbunker'e geri getirildi. 28 Nisan akşamı BBC, Himmler'in Batı Müttefikleri ile müzakere girişimleri hakkında bir Reuters haber raporu yayınladı. Hitler; uzun zamandır Himmler'in sadakat açısından Joseph Goebbels'den sonra ikinci olduğunu düşünüyordu, Himmler'e "sadık Heinrich" (Almanca: der treue Heinrich) takma adını vermişti. Adolf Hitler bu olayları duyunca, bu apaçık ihanet karşısında öfkeye kapıldı ve Himmler'in gizli görüşmelerinin şimdiye kadar bildiği en kötü ihanet olduğunu söyledi. Himmler'i vatan haini olarak ilan etti, intihar etmeden bir gün önce Himmler'in bütün yetkilerini ve rütbelerini aldı. Hitler, Himmler'in tutuklanmasını emretti. Fegelein ise mahkemeye çıkarıldı ve vurularak infaz edildi. Hitler'in ardından, kariyeri boyunca Himmler'le birçok kez karşı karşıya gelen Joseph Goebbels Şansölye oldu. Ayrıca Hermann Göring de Hitler tarafından vatan haini ilan edildi. Himmler; bu olaylar yaşanırken, Reichsführer-SS (SS Lideri), Alman Polis Şefi, İçişleri Bakanı, Volkssturm Komutanı (Nazi Almanyası'nın son aylarında savaşan birliklerden biri), Vatan Ordusu Komutanı ve Almanya Hükûmet Temsilcisi rütbelerine sahipti. Bu zamana kadar Sovyetler, Reich Şansölyesi'nden sadece 300 m (330 yd) uzaktaki Potsdamer Platz'a ilerlemiş ve Başbakanlığa saldırmaya hazırlanıyorlardı. Kont Bernadotte ile yaptığı görüşmeler sonuç vermedi. Hitler, halefi olarak Büyük Amiral Karl Dönitz'i seçti. Himmler, Flensburg'a Dönitz ile bir araya gelmek için gitti. Plön yakınlarında batı bölgesinin kuzeyinde savaşan ve o zaman bütün Alman kuvvetlerinin komutanı olan Amiral Karl Dönitz'in yanına gitti ve kendisini ikinci komutan olarak teklif etti. Burada Himmler, Dönitz'in geçici hükûmetinde kendisinin Reichsführer-SS olarak bir pozisyona hak kazandığını ve SS'nin savaştan sonra düzeni yeniden sağlamak ve sürdürmek için iyi bir konumda olacağına inandığını iddia etti. Dönitz, Himmler'in tekliflerini defalarca reddetti ve Müttefiklerle barış görüşmeleri başlattı. 6 Mayıs'ta (Alman Teslim Belgesi'nden iki gün önce) bir mektup yazdı ve Himmler'i tüm görevlerinden resmen kovdu. Yakalanması ve ölümü. Eski meslektaşları tarafından istenmemesi ve Müttefikler tarafından aranan Himmler çıkmaza girmişti. Çaldığı her kapı suratına kapanan Himmler saklanmaya çalıştı. Bunun için kapsamlı bir hazırlık yapmamıştı. Danimarka sınırındaki Dönitz hükûmetinin başkenti Flensburg'da 21 Mayıs'a kadar dolandı durdu. Tutuklanmaktan kurtulmak için, kendisinin Gestapo şefi olduğunu gizledi. Geheime Feldpolizei'dan (Gizli Saha Polisi) Çavuş "Heinrich Hitzinger" adına sahte bir maaş defteri almıştı fakat bu bir hataydı, çünkü bu örgütün üyeleri polis tarafından aranıyordu. Hiç kesmediği bıyığını tıraş etti ve sol gözüne de bant taktı. Üstüne de askeri üniforma giydi. Bundan sonraki tek planı Bavyera'ya dönebilmekti. Sınırlardan geçebilmek için sahte evraklar düzenledi ve 11 Mayıs'ta yanına 11 SS Subayını alarak aklında nihai bir varış noktası olmadan Friedrichskoog'a doğru grup halinde yola koyuldular. Neuhaus'a geldiklerinde grup ayrıldı. 21 Mayıs tarihinde Himmler ve iki yardımcısı, Bremervörde'de eski Sovyet savaş esirleri tarafından kurulmuş bir kontrol noktasında durduruldu ve gözaltına alındı. Evrakların incelenmesi sonucu sahte oldukları anlaşılmıştı. Takip eden iki gün içinde, birkaç kampa taşındı ve 23 Mayıs'ta, Lüneburg yakınlarındaki İngiliz 31. Sivil Sorgulama Kampı'na getirildi. Yetkililer, Himmler'in kimlik belgelerinde İngiliz askerî istihbaratının kaçan SS üyeleri tarafından kullanıldığını gördüğü bir damga olduğunu fark ettiler. Nöbetçi subayı Yüzbaşı Thomas Selvester onu rutin bir sorgulamaya aldı. Himmler kim olduğunu itiraf etti ve Selvester mahkûmun üzerini arattı. Himmler, İkinci İngiliz Ordusu'nun Lüneburg'daki karargâhına götürüldü ve burada bir doktor tarafından muayene edildi. Karargâhta üzerindeki elbiseler çıkartıldı, arandı. Elbisesinin içinde herhangi bir zehir saklamış olması ihtimaline karşı üstüne bir İngiliz askeri elbisesi giydirildi. Ama araştırma iyi yapılmamıştı. Himmler ağzındaki bir boşlukta potasyum siyanür kapsülü saklamıştı. Doktor Himmler'in ağzının içini incelemeye çalıştı, ancak mahkûm ağzını açmaya isteksizdi ve başını salladı. Himmler hemen ağzındaki siyanürü ısırdı ve yere yığıldı. 12 dakika içinde öldü. Midesi yıkandığı ve kusturulduğu halde kurtarılamadı. Bu siyanür kapsülleri SS subaylarının dişlerinin içine Holokost'tan önce yerleştirilmişti. Takma dişin içinde bulunan kapsül herhangi olağanüstü bir durumda intihar edebilmeleri için hazır bulunuyordu. Himmler'in son sözleri "Ich bin Heinrich Himmler!" (Ben Heinrich Himmler!) oldu. Hemen ardından Himmler'in cesedi Lüneburg yakınlarında işaretsiz bir mezara defnedildi. Himmler'in mezarının yeri günümüzde de bilinmiyor. Ölümünün ardından. Himmler'in intiharının ardından bazı iddialar ortaya sürüldü. Lüneburg'da intihar edenin Himmler olmadığı fakat ona çok benzeyen birinin Himmler için intihar ettiği iddia edildi. Daha sonra ODESSA (Organisation der ehemaligen SS-Angehörigen) (Eski SS Üyeleri Derneği) tarafından daha değişik ifadeler ortaya atıldı ve iddialar ilginç bir boyuta ulaştı. ODESSA'ya göre Himmler, Waldviertel yakınlarındaki ufak bir köy olan Strones'a kaçmıştı. Burası Alois Hitler'in doğum yeri olan Avusturya'da Viyana'nın kuzeyinde kalan bir yerdi. Buraya yerleştikten sonra sürgün edilen ve tekrar doğan bir SS birliğini yönettiği iddia edildi. Himmler'in değil de bir ikizinin intihar ettiği iddiası Hugh Thomas tarafından 2001'de piyasaya sürülen SS-1: The Unlikely Death of Heinrich Himmler (SS-1 Heinrich Himmler'in Şüpheli Ölümü) kitabında da yer buldu. Ayrıca kanıtlı bir şekilde. Thomas, Himmler'in otopsi kayıtlarının detaylı bir şekilde eksiksiz raporuna ulaştı. Bu raporda cesedin kulaklarındaki kıla kadar detaylar yazılmıştı. Himmler'in çocukluğunda eskrim yaparken yaralandığı, sol yanağının altındaki belirgin yara izinden bahsedilmemişti. Aynı zamanlarda piyasaya sürülen ve Amerikalı nasyonal sosyalizm ve Üçüncü Reich yazarı Joseph Bellinger'ın kaleme aldığı "Himmler's Death" (Himmler'in Ölümü) kitabı, bu iddialara başka bir boyut kazandırdı. Teoriye göre Himmler, İngiliz ordusu tarafından 1945 yılının Mayıs ayında suikaste uğradı. Martin Allen'in kitabı "Himmler's Secret War" (Himmler'in Gizli Savaşı) da İngiliz arşivlerinden yola çıkarak buna benzer iddialarda bulundu. David Irving de Himmler'in İngiliz soruşturmacılar tarafından dövülerek öldürüldüğünü ve ayrıca dövüldükten sonra burnunun da kırıldığını iddia etti. Hitler ile ilişkisi. SS ve daha sonra Reichsführer-SS komutasında ikinci sırada olan Himmler, SS askerlerini koruma olarak ayarlamak için Hitler ile düzenli temas halindeydi; Himmler, iktidarın ele geçirilmesine giden yıllarda Nazi Partisi'nin politika belirleme kararlarına dahil değildi. 1930'ların sonlarından itibaren SS, diğer devlet kurumlarının veya hükûmet dairelerinin kontrolünden bağımsızdı ve yalnızca Hitler'e rapor veriyordu. Hitler'in liderlik tarzı, astlarına çelişkili emirler vermek ve onları görev ve sorumluluklarının diğerlerininkilerle örtüştüğü konumlara yerleştirmekti. Bu şekilde Hitler, kendi gücünü pekiştirmek ve maksimize etmek için astları arasında güvensizliği, rekabeti ve çatışmayı besledi. Kabinesi 1938'den sonra hiç toplanmadı ve bakanlarının bağımsız bir şekilde toplantı yapmasını önledi. Hitler tipik olarak yazılı emirler vermez, bunları toplantılarda veya telefon görüşmelerinde sözlü olarak verirdi; ayrıca Martin Bormann'ında emirleri vardı. Bormann, bilgi akışını ve erişimi kontrol etmek için Hitler'in sekreteri konumuna geçti. Hitler, "Führerprinzip" 'i destekledi ve uyguladı. Führerprinzip, tüm astlarının üstlerine mutlak itaatini gerektiriyordu; bu nedenle Hitler, hükûmet yapısı ile beraber kendisini -yanılmaz lider- olarak piramitin en tepesinde gördü. Dolayısıyla Himmler, kendisini Hitler'e boyun eğme konumuna girdi ve kayıtsız şartsız ona itaat etti. Ancak, diğer üst düzey Nazi yetkilileri gibi, bir gün Reich'ın lideri olarak Hitler'in yerine geçme arzusu vardı. Himmler, Albert Speer'i hem Reich yönetiminde hem de Hitler'in potansiyel halefi olarak özellikle tehlikeli bir rakip olarak görüyordu. Speer, Himmler'in yüksek rütbeli SS-Oberstgruppenführer teklifini, Himmler'in hizmetine gireceğini ve Himmler'in silah üretiminde söz sahibi olmasına izin vermesini gerektireceğini düşündüğü için reddetti. Hitler, Himmler'in mistik ve sözde dini çıkarlarını "saçma" olarak nitelendirirdi. Himmler, Hitler'in yakın çevresinin bir üyesi değildi; iki adam çok yakın değildi ve birbirlerini nadiren sosyal olaylarda görüyorlardı. Himmler neredeyse sadece diğer SS üyeleriyle sosyalleşirdi. Koşulsuz sadakati ve Hitler'i memnun etme çabaları, "ona der treue Heinrich" ("sadık Heinrich") takma adını kazandırdı. Savaşın son günlerinde, Hitler'in Berlin'de ölmeyi planladığı anlaşıldığında, Himmler kendini kurtarmaya çalışmak için uzun süredir Hitler'den ayrılmıştı. Konuyla ilgili yayınlar. Türkçe İngilizce
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16297", "len_data": 39754, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Pendik, İstanbul ilinin Anadolu Yakası'nda, Marmara Denizi'ne sahili olan ve Kocaeli Yarımadası'nda yer alan bir ilçedir. Güneydoğuda Tuzla, doğuda Kocaeli'nin Gebze ilçesi, kuzeyde Şile ve Çekmeköy, batıda Kartal, Sancaktepe ve Sultanbeyli, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrilmiştir. İsim. İlçenin bilinen en eski adı Pantikapeon'dur. Roma, Bizans, Doğu Roma ve Latin İmparatorluğu dönemlerinde her tarafı duvarla çevrili beş duvarlı anlamına da gelen Pantichion kullanılmıştır. Bu isimler Osmanlı döneminden itibaren değişikliğe uğrayarak günümüzde olduğu gibi Pendik olarak kullanılmaktadır. Tarih. Pendik'teki en eski yerleşim olarak Makedonlar bilinse de yapılan kazılarda 3-4 bin yıllık insan kalıntıları bulunmuştur. Roma ve Doğu Roma hakimiyetinin ardından 1080-1083'te Selçuklularda kaldıysa da, tekrar Latin İmparatorluğu eline geçmiştir. 1306'da ise Osmanlı hakimiyetine girmiştir ancak bu Bizansın geri kazanma çabalarını doğurmuş ve 1329-1330 tarihlerinde Pelekanon savaşıyla bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. 1400 yılında Yıldırım Bayezid döneminde Abdurrahman Gazi alana dek boş kalmış olan Pendik, bu tarihten itibaren tamamen Türk hâkimiyetindeki bir yerleşim yeri olmuştur. Osmanlı hâkimiyetinde küçük bir balıkçı kasabası durumunda bulunan Pendik, geçirdiği büyük bir yangınla tamamen kül olmuştur kaynaklara göre 1200 hane ve dükkânı kül eden 50 saatlik yangından sonra Ayan Meclisi Senato Hariciye Encümen Reisi Azaryan Efendi Paris'ten mühendis ve mimarlar getirterek yeni yerleşimin planlarını çizdirmiştir. Planlara da şehir merkezine adının ilk harfini koydurtarak imzasını atmıştır. Günümüzde Gazipaşa-İsmetpaşa ve Orhan Maltepe Caddelerinin oluşturduğu çizgiler hala ilçenin en işlek merkezi durumundadır. Osmanlı döneminden Gebze ilçesine bağlı bir köy iken daha sonra Üsküdar Mutasarrıflığına bağlı Kartal Sancağı bünyesinde bir nahiye olmuştur. 4 Temmuz 1987 tarih ve 19507 sayılı Resmî Gazete de yayımlanan 3392 sayılı kanun ile ilçe olmuş ve teşkilatlanmasını tamamlayarak 11 Ağustos 1988 tarihinde fiilen faaliyete geçmiştir. İlçede, Kaynarca ve Pendik arasında sahile 50 metre uzaklıkta, neolitik dönemden kalma ve MÖ 6500 yılında kurulduğu sanılan, 32 mezarın ve ev temelleri kalıntılarının bulunduğu eski bir yerleşim bölgesi bulunmuştur. Coğrafi Yapı. İstanbul ilinin doğu yarısında yer alan Pendik, güneydoğuda Tuzla doğuda Gebze, kuzeyde Şile ve Çekmeköy, batıda Kartal, Sancaktepe ve Sultanbeyli, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrilmiştir. Yaklaşık 200 km2'lik bir alana yayılmış olup 9 km sahil şeridi bulunmaktadır. Pendik'in yüzey şekilleri genel olarak engebelidir. Deniz kıyısı kil ve kum ile kıyıdan itibaren kuzeye doğru silislerle kaplıdır. İstanbul'un tek ve en yüksek dağı olan Aydos ile sınır olan Pendik, Ballıca Ağılbayırı, Karabayır tepelerine de sahiptir. Ayrıca üzerinde İBB Sosyal tesislerini barındıran Gözdağı'da en yüksek noktalardan biridir. Riva Deresi, Ballıca Deresi Ömerli Barajına dökülen akarsulardır. Büyükdere Kurtköy'den çıkarak Tuzla sınırlarına gider. İstanbul'un en büyük su kaynaklarından olan Ömerli Barajı'da Pendik sınırlarındadır. Çok geniş topraklara sahip Pendik'te TEM güneyi tamamen yerleşim yerleriyle kaplıdır, kuzeyde ise yalnızca 5 köy bulunmaktadır. İklim. Pendik Karadeniz'in yağışlı iklimi ile Akdeniz'in ılıman iklimi arasında geçit teşkil eder yani klasik Marmara iklimine sahiptir. Kışın Balkan yarımadasından gelen soğuk rüzgârlar ve Karadeniz'in yağışlı havası ilçede etkisini gösterir, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yarı nemli bir iklime sahiptir. Yıllık ortalama sıcaklık 14,1 derece, kışın ortalama sıcaklık 5,6 derece, yazın ortalama sıcaklık 28,6 derecedir. Hâkim rüzgârlar poyraz ve lodostur. Sağlık. Pendik ilçesinde sağlık işlemlerini Sağlık Grup Başkanlığı yürütmektedir. Sağlık Grup Başkanlığına bağlı 23 Sağlık Ocağı, 3 Sağlık Evi hizmet vermektedir. Bunun yanında 1 Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlama Merkezi, 1 Verem Savaş Dispanseri ve 1 Halk Sağlık laboratuvarı vardır. Pendik Devlet Hastanesi ise Pendik Merkezin dışında Kaynarca, Sapanbağları ve İstasyon Semt Poliklinikleriyle hizmet vermektedir. Anadolu Yakası'nın en büyük hastanesi olma özelliğini taşıyan 540 yataklı Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi hizmet veriyor. 4 özel hastane, 8 poliklinik, 8 tıp merkezi, 5 ağız ve diş polikliniği, 100'ün üzerinde muayenehane, 41 adet çeşitli branşlarla ilgili laboratuvar, 2 diyaliz merkezi ve 13 sağlık kabini ile 144 eczane sağlık sektörü adına hizmet vermektedir. Ulaşım. 1870 yılında kurulan Pendik Gar Müdürlüğü günümüzde de hizmet vermeye devam etmektedir. İstanbul kalkışlı tüm trenler (Haydarpaşa-Bostancı ve Pendik'de tüm trenler durur) ile İstanbul içinde hizmet veren banliyö trenleri de Pendik sınırlarındaki Pendik, Kaynarca, Tersane, Güzelyalı istasyonlarında hizmet vermektedir. 1998'den beri hizmet veren Pendik-Eminönü deniz otobüsü, İDO seferlerinin yeniden yapılandırılması sonucu sonlandırılmıştır. 2004'ten beri Pendik-Yalova hızlı feribotu deniz ulaşımını sağlamaktadır. 2024 yılı itibarıyla Pendik'ten Adalar ve Tuzla rotalarını içine alan yeni bir deniz hattı oluşturulması kararlaştırılmıştır. İstanbul'daki hava ulaşım merkezlerinden biri olan Sabiha Gökçen Havalimanı da Pendik'de bulunmaktadır. Ana arter olarak E-5, TEM ve Sahil Yolu ve bu yolları birbirine olan bağlantısını sağlayan ara yollarıyla karayolu ulaşımı sağlanmaktadır. Şehir içi trafiği içinse minibüs ve taksilerin dışında İETT ile pek çok noktaya ulaşım mümkündür. Şişli (251), Üsküdar (16A) ile Kartal ve Maltepe'den de geçen Kadıköy (16, 17) seferleri Pendik merkez kalkışlıdır. Ayrıca Tuzla istikametinden gelen 130A Kadıköy hatları dışında 500T Tuzla-Cevizlibağ, 133T Tuzla-Maltepe Peronlar da Pendik'den geçmektedir. Bunların dışında havalimanı kalkışlı E-10 Kadıköy ve E-3 4.Levent seferleri mevcuttur. 16, 16D, 16A, 16KH, 16C, 16B, 16S, 16Y, 17, 17B, 17K, 132, 132A, 132B, 132F, 132K, 132P, 132V, 133, 133A, 133Ş, 132D, 134, 133T, 134TK, 131H, SM4, KM10, KM11, KM12, KM13, KM14, KM23, KM24, KM25, KM26, KM27, KM29, 132T, UM73, 132H, 130H Pendik ilçesi sınırlarından geçen ve çeşitli noktalara ulaşan hatlardır. Kadıköy'den Sabiha Gökçen Havalimanı istasyonuna kadar uzanan metro hattı istasyonlarından bir tanesi de Pendik istasyonudur, Pendik'e metro ile ulaşımda kolaylık sağlamaktadır., Kadıköy-Sabiha Gökçen Havalimanı Metro Hattı, Kurtköy Kavşağı/Viaport istikametine uzatılarak burada M5 Metro Hattı ile birleştirilecektir. İstanbul'dan Kocaeli iline kadar giden Marmaray tren hattı Pendik üzerinden geçmektedir. Pendik'te ulaşımı kolaylaştıran bir diğer avantaj olan Yüksek Hızlı Tren (YHT) Avrupa Yakası'ndan gelerek Pendik'ten geçmektedir. Konya'ya kadar uzanan YHT ve Kocaeli iline kadar uzanan Marmaray Pendik'te aynı istasyonda yer almaktadır. Nüfus. 1924 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesinden sonra Drama ve Yanya'dan gelen Müslüman Türk nüfus Pendik'e yerleşti. Pendik'ten giden Rumlar da Selanik yakınlarında Pendik adında bir yerleşim yeri kurdular. Dramalılar, Yanyalılar ve 1950'lerde Erzincanlıların da katılımıyla yeni Pendik'in çekirdeği oluşturulmuş oldu. Bu yapıya 1960 sonrasında Yugoslavya'dan göç eden Boşnaklar da eklendi. Bu göçmen nüfus 1960-70 arası Pendik'in Sapanbağları ve Yeşilbağlar mahallelerine yerleşti. Genel olarak seksenli yıllara kadar yazlık yerleşim merkezi olarak gelişen Pendik'te 1 Temmuz 1982'de Pendik Tersanesinin açılmasının, seksenli yılların Pendik'in en fazla göç aldığı dönem olmasında büyük rolü vardır. Tersanenin açılması ve sanayi kuruluşlarının büyük gelişme göstermiş olması ile beraber artan göçler nedeni ile Pendik yazlık yerleşim yeri olmaktan çıkmış bahçeli evlerin yerini apartmanlar almaya başlamıştır. 1989 yılında Bulgaristan'ın çeşitli şehirlerinden yurdumuza zorunlu olarak göç eden soydaşlarımız için 1990 yılında Pendik-Kurtköy'de 3 bin 150 konut inşa edilmiştir. Pendik günden güne göç almakta olup ilçede çoğunluğu Sivas, Erzurum, Ordu, Tokat, Kastamonu, Trabzon, Erzincan, Sakarya ve Giresun illeri kökenli yurttaşlar ile Boşnak ve Balkan göçmeni kökenli yurttaşlar oluşturmaktadır. Nüfus bakımından Pendik, TÜİK 2020 verilerine göre 726.491 nüfusa sahiptir. İstanbul'un dördüncü, Anadolu Yakası'nın en büyük ilçesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16300", "len_data": 8243, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.32 }
Halil Rifat Paşa (1827, Selanik – 1901, İstanbul), II. Abdülhamid saltanatında, 7 Kasım 1895-9 Kasım 1901 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış, bunun öncesinde de Sivas ve İzmir valilikleri hizmetlerinde bulunmuş bir Osmanlı devlet adamıdır. Hayatı. Osmanlı Devleti'nin 1827 yılında Selanik vilayetinin Siroz sancağına bağlı Lika köyünde "Bölükbaşı ailesi" olarak tanınan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Osmanlı bürokrasi kademesinin en altı olan tahrirat kaleminden, en üst makam olan Sadrazamlığa kadar yükselmiş önemli bir devlet adamıdır. Sıbyan mektebinde yeteneği fark edilip bölge eşrafından bir zatın himayesinde İstanbul'da Mülkiye Mektebi'nde eğitimini tamamlamıştır. Kâtip olarak memuriyete başlayarak bürokrasi içinde yetişti. Çeşitli vilayetlerde divan kâtipliği, mektupçuluk, mutasarrıflık, valilik ve sonra Dahiliye Nazırlığı ve Sadrazamlık vazifelerinde bulundu. Memuriyet hayatındaki en parlak icraatlarını Sivas, Aydın (İzmir) ve Manastır valilikleri dönemlerinde gerçekleştirdi. Balkanlarda eşkıyaya karşı orijinal mücadele taktikleri ve Anadolu'da bayındırlık alanında vatandaş-devlet iş birliği ile gerçekleştirdiği çalışmalarla şöhrete ulaştı. 1882'de o devirde eyalet merkezi olan Sivas'a vali olarak gönderilmiştir. Yol, içme suyu, tarım, orman alanlarında bölgeye çok hizmet vermiştir. Yol davasındaki şu sözü tarihe geçmiştir: "Gidemediğin yer senin değildir." Bütün bu hizmetleri sonunda Sivas'tan görev icabı ayrılarak İzmir'e tayin olmuştur. 1885-86 ve 1889-1891 yılları arasında iki dönem İzmir valiliği yapmıştır. 19. yüzyıldaki yüzlerce vali arasında özellikle yol yapımı konusunda isim bırakan tek şahsiyettir. Dahiliye Nazırlığı ve Sadrazamlığının ilk yıllarında en fazla meşgul olduğu mesele Ermeni isyanlarıydı. Dahiliye Nazırlığı görevindeyken başlattığı Darülaceze projesinin sadrazamlığının altıncı ayında tamamlanmasıyla resmi açılışını bizzat yapabilmiştir. Bir idare binası, sekiz aceze dairesi, çocuk yuvası, revir ve hastane, cami, kilise, sinagog, iş ocakları, aş ocağı, fırın, hamam, çamaşırhane, gasilhane, berberhane, hemşire ve bakıcılar için personel lojmanları, rehabilitasyon merkezi, hayvan kesimhanesi, demirbaş eşya deposu, kuru gıda ambarı, yaş sebze ve meyve muhafaza deposu, buzhane gibi üniteleri içine alan 20 binadan oluşan Darülaceze din, mezhep, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç kimsesiz, yaşlı ve sakat insanlarla, sokağa terk edilmiş 0-6 yaş arası çocuklar ücretsiz olarak, her türlü ihtiyaçları karşılanarak barındırılmak amacı ile kurulmuştu. II. Abdülhamid döneminde bütün işlerin saraydan yürütüldüğü ve Sadrazamların nispeten az rolünün bulunduğu bir zamanda, yumuşak huyluluğu ve Padişaha sadakati sayesinde 9 Kasım 1901'deki ölümüne kadar makamını muhafaza edebilmiştir. 6 yıllık bu sadrazamlık görevi esnasında da başarılı hizmetlere imza atmıştır. 1901 yılında ölmüş, Eyüpsultan'da kendisini yetiştiren Hüsrev Paşa'nın yanına defnedilmiştir. Türbesi Bostan İskelesi Sokağı ile Boyacı Sokağının birleştiği yerdedir. Sivas Merkez'de adını taşıyan bir lise kurulmuştur. Sivas Merkez'de adını taşıyan bir mahalle bir ortaokul ve lise vardır. Ayrıca Sivasın önemli caddelerinden birine de adı verilmiştir. İstanbul'un Şişli ilçesindeki bir mahalleye de adı verilmiştir. Popüler Kültürdeki Yeri. Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir karakter olarak Elveda Rumeli dizisinde de canlandırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16301", "len_data": 3390, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Terimi yeniden yazma, Matematik, bilişim biliminin bir dalı olan evrensel cebir de iki terimin eşit olduğunu ya da olmadığını ispat etmek için kullanılan bir hesap tekniği. Örnek: Grup teorisinin aksiyomlarını tekrar edelim: Şimdi "e · X = X" eşitliğin doğru olup olmadığını terimleri (aksiyomları uygulayıp) yeniden yazarak ispatlayabiliriz. Kanıt: Kaynakça. Franz Baader, Tobias Nipkow. "Term rewriting and all that". Cambridge University Press.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16303", "len_data": 447, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.67 }
Kurtköy, İstanbul ilinin Pendik ilçesine bağlı mahalle ve semttir. Kurtköy Mahallesi veya Kurtköy Merkez Mahallesi; Önceleri Kartal ilçesine bağlıydı. Pendik'in ilçe olmasının ardından bu ilçeye bağlı bir mahalle olmuştur. Kurtköy, kuzeybatısında bulunan Aydos Dağı eteklerine kurulmuştur. Kurtköy Mahallesi; kuzeyde Yenişehir Mahallesi, batıda Sülüntepe ve Çamlık mahalleleri, güneyde Şeyhli ve Ramazanoğlu mahalleleri, doğusunda Sanayi Mahallesi ile sınırlarını paylaşan mahalledir. Kurtköy Semti; Kurtköy, Yenişehir, Harmandere, Çamlık, Sanayi, Ramazanoğlu, Şeyhli, Sülüntepe, Pendik'in mahalle statüsündeki köyleri ve Tuzla ilçesinin Akfırat ve Tepeören mahallelerinden oluşmaktadır. Pendik'in yüzölçümü ve nüfus olarak en büyük semtidir. Kartal'dan başlayıp Tuzla'ya kadar uzanan Ankara Caddesi Kurtköy semtinin içindedir. Kurtköy; Sultanbeyli, Sancaktepe, Çekmeköy, Şile, Pendik'in Ertuğrulgazi, Yayalar, Güllübağlar ve Kavakpınar, Ahmet Yesevî, Orhangazi, Fatih mahalleleriyle Tuzla'nın Fatih, Anadolu, Orta ve Gebze ilçesiyle ile sınırlarını paylaşan bir semttir. Kurtköy'de en çok bilinen caddeler Ankara, Bakü ve Millet caddeleridir. Kurtköy semtinin nüfusu 193.080'dir ve Türkiye nüfusunun %0,22'sini oluşturur. Ulaşım. TEM Otoyolu Kurtköy sınırları içinden geçmekte ve Kurtköy gişeleri ile D-100 Karayolu'na bağlanmaktadır. Ömerli su havzasının büyük bölümü bu sınırlar içinde kalmaktadır. Çevresini İSKİ ve Orman Bakanlığı koruma altına almıştır. M4 metro hattına istasyonu bulunuyor. İsim. Kurtköy, Türk hakimiyetindeki ilk ismi halk tarafından "Kurtluköy" olduğu ve daha sonra şu anki ismine evrildiği söylenir. Kurtköy, Türk Hakimiyeti öncesi ismi Yunancadan geldiği düşünülür yani χωριό λύκων (chorió lýkon)'dur. Anlamı Kurtlu köy, Kurt köyü ve kurtların köyüdür. Coğrafi Yapı. İstanbul ilinin Anadolu yakasında yer alan Kurtköy, güneyde Pendik, güneydoğuda Tuzla, doğuda Gebze, kuzeyde Şile ve Çekmeköy, batıda Sultanbeyli, ufacık bir sınırla Kartal ve Sancaktepe ilçeleriyle komşudur. İstanbul'un tek ve en yüksek dağı olan Aydos Dağı'nın bir kısmı Kurtköy'dedir. Ömerli Barajı'nın büyük bir kısmı semtin içinde kalıyor. Spor. Kurtköy’ün, Türkiye’de oynayan bir spor takımı vardır. Takımın adı Kurtköyspor’dur. Türkiye’de futbolda 2021-22 U-16 Liginde şampiyon olmuştur ve takım 1992 yılında kurulmuştur. Takımın kendi sahası olan Kurtköy Halısahası Pendik ilçesinin Harmandere Mahallesinde yer almakta olup Site Sokak üzerindedir. Saha aynı zamanda Futbol okulu olarak kullanılıyor. Genel Seçimler. Not: Bu seçim sonuçları sadece Kurtköy Mahallesi sonuçlarını gösterir. Nüfus. Kurtköy Mahallesinin 1935 ve günümüze kadarki nüfusu gösterilmiştir. Tarihçe. Osmanlı İmparatorluğu'nda Kurtköy. 1328 yıllarında Orhan Gazi’nin emriyle, Aydos Kulesi ile beraber Kurtköy ve Pendik fethedilmiştir. 1400’lü yıllarda Osmanlı Padişahı II. Mehmed tarafından iskan amacıyla gelen Türkmenler, Günümüz Pendik’in mahalle ve semtlerini oluşturmuştur. (Kurtköy buna dahildir.) Kurtköy 20. yy'ların başında Manav Türkmenlerinin yerleşimi olmuştur. Cumhuriyet dönemi. 1. Dünya Savaşı sırasında İttifakların kaybetmesiyle, Osmanlı; İngiliz, Fransız ve Yunan işgaline girmiştir. Kurtköy bu işgallerden nasibini alıp Britanya Kontrolüne girmiştir. Ve sonunda 1923’te Lozan Antlaşmasıyla Kurtköy İngiliz kuvvetlerinden temizlenmiştir. Kurtköy 1928'ten önce Üsküdar'a bağlı iken daha sonra Kartal İlçesinin Merkez nahiyesinde köy ardından 1982'de kurulan Pendik Beldesine katılan bir köy olmuştur. Yakın geçmiş (1985-günümüz). Kurtköy, Pendik ilçe olmadan önce Kartalda "Kartal Köyler Birliği ve Köyler Elektrik Birliği" merkez görevini üstlenmiş bir köydü. 4 Temmuz 1987 tarihinde Pendik, Kartal‘dan ayrılarak bir ilçe olmuştur ve Kurtköy, Pendik sınırları içerisinde bir köy olmuştu. Kurtköy'ün nüfusu 1950'lerde 600 kişiden oluşsada daha sonra gelen göçle nüfus 100.000'i geçmiştir. Kurtköy, 1990'larda kentleşmeye başlamıştır ve resmi olarak mahalle olmuştur. 1995 yılından sonra Kurtköy küçülmeye başlamıştır. Kurtköy'den ayrılan mahalleler ise madde madde:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16311", "len_data": 4056, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.01 }
Evrensel cebir, matematiğin bir dalı olup bütün cebirsel yapılara ortak olan özellikleri inceleyen bilimin adıdır. Evrensel cebirde, bir (soyut) cebir bir birim formula_1 ve onun tanımlı olan operasyonlardan oluşur. (Operasyon sembolları sadece "fonksiyonların ismi" olarak kullanılır). Operasyonların toplamına "imza" (en. "signature") adı verilir formula_2. 0,1 gibi operasyonlara "sabit" denilir. Operasyonlar soyut bir şekilde eşitliklerle tarif edilebilir. Mesela alttaki eşitliklerin tümüne "E" diyelim. Yukardaki imza formula_13 bir cebir doğasal sayılardır formula_14. Burada formula_15 bildiğimiz "arti" fonksiyonudur. Bu cebir yukardaki formula_16 adı verdiğimiz tüm eşitlikleri "kabul eder" (en. "satisfy")formula_17. Başka bir deyimle, N yapısı E'nin bir modelidir. E'nin başka bir bir modelini daha tanimlayalım.formula_18 Bunun bir model olduğunu (yani formula_29 ifadesini) kanıtlamak kolaydır. Evrensel cebirde önemli sorulardan birkaç tanesi:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16313", "len_data": 959, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.2 }
Ahmedîlik () veya resmî olarak Müslüman Ahmediye Cemaati (), Mirza Gulâm Ahmed tarafından Hindistan'ın Pencap eyâleti sınırlarında kalan Kadıyan kasabasında kurulan dinî hareket. Ahmedîliğe, kurucusu Mirzâ Gulam Ahmed'in adına izâfetle “Mirzâiyye” ya da ortaya çıktığı yere nispetle “Kadıyâniyye” adları da verilmektedir. Gulam Ahmed, 4 Kasım 1900'de bir bildiri yayımlayıp kurduğu hareketin adını Muhammed'in isimlerinden biri olan "Ahmed"e işâret ederek “Ahmediye” olarak ilân etti. 1908'den beri dünyanın geri kalanı da cemaatin resmen benimsediği “"Ahmediye"” ismini yaygın olarak kullanmaktadır. Ana akım Müslümanlar ise, Müslüman âlimlerin "Ahmediye" isminin İslâmî telakkîye uygun olmadığı hususunda görüş birliğinde olmalarına dayanarak İslâmî anlayışa daha uygun buldukları “"Kadıyâniyye"” ismini tercih etmişlerdir. Yakın döneme âit hemen hemen bütün İslâm kaynaklarında da bu isim kullanılmaktadır. Ahmedîler, İslâm'ın temel kaynakları olan Kur'an, sünnet ve hadisi tam olarak kabul ederler. Mirza Gulam Ahmed'in düşünceleri, fikirleri ve kendisine ilham olunduğuna da önem atfetmektedirler. Tarihi. Gulam Ahmed, Hindistan'ın Pencap eyaletinin Gurdaspür bölgesinde Kadıyan kasabasında, kendi ifâdesiyle 1839 yılında doğdu. Ailesi, Babürlüler devletinin kurucusu Babür Şah döneminde Hindistan'a göç etti. Halk hekimi olan dedesi ve babası, İngiliz idaresine bağlılıklarından dolayı elde ettikleri topraklarda tarımla uğraşırlardı. Gulam Ahmed, küçük yaştan itibaren Kur'an, Arapça ve Farsça öğrendi. Daha sonra mantık ve felsefe dersleri de aldı. Âilesinde de hekimlik ve geleneksel tıp hakkında bilgi edindi. Babası Ahmed'in hukukçu olmasını istiyordu. 1864'te onu hukuk eğitimi almak üzere Siyalküt kentine gönderdi. Memur olarak bu kente giden Gulam, hukuk imtihanında başarılı olamadı. 1868'de Kadıyan'a geri döndü ve inzivaya çekildi. Kendi kendine "vahiy" dediği bazı sesler duyduğunu ileri sürmesi de bu dönemde başladı. 1876 yılından itibaren Gulam Ahmed'in Hindular ve Hristiyanlara karşı kaleme aldığı yazıları gazetelerde yayımlanmaya başladı. 1857'de tamamen İngiliz hakimiyeti altına giren Hindistan'da Hindular, Hristiyanlar ve Müslümanların birbirleriyle karşı karşıya geldiği bir dönemde, İslam'ı ve Müslümanları savunmak amacıyla kaleme alınan bu yazılar, dikkat çekti. Gulam Ahmed ismi de bu yazılar neticesinde duyuldu. Yavaş yavaş şöhret kazanmaya başlayan Gulam Ahmed, Hindu ve Hristiyanlara karşı elli ciltlik bir reddiye yazacağını iddia ederek para toplamaya başladı. “"Berahin-i Ahmediyye"” adını verdiği eserinin ilk cildi 1880'de neşredildi. Eser, Hint Müslümanları tarafından ilgiyle karşılandı ve 1884'e kadar 3 cilt daha yayımlandı. Bu arada Gulam Ahmed, kendisine ilham geldiğini, kerametler görüldüğünü iddia etmeye başladı. Kaleme aldığı eserinde vahyin sona ermediğini, Muhammed ile bağ kurabilen kişilerin ona bahşedilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını da iddia etti. Gulam Ahmed, diğer yandan da İngiliz hükûmetini övüyor, silahlı mücadeleyi yeriyor, “cihad” çağrılarına karşı çıkıyordu. 1885 yılında Gulam Ahmed, kendisinin 19'uncu yüzyılın “müceddîd”i olduğunu ilân etti. 1888'de, Allah'ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini duyurdu. 1891'de daha da ileri giderek vahiy aldığını, Allah'ın kendisini Hristiyanların ve Müslümanların beklediği mesih ve mehdi olarak görevlendirdiğini açıkladı. Bu konulardaki görüşlerini de 1891'de peş peşe yazdığı “Feth-i İslâm”, “Tavzih -i Merâm” ve “İzale-i Evham” ismini verdiği kitaplarda savundu. Bu aşırı iddialarından dolayı Müslümanlar ve Hristiyanlar gibi, yine aynı dönemde Hindistan'da ortaya çıkmış “arya samac” mezhebinin mensupları da Gulâm Ahmed'e şiddetle karşı çıktılar. Önceleri Gulam Ahmed'i ve eseri “Berâhîn-i Aĥmediyye”yi metheden isimler ve çevreler dahi artık onun küfre saptığını söylemeye başladılar. Gulam Ahmed ise 1893'te yazdığı “Kerâmâtü’s-Sâdıķîn” “"Hamâmetü’l-büşrâ"” ve 1894'te yazdığı “"Nûrü’l-Hakk"” ve “"Sırrü’l-Hilâfe"” başlıklı eserlerinde iddialarını sürdürdü. Kendisine karşı gelenlerin başlarına gelecek felâketler ve hatta ölümleri ilgili kehânetlerde bulundu. 1899'da da “"Tuhfe-i Kayzeriyye"” ve “"Sitâre-i Kayzeriyye"” adlı kitaplar yayımlandı. Bu eserlerinde İngiliz idaresini ve kraliçeyi methediyor ve kendilerine dua ediyordu. 11 Nisan 1900 günü, kurban bayramı namazında Arapça bir hutbe okudu. İlk defa bu hutbeden sonra kendisine “nebî” ve “resul” şeklinde hitap edilmeye başlandı. Gulam Ahmed de yeni bir kitap getirmediğini fakat Allah'ın seçilmiş bir kulu olarak Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu ilan etti. Bu konudaki itirazlara yönelik 1902'de "Tuhfetü’n Nedve" ve 1907'de "Hakîkatü’l Vahy"" adıyla iki risâle yayımladı. Gulam Ahmed, 26 Mayıs 1908'de Lahor'da beklenmedik bir şekilde vefât etti. Ertesi gün memleketi Kadıyan'da taraftarları için ayrılan “"Bihiştî Makbere"”ye defnedildi. Gulam Ahmed, 1905'te ilân ettiği vasiyetinde ardından hareketin başına kimin, ne şekilde getirilmesi gerektiğini bildirmişti. Cenaze namazının öncesinde vasiyeti gereğince cemaatin ileri gelenleri arasında yapılan seçim sonucunda, Hakim Nûreddin, “"mesîhin ilk halifesi"” unvânıyla hareketin başına getirildi. Gulam Ahmed'den sonra Ahmedîlik. Hakim Nûreddîn, 1841'de Pencap'ın Sargoda bölgesinin Biheyre şehrinde doğdu. 1880'de "Tasdîk-i Berâhîn-i Ahmediyye" adıyla bir kitap yazdı ve daha sonra Gulâm Ahmed ile aralarında sağlam bir dostluk başladı. Hakim Nûreddîn, Gulâm Ahmed'e nazaran daha iyi bir eğitim gördü. Hem Arapça ve Farsça bilgisiyle, hem de dinî ilimlerdeki bilgisiyle Ahmedîler arasında ön plana çıktı. Hakîm Nûreddin döneminde Ahmedîlik içinde, 1913'te yaşanan Kanpûr Camii ayaklanması hariç, bir bölünme olmamıştır. Hakîm Nûreddin, 13 Mart 1914'te ölümünden önce yerine halîfe olarak Gulam Ahmed'in oğlu Mirza Beşîrüddîn Mahmud Ahmed'i aday göstermişti. Bu arada Mevlânâ Muhammed Ali adındaki bir kişi ve takımı da Gulâm Ahmed'in vasiyeti gereğince halife yerine mezhebin işlerini "Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye"nin yürütmesi gerektiği fikrini ileri sürdü. Ancak yaklaşık 1500-2000 kadar olduğu tahmin edilen Hakîm Nûreddîn taraftarları ağır bastı ve Mahmud Ahmed "mesîhin ikinci halifesi" unvânıyla halifeliğe getirildi. Mevlânâ Muhammed Ali ve beraberindeki 50 kadar taraftarı da Kadıyân'ı terk ederek Lahor'a yerleştiler. Böylece Ahmedîlik, iki gruba ayrıldı. Müslüman Ahmediye Cemaati. Bugün halifelik ve Mirza Beşîrüddîn Mahmud Ahmed taraftarları, "Müslüman Ahmediye Cemaati" adında bir teşkilat oluşturmuşlardır. Teşkilatın başı 1984'ten beri Londra'da olan "halîfe"dir, teşkilat merkezi ise Kadıyân'dır. Müslüman Ahmediye Cemaati'ni 2003 yılında göreve getirilen Mirza Masrur Ahmed idâre etmektedir. Ahmedîliğin Türkiye şubesi de bu kola bağlıdır. İnanışlarına göre Mirza Masrur Ahmed, Ahmedîler tarafından "Mesih'in Beşinci Halifesi" olarak kabul edilmektedir. "Halife" sıfatıyla Avrupa Parlamentosu'na davet edilmiş ve 4 Aralık 2012'de parlamento huzurunda bir konuşma yapmıştır. Müslüman Ahmediye Cemaati, İsa'nın Musa ümmetine geldiği inancı gibi Gulâm Ahmed'in Muhammed'e bağlı gelmiş bir peygamber olduğuna imân etmiştir. Bunu kabul etmeyenlere hiçbir zaman kafir dememişler, gayri Ahmedi Müslümanlar olarak kabul etmiş ve saygı göstermişlerdir. "Mesih'in halîfesi"nin bütün dünyanın halifesi sayıldığına inanırlar. 1947'de Pakistan kurulduktan sonra Kadıyân Hindistan sınırları içinde kalmış, cemaat de merkezini Pakistan’da yeni kurulan Rabvah şehrine taşımıştır. 1965'te ölen Mahmud Ahmed'in yaklaşık 50 yıllık idâresinde genel eğitim öğretim, propaganda ve tanıtım, iç ve dış işleri, maliye, ağırlama ve yerleştirme, basın yayın ve kutlu-mezarlık gibi birtakım teşkilâtlar kurulmuştur. 1902'den itibaren aylık olarak "Review of Religions", 1913'ten itibaren Urduca "el-Fazl", Amerika Birleşik Devletleri'nde "The Muslim Sunrise" ve Londra'da aylık "The Muslim Herald" isimli dergiler yayımlanmaktadır. 1969'da Gulam Ferid, Kur'an'ı İngilizceye tercüme etmiştir. Bu tercüme de çeşitli Avrupa ve Afrika dillerine tercüme edilmiştir. Lahor Ahmedî Hareketi. "Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye" ve Mevlânâ Muhammed Ali taraftarları ise "Lahor Ahmediyye Hareketi" olarak "Ahmadiyya Anjuman Ischat-i-Islam Lahore" adı altında örgütlenmişlerdir. Ahmediye'nin bu kolunun merkezi Lahor'dur. Cemaatin başında hâlen 2002'den beri "emir" unvânıyla görev yapan Abdülkerim Saîd Paşa bulunmaktadır. İtikâdî açıdan Ahmedîlik. Gulam Ahmed'den nakledildiği şekilde Ahmedîler, İsa'nın çarmıhta ölmediğine, öldü sanılarak mezara konduktan sonra kendine geldiğine, yaralarını "merhem-i İsa" denen bir ilaçla iyileştirip İncil'i yaymak ve özellikle kayıp "on İsrail koyunu"nu aramak üzere Keşmir'e geldiğine, Keşmir'de yaklaşık olarak 120 yaşında öldüğüne, Srinagar'da gömüldüğüne inanmaktadırlar. Âhir zamanda gelmesi beklenen Mesih Meryemoğlu İsa değil, yaratılış bakımından ona benzeyen fakat Muhammed ümmetinden bir kimse olacaktır. Müslümanların beklediği "mesih" ile "mehdî" aynı kişi olup bu da bizzât Mirza Gulam Ahmed'in kendisidir. Ahmedî inanışına göre, Gulam Ahmed, hem Muhammed'in, hem de İsa'nın ruhunu taşıdığı için barışçıdır. Barıştan yana olduğu için, "cihad"ını kılıçla değil tebliğle yaparak İslam'ı yayacaktır. Gulam Ahmed, Allah tarafından görevlendirildiğini kerâmetleri, kendisine indirilen vahiy ve kendisine bahşedilen mucizeler ile ispatlamıştır. Ona imân etmek farzdır. Bu konudaki itirazlara Gulam Ahmed henüz sağlığında "Tuhfetü’n-nedve" ve "Hakîkatü’l-vahy" adlı eserleriyle cevap vermiştir. Gulâm Ahmed'in bu yorumlarından sonra, kendisinden sonra ikiye ayrılan taraftarları arasında ciddi tartışmalara sebep oldu. Müslüman Ahmediye Cemaati, onun gerçek anlamda nebîliğini ileri sürerken, Lahor Ahmediye Hareketi ise Muhammed'in son peygamber olduğunu, ondan sonra hiçbir nebînin gelmeyeceğini, Gulâm Ahmed'in sadece müceddid yahut mesîh ve mehdî olduğuna imân eder. Şiar ve semboller. Ahmediye Halifeliği'nin şiarı "Herkesi sev, kimseden nefret etme"dir. Bu şiar, İspanya'daki Başarat Camii'nin temel taşının yerine oturtulması sırasında yaptığı konuşmada, cemaatin üçüncü halifesi olan Mirza Nasır Ahmed tarafından dile getirilmiştir. Ayrıca Ahmedî Beyaz Minaresi, Ahmediye Cemaatinin bir sembolü ve ayırt edici özelliği olmakla birlikte, bayraklarındaki sembollerden de biridir. Dünyada Ahmedîlik. Dünya çapında Muslim TV Ahmadiyya (MTA) adlı Türkçe yayınlar da yapan bir TV kanalları bulunmaktadır. Genellikle devletin yetersiz kaldığı Afrika ve Asya'nın birçok ülkesinde okulları hastaneleri vardır ve din, dil, ırk ayrımı yapmadan cemaat üyelerinin fedakarlıklarıyla hizmet üretirler. Bugün hâlâ yoğun bir şekilde İslam'ı bütün dünyada tebliğ ediyor ve Ahmediye Cemaatini gönüllü olarak tanıtmaya devam ediyorlar. Cemaatin masrafları ve maddî ihtiyaçları, her cemaat üyesinin verdiği "zekât" ile karşılanmaktadır. Tarihte Nobel Ödülünü kazanan ilk Müslüman bilim insanı Prof. Abdüsselam bu cemaatin bir üyesidir. Yine Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı başkanlığı yapmış Sir Zaferullah Han da bu cemaatin üyesidir ve Pakistan'da dış işleri bakanlığı yapmıştır. Diğer yandan, Almanya'da 1920'lerden beri faaliyette bulunan Ahmediye Cemaati, bu ülkenin Hessen eyaleti ve Hamburg şehrinde resmen tanınmıştır. Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'ın da dahil olduğu 207 ülkede faaliyetlerini sürdüren Ahmedîlerin sayısının yaklaşık 10 milyondan fazla olduğu söylenmektedir. Müslüman kesimlerce, "İngiliz fidanı" olmakla suçlanmış ancak cemaat bu iddiaları kesin bir dille "iftira" olarak nitelendirmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16314", "len_data": 11593, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.62 }
Piridoksin, bir diğer adıyla B6 vitamini, özellikle protein metabolizmasında çok önemli bir koenzimdir ve birçok nörotransmitterin sentezinde rol alır. Besinler Piridoksamin ve Piridoksal şeklinde de bulunabilir. Aktif şekli Piridoksalfosfat'tır (PLF). Kolaylıkla bozulur, bu yüzden güneş ışığından, bazik ortamlardan uzak tutulmalıdır. İşlenme ve pişirme sırasında da kolaylıkla bozulur. Görevleri. Her şeyden önce protein metabolizmalarında yaklaşık 60 enzime koenzimdir. Bu da onu yaşamsal açıdan önemli kılar. Amino asit dönüşümlerinde, nükleik asit sentezinde ve amino asitlerin ince bağırsaktan kana absorpsiyonunda (emiliminde) görev alır. Asetilkolin, GABA, serotonin gibi nörotransmitterler için gereklidir. Vücudun B12 absorpsiyonuna pozitif etki eder. Ayrıca, magnezyum ve çinko gibi birçok mineralin vücut içindeki işlevlerine de pozitif etki eder. Hemoglobin sentezinde görevlidir. Triptofan metabolizmasında görevlidir. Görüldüğü gibi piridoksin vücudun birçok önemli reaksiyonları için "şart"tır. Özellikle hormonal denge ve nörolojik yapıya olan katkısı küçümsenemez. Eksikliği. Kompleks B vitamin eksikliği dışında eksikliği nadiren görülür. izoniazid kullanımında, alkoliklerde ve laktasyon esnasında görülebilir. Nörolojik bozukluklar başta olmak üzere piridoksin eksikliğinin birçok semptomu vardır, sıralarsak: Besinlerde. Kırmızı et ve et ürünleri (özellikle karaciğer), çiğ sebzeler, beyaz et ve bir miktar da süt ve süt ürünlerinde bulunur. Uygun bir diyet ile gerekli günlük piridoksin ihtiyacımızı kolaylıkla karşılarız. Çocuklar için günlük piridoksin ihtiyacı yaklaşık 1–2 mg'ken, yetişkinlerin günlük piridoksin ihtiyacı yaklaşık 2 mg'dir. Hamile ve emzikli kadınların piridoksin ihtiyacı artar. Tedavilerde. 1990'ların sonunda fazlasıyla ünlenen bir vitamin olan piridoksin birçok doktor tarafından diyete takviye olarak, birçok hastalık tedavisinde, ilaç şeklinde önerilmektedir. Yine de önerildiği birçok hastalığa veya soruna etkisinin olup olmadığı klinik düzeyde kanıtlanmamıştır. Piridoksin yüksek miktarlarda dahi toksik olmadığı için, doz aşımlarında büyük sorun yaratmasa da, bazı hastalarda uzun bir süre kullanılan yüksek dozda piridoksinin nörolojik bozukluklara yol açtığı bilinmektedir. Bunların ötesinde piridoksinin birçok hastalığın tedavisinde katkı sağladığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Piridoksinin kullanılacağı yerleri sıralarsak: Bunların dışında piridoksinin pozitif etki ettiği birçok tedavi vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16317", "len_data": 2463, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.47 }
Mustafa Ali Balbay (d. 8 Ağustos 1960, Güney, Yeşilova), Türk gazeteci, siyasetçi ve yazar. 24. Dönem 25. Dönem 26. Dönem İzmir 2. Bölge milletvekili, Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Yönetim Kurulu üyesi, Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu üyesi, eski Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi, Cumhuriyet gazetesinin "Gündem" adlı köşesinin yazarı olan Balbay'ın gezi, inceleme, biyografi, siyaset, tiyatro oyunu ve çocuk edebiyatı alanında 51 kitabı vardır. 6 Mart 2009'da hükûmeti düşürmeye girişim suçlamasıyla tutuklandı. 5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında 34 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 9 Aralık 2013 tarihinde serbest bırakıldı, 10 Aralık 2013 tarihinde milletvekili yemini ederek göreve başladı. 1 Temmuz 2019'da Ergenekon Davası kapsamında hakkındaki bütün suçlamalardan aklandı. 5 Eylül 2022 tarihinde test yayınlarına başlayan haber kanalı Cadde TV'nin genel yayın yönetmenliğini üstlenmeye başlamıştır. Balbay, evli ve iki çocuk babasıdır. Yaşamı. 1960 yılında Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Güney köyünde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Aydın ilinin Nazilli ilçesinde okudu. 1981 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni birincilikle bitirdi. Gazetecilik yaşamı. Öğrenciliği sırasında 1980’de İzmir'in yerel yayın organı "Gazete İzmir"'de gazeteciliğe başladı. 1981'de "Milliyet" gazetesi İzmir bürosunda ve daha sonra "Cumhuriyet" gazetesi İzmir bürosunda muhabir olarak çalıştı. 1985'te Cumhuriyet Gazetesi İzmir Bürosu İstihbarat Şefi, 1989'da Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu Haber Müdürü, 1992'de Cumhuriyet Gazetesi İstanbul Haber Merkezi Müdürü oldu. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinin Ankara Temsilcisi oldu. 1993'ten itibaren köşe yazarlığına başladı. Gazetenin baş sayfasında, daha önce Uğur Mumcu'nun "Gözlem" başlıklı köşe yazılarının yayımlandığı köşede “"Gündem"” başlıklı köşe yazılarını yayımlayan Balbay, köşe yazarlığı ve gazetenin Ankara Temsilciliği görevini birlikte yürüttü. TV ve radyo programları. Balbay, Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilciliğini sürdürmekte iken 1996 - 2003 yılları arasında TRT’de yayımlanan “"Pazar Panorama"” adlı haber programına yorumcu olarak katıldı; 1996 - 2009 yılları arasında hafta içi her sabah Ümit Zileli'nin yaptığı radyo programına 15 dakika günlük yorumla katıldı. 1999 - 2003 yılları arasında NTV'de Emin Çölaşan ve Yavuz Donat'la birlikte “"Kapalı Kapılar Ardında"” adlı haftalık tartışma programını yaptı. 2004-2009 arasında Avrasya TV adlı televizyon kanalında Emin Çölaşan ile birlikte haftanın olaylarının tartışıldığı “"Ankara Rüzgarı"” adlı bir programını gerçekleştirdi. Yazarlığı. Gazeteci-köşe yazarı ve yönetici kimliğinin yanı sıra siyaset, güncel konular ve gezi içerikli otuz iki kitap kaleme almıştır. Ergenekon davası. Balbay, 1 Temmuz 2008 sabahı Ergenekon soruşturması kapsamında Ankara'daki evinde gözaltına alındı. Görevli emniyet birimleri tarafından evinde yapılan aramanın ardından Balbay'ın bilgisayarına el konuldu ve sivil polislerin eşliğinde evden çıkarılarak gözaltına alındı. Susma hakkını kullandığını belirten Balbay, 5 Temmuz 2008 günü mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Balbay, mahkeme çıkışı yaptığı açıklamada kendisini "terör yaralısı" hissettiğini belirtti. Mustafa Balbay, 5 Mart 2009 Perşembe günü sabahı, Ergenekon soruşturması kapsamında ikinci kez gözaltına alındı. 6 Mart 2009 günü çıkarıldığı mahkeme tarafından "hükûmeti düşürmeye teşebbüs" suçlamasıyla tutuklandı. Balbay'ın hükûmeti düşürme teşebbüsüyle suçlaması bilgisayarından elde edildiği ileri sürülen ve “darbe günlüğü” diye anılan notlara dayanır. Balbay'a atfedilen bu günlüklere dayanarak Balbay'ın İlhan Selçuk ve diğer Cumhuriyet Gazetesi yazarları ve bazı komutanlar ile birlikte 2000-2005 yılları arasında askeri darbe planları yaptığı iddiası ortaya atlmıştır. Günlüklerin bir bölümü 16 Mart 2009 günü tempo24.com.tr internet haber sitesinde yayınlanmıştır. 24 Mart 2009 günü avukatı aracılığıyla bir açıklama yapan Balbay, kendisine ait olduğu ileri sürülen günlüklerle ilgili olarak, "Medyada tartışılan şekilde bir günlüğüm yoktur. Birbirinden farklı notlar montaj yapılarak birileri tarafından işlenmiş, yorumlar eklenmiş ve tahrif edilmiştir" dedi. 6 Mart 2009'da beri Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Balbay, Ergenekon davasında hükûmeti ve meclisi ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamasıyla yargılanmakta ve 28 Şubat 2011'den bu yana bir hücrede tutulmaktaydı. Balbay, 9 Aralık 2013 tarihinde tahliye edildi. Ergenekon Davası'nın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin verdiği kararı 21 Nisan 2016 tarihinde bozdu. Balbay yakalama ve tutuklama kararının haksız olduğuna ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu. AİHM 26 Mayıs 2015 tarihli kararında, Balbay'ın "Sözleşme’nin 5. maddesi, 1. fıkrası, c) bendi anlamında, bir suç işlemiş olabileceğine dair hakkında makul şüphe oluşturacak “makul sebeplere” dayanarak yakalanıp tutuklandığı" sonucuna vardı ve Balbay'ın "tutuklanmasının yasaya aykırı olarak nitelendirilmesi konusunda yerel makamlarca ileri sürülen yasal hükümlerin davada uygulanması ve yorumlanmasının keyfi veya mantıksız olduğu sonucunun ortaya çıkmadığına" karar vererek Balbay'ın haksız tutukluluk konusundaki şikayetini reddetti. Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilciliği görevi, 12 Nisan 2010 tarihinde, tutukluluk hali ileri sürülerek Utku Çakırözer'e devredilen Balbay, kitap yazmayı ve köşe yazılarını ve kitap yazmayı cezaevi koşullarının elverdiği ölçüde sürdürür. Milletvekili seçilmesi. Balbay, 12 Haziran 2011'de yapılan genel seçimde Cumhuriyet Halk Partisi'nden aday oldu ve İzmir 2. Bölge milletvekili seçilmiştir. Ardından Haziran 2015 ve Kasım 2015 seçimlerinde tekrar seçilmiştir. Tahliye girişimleri. Milletvekili seçilmesinin ardından tahliye talebinde bulunan Balbay'ın talebi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. "3. Yargı Paketi" olarak bilen ""Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İlişkin Deva Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun Tasarısı"”nın TBMM'den geçip yasalaşmasından hemen sonra 5 Temmuz 2012 günü tahliyesini tekrar talep etti. Bu talep de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. Tahliyesi. Anayasa Mahkemesi, Mustafa Balbay'ın adil yargılanma ve uzun tutuklulukla ilgili başvurusunu değerlendirerek, haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Bu kararın ardından Mustafa Balbay'ın avukatı, hemen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne tahliyesi için başvurdu. Talebi değerlendiren mahkeme Anayasa Mahkemesi'nin kararına uyarak tahliyesine karar verdi ve 9 Aralık 2013 tarihinde Mustafa Balbay tahliye edildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16325", "len_data": 6726, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.04 }
Mustafa Emin Çölaşan (d. 14 Mart 1942, Ankara), Türk gazeteci ve yazardır. Ön yaşamı. 14 Mart 1942'de Ankara'da doğdu. Mustafa Kemal Atatürk döneminde Adalet Bakanlığı, ilk Menderes hükûmetinde Milli Savunma Bakanlığı yapmış olan Refik Şevket İnce'nin torunu, Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün ilk müdürlerinden Prof. Dr. Ümran Çölaşan'ın oğlu, Hüsamettin Cindoruk'un kuzenidir. Ortaokul ve liseyi TED Ankara Kolejinde okudu. 1965'te ODTÜ İdari Bilimler Fakültesinden mezun oldu. İş yaşamı. Sırasıyla Devlet Planlama Teşkilatı, Maliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı ve PETKİM'de çalıştı. 1972 ve 1974 yıllarında İcen Börtücene ile beraber hazırladığı araştırma çalışmalarıyla Milliyet gazetesinin düzenlediği Ali Naci Karacan Yazı Yarışması'nda üst üste iki yıl birincilik ödülünü kazandı. Gazeteciliğe 1977 yılında Milliyet gazetesinde başladı. 1985 yılında Hürriyet gazetesine geçti, 1989'da bu gazetede köşe yazarı oldu. Emin Çölaşan'ın, Hürriyet gazetesindeki köşe yazarlığına 14 Ağustos 2007 tarihinde son verildi. Ayrılışının ardından Sözcü gazetesinde 2 yıl kadar Hürriyet'te yazdığı eski yazılarına yer verilen Çölaşan, 13 Ekim 2009'dan beri "Sözcü"'de yazarlık yapmaktadır. 2007 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. Aile yaşamı. 1972 yılında hukukçu (T.C. Danıştay Eski Başsavcısı) Tansel Çölaşan‘la evlendi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16326", "len_data": 1341, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.99 }
İstanbul ilinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, 6 Mart 2008 tarihinde kabul edilen ve 22 Mart 2008 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan 5747 sayılı yasa uyarınca 39 ilçesi vardır. Bunlardan 25'i Avrupa Yakası'nda; 14'ü ise Anadolu Yakası'nda bulunur. Avrupa Yakası'nda yer alan ilçeler için telefon alan kodu "212", Anadolu Yakası'nda yer alan ilçeler içinse "216"'dır. İlk belediye benzeri teşkilâtın 1855 yılında "Şehremaneti" adıyla kurulduğu İstanbul'da, Cumhuriyet sonrası belediye hizmetleri uzun süre Valilik tarafından verildi. 3 Nisan 1930'da çıkarılan 1580 sayılı belediyeler yasasıyla İstanbul, 10'u il belediyesi sınırlarına dâhil olan toplam 16 şubeye bölündü. Aynı yasayla "şehremaneti" ve "şehremini" gibi terimler de kullanımdan kalktı. 1950'li yıllara kadar aynı şekilde yönetilen İstanbul'da ilk olarak 1954 yılında Şişli, 1957 yılında ise Zeytinburnu'nun ilçe olmasıyla idarî sınırlarda ilk değişiklikler yaşandı. Giderek genişleyen şehir sınırları ve artan nüfuslar nedeniyle bunu izleyen yıllarda yeni değişiklikler görüldü. 1963 yılında Gaziosmanpaşa; 1987 yılında Büyükçekmece, Kâğıthane, Pendik ve Ümraniye; 1989 yılında Küçükçekmece; 1990 yılında Bayrampaşa; 1992 yılında Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe Tuzla, Sultanbeyli; 1993 yılında ise Esenler bağlı bulundukları ilçelerden koparılarak bağımsız ilçeler hâline getirildiler. Son olarak 2008 yılında Arnavutköy, Ataşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Çekmeköy, Esenyurt, Sancaktepe ve Sultangazi'nin de ilçe statüsüne kavuşmasıyla birlikte İstanbul iline bağlı 39 ilçe, 963 mahalle bulunmaktadır. Tüm ilçeler, 22 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanan yasayla İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmet alanı içine dâhil edilmiştir. Yapılan düzenlemeyle il sınırları içindeki tüm belde belediyeleri de feshedildi. Nüfus. Güncel nüfus verisi (2024). İstanbul İl Nüfusu: 15.701.602 (2024 sonu). İlin yüzölçümü 5461 km2dir. İlde km2ye 2875 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 39.994 kişi ile Gaziosmanpaşa'dır.) İlde yıllık nüfus, %0,29 oranında artmıştır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Silivri (%4,71) - Bahçelievler (-%1,37) 06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre 39 ilçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 960 mahalle bulunmaktadır. Kaymakamlar. Görevde olan vali ve kaymakamlar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. (Mayıs 2025) Belediyeler. Belediye Başkanları. 2024 Türkiye yerel seçimleri sonucu seçilerek göreve başlayan Büyükşehir ve ilçe belediye başkanlıklarının bilgileri aşağıdadır. Belediye Meclisleri. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi üye sayısı 318, İlçe belediyelerinin toplam üye sayısı 1433'dir. İstanbul ilinin eski ilçe düzeni. Osmanlı dönemi. Osmanlı İmparatorluğu'nda idari bölünme oldukça karmaşık ve düzensizdi. Büyükten küçüğe kabaca; eyalet, sancak ve kazâ olarak bölünen Osmanlı topraklarında kimi önemli şehirler sınırları içinde olduğu eyalete değil, doğrudan başkent İstanbul'a bağlı olurlardı. Osmanlı döneminde İstanbul vilayeti Kandıra, Adapazarı, İznik, Mudanya, Gemlik, Yalova, Orhaneli, Bandırma, Çorlu ve Kıyıköy gibi yerleri de kapsıyordu. Yüzyıllar boyunca bu sistemle yönetilen İstanbul'da merkezî yönetimin bölünmesi için ilk girişim 1839 yılında yayınlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu'ndan sonra oldu. Bu dönemde ilk kez Fransa idari bölünme sistemi örnek alınarak İstanbul'da reformlar yapıldı. Belediyecilik hizmetlerinin verilmesi için hiçbir resmî kurumun bulunmadığı İstanbul'da semtlerin ya da mahallelerin hiçbir hukuksal dayanağı yoktu. Çevre düzenlemeleri ve günümüzde belediyeler tarafından yürütülen pek çok iş, o dönemde vakıflarca üstlenilmişti. Günümüz belediye zabıtalarının görevlerini ise kadılar yürütürdü. Batılılaşma ve yenilik hareketlerinin görülmeye başlanınca, 1826 yılında "İhtisap Nezareti" adında bir devlet kurumu kuruldu ve belediye hizmetlerinin bir bölümü bu kuruma yüklendi. Bu kurumun başlıca sorumluluk alanı şehrin yönetimi ve güvenliğiydi. Bu iki görev daha sonra kurulan "Zaptiye Nezaret"'ine aktarılınca, İhtisap Nezareti'nin sorumluluk alanı pazar ve esnaf denetimine indirgenmiş oldu. Bir süre böyle işleyen düzen, 1874 yılında ilk resmî belediye örgütünün kurulmasıyla sona erdi. "Şehremini" unvanıyla atanan bir başkanın yönettiği Şehremaneti, günümüz anlamında belediyecilik hizmetleri vermeye başladı. Şehremini'nin iki yardımcısı olur ve şehir esnafının ileri gelenlerinin oluşturduğu bir meclis de yönetime katılırdı. Meclis kuruluşundan bir yıl sonra şehircilik alanında bilgi sahibi olan uzman bulunamaması nedeniyle dağıldı. Yerine, her biri İstanbul'da yaşayan farklı cemaatlere mensup 7 kişiden oluşan bir komisyon oluşturuldu. Yalnızca bir Türk üyesi bulunan komisyonun resmî dili Fransızcaydı. Belediye kayıtları Fransızca tutulur, harita ve belgeler Fransızca hazırlanırdı. Yabancı uzmanlarla da çalışan bu komisyon İstanbul'u günümüz anlamıyla ilçelere bölmeyi öngören bir tasarı hazırladı. "Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi" adı verilen belediye tüzüğü ile İstanbul her birine "daire" adı verilen 14 ilçeye ayrıldı. Daha sonra kaynak yetersizliği nedeniyle pek çoğu kapanan 14 daire şunlardı: Cumhuriyet dönemi. Cumhuriyet'in kurulmasının ardından yapılan ilk idari düzenlemelerde İstanbul ili, yalnızca Avrupa Yakası'ndaki topraklardan oluşuyordu ve bugünkü durumuna oranla oldukça küçük bir bölgeyi içeriyordu. Bu ilin merkez ilçesinin adı da İstanbul'du. Anadolu Yakası ise Üsküdar adında ayrı bir il olarak yönetilmekteydi. Ancak çok kısa bir süre sonra, 1926 yılında bu düzen feshedilerek Üsküdar, Üsküdar'a bağlı tüm kazalar ve Adalar İstanbul'a ilçe olarak bağlandı. İki yıl sonra, 1928 yılında da İstanbul merkez ilçesi, Eminönü ve Fatih olarak ikiye bölündü. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün özel isteği üzerine 2 Haziran 1929 tarihinde Yalova da ilçe olarak İstanbul sınırlarına dâhil edildi. Çok büyük bir alan kaplayan Üsküdar ilçesindense, ilerleyen yıllarda Kadıköy, Kartal ve Beykoz gibi yeni ilçeler oluşturuldu.<ref name="İstanbul/ilkilçeler"></ref> 1950'lere gelindiğinde İstanbul'un iki yakada toplam 16 ilçesi vardı. Bunlardan merkeze bağlı olarak yönetilenler: Eminönü, Fatih, Bakırköy, Beyoğlu, Beşiktaş, Eyüpsultan, Sarıyer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Adalar; İstanbul belediyesi sınırı dışında kalanlarsa Çatalca, Silivri, Şile, Kartal ve Yalova'ydı. 1950'li yıllardan itibaren hızla iç göç alan İstanbul'da yoğun nüfuslu yeni yerleşim bölgeleri ortaya çıktıkça bu bölgeler bağlı bulundukları merkezlerden kopartılarak ayrı ilçeler hâline dönüştürüldü. 1950'lerde Şişli ve Zeytinburnu, 1963'te Gaziosmanpaşa ilçeleri kuruldu. 1980'li yıllardan itibaren 3030 sayılı yasayla İstanbul'da yeni ilçeler oluşturulmaya başlandı. 1987'de Avrupa yakasında Büyükçekmece, Kâğıthane, Küçükçekmece, Anadolu yakasında Pendik ve Ümraniye ilçeleri kuruldu, Bayrampaşa'nın da ilçe olmasıyla 1990'a gelindiğinde İstanbul'un 25 ilçesi bulunuyordu. 1992 yılında kurulan Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe, Sultanbeyli ve Tuzla'ya 1993 yılında Esenler eklendi. Yıllar içinde yeni ilçeler oluşturulmaya devam ederken, hızla gelişen ve İstanbul'la kara sınırı bulunmayan Yalova, merkeze uzaklığının sorun olması nedeniyle 1995 yılında Kocaeli ve Bursa illerinden de toprak alınarak ayrı bir il hâline getirildi. Yalova'nın ayrılmasıyla ve 1998'de Bahçeşehir belediyesi ile İstanbul'un ilçe sayısı 32 oldu. 2000'li yılların sonlarında resmî rakamlara göre nüfusu 13 milyonu aşan İstanbul ilinde belediyecilik hizmetlerinin yürütülmesinde yaşanan güçlükler nedeniyle, yeni ilçeler oluşturma fikri yine ortaya atıldı. İlde nüfusu 1 milyonu aşan ilçeler ve merkeze uzak onlarca belde belediyesi bulunuyordu. Büyükşehir Belediyesi sınırıları içinde yeni ilçeler oluşturmak için hazırlanan 5747 sayılı yasayla 2008 yılında İstanbul'un Anadolu Yakasında 3, Avrupa Yakası'ndaysa 5 olmak üzere toplam 8 yeni ilçe kurulurken, Eminönü ilçesi feshedilerek Fatih'e ve Bahçeşehir ilçesi ise Başakşehir'e katıldı. İstanbul'da kurulan son ilçeler: Arnavutköy, Ataşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Çekmeköy, Esenyurt, Sancaktepe ve Sultangazi'dir. Aynı düzenlemeyle büyükşehir ve ilçe belediyelerine yakın yetkilere sahip olan belde belediyeleri çarpık kentleşme sorununu büyüttükleri gerekçesi tümüyle kaldırırldı. Belde belediyelerine bağlı tüm mahalleler, merkez ilçelere katıldı. Bu nedenle ilçe merkezinden kopuk ve kilometrelerce uzaklıkta yer alan yeni mahalleler ortaya çıktı. Birbirine yakın bazı beldeler ise birleştirilerek yeni ilçeler kuruldu. Büyükşehir belediyelerinin yetki alanı, il genelindeki tüm ilçeleri kapsayacak biçimde genişletildi. Son düzenlemelerden önce 32 ilçesi 151 köyü, 817 mahallesi ve 41 ilk kademe belediyesi olan İstanbul'un bugün; 39 ilçesi, 783 mahallesi ve 151 köyü bulunuyor. İstanbul'da belediye hizmetleri, 1957 yılına değin merkezden atanan valiler tarafından yürütülüyordu. 11 Temmuz 1958 tarihinde İstanbul Belediye Meclisinde yapılan oylamada Kemal Aygün İstanbul belediye başkanlığına seçildi. 27 Mayıs Darbesi'nden (1960) sonra yeni seçimlere kadar belediye başkanlarının görevlerine son verilerek Belediye Kanununun 94. maddesi gereğince atama yoluyla başkanların göreve getirilmesi kararlaştırıldı. 1963 yılında yapılan belediye seçimiyle birlikte İstanbul belediye başkanları doğrudan halk tarafından seçilmeye başladı. Haşim İşcan İstanbul'un doğrudan halk oyuyla seçilen ilk belediye başkanıdır. 1980 yılındaki askerî müdahaleyle yine yürürlükten kaldırılan bu uygulamaya 1984 yılında geri dönüldü. 1984 yerel seçimleriyle birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tesis edildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16327", "len_data": 9627, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Kornea, gözün en ön kısmında yer alan, ışığı odaklamak ve gözü dış etkenlerden korumak için özelleşmiş saydam ve eğimli doku. Korneanın ön yüzeyi gözün temel kırıcı bileşenidir (diğer kırıcı bileşen ise lenstir). Kornea ve lens, dış ortamdan gelen ışığın etkin bir şekilde retinaya odaklanmasını sağlar. Korneanın kırıcılık gücü değişken değildir, buna karşın lensin kırıcılık gücü değişkendir. Hayvanlarda kornea, evrimsel olarak lens ve/veya iris içeren gözlerde bulunur. İnsanlarda ise gözün dış yüzeyinin 1/6'sını oluşturan oval bir yapıdır. Dışarıdan ölçüldüğünde yatay çapı yaklaşık 12,6 mm, dikey çapı ise yaklaşık 11,7 mm'dir. Orta kısımdaki kalınlığı 0,5 mm, kenar kısımlarında ise 1,2 mm'dir. Kornea, ışığın net bir şekilde kırınımı için saydam olmak zorundadır. Bu nedenle yapısında kan damarları içermez. Korneanın oksijenlenmesini ve beslenmesini dışta gözyaşı salgısı iç kısımda ise göz içi görme sıvısı sağlar. Kornea, yapısında birçok sinir lifi içerdiğinden dış etkenlere karşı çok hassastır. Sinir lifleri, göz kırpma refleksi ve destekleyici özellikleri ile korneanın sağlığını korur ve devamını sağlar. Kornea, embriyolojik olarak saç, tırnak ve deri gibi ektoderm kökenli olduğundan sürekli olarak yenilenir. Etimoloji. Korn kelimesi, boynuz anlamına gelen Harezm Türkçesi bir kelime olup, İngilizce horn türetildiği bir kelimedir. Bu şekilde Kornea Latine girmiştir. Kornea hastalıkları. Kornea da tüm canlı dokular gibi hastalık yapan nedenlerin tümünden etkilenebilir. Bu hastalıklar, doğumsal veya edinsel olabilir. Korneanın şekli, saydamlığı ve metabolizması doğumsal bazı hastalıklar sonrası bozulabilir, örneğin kornea doğumsal olarak olması gerekenden daha küçük olabilir, bu duruma mikrokornea adı verilir. Korneanın edinsel hastalıklarının önemli bir bölümü değişik mikroorganizmalar tarafından enfekte edilmesi sonrası gelişir, kornea enfeksiyonu, virüsler, bakteriler, mantarlar veya protozoalar tarafından oluşturulabilir, kornea enfeksiyonlarına keratit adı verilir. Kornea otoimmün hastalıklardan etkilenebilir, bu otoimmün hastalıkların bir kısmı yalnızca kornea ve çevre dokularını özel olarak etkilerken, bazı sistemik otoimmün hastalıklar da korneayı tutabilir, örneğin, otoimmün bir hastalık olan romatoid artrit, kuru göz sendromu yaparak kornea sağlığını tehdit edebilir. Değişik bazı sistemik hastalıklar veya sistemik enfeksiyonlar da korneayı etkileyebilir, söz gelimi sistemik bir hastalık olan diyabet bazal membran kalınlaşması veya sinir hasarı yaparak iyileşmeyen epitel açılmalarına neden olabilir. Kornea alerjik hastalıklardan da etkilenebilir, örneğin, bir çeşit alerjik konjonktivit olan vernal konjonktivit korneada hasar yaratabilir. Korneaya özgü bazı distrofik hastalıklar da vardır, bunların birçoğu ailesel geçiş gösterir, keratokonus korneada incelme ve buna bağlı ileri astigmatizma ve görme bozukluğu ile kendini gösteren distrofik bir hastalıktır. Korneada yaşlanmaya ve morötesi (ultraviyole) ışın hasarına bağlı bazı dejeneratif hastalıklar da görülebilir. Kornea gözün en dış kısmında yer aldığı için sıklıkla travmaya uğrayabilir, bu travmalar mekanik, ısıl veya kimyasal olabilir, radyasyon tüm dokuları etkilediği gibi korneayı da etkileyebilir. Kornea travmaları sonrası göz küresinin bütünlüğü bozulabilir, bu acil olarak tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Gözün asit veya alkali kimyasal maddeler ile teması sonrası yapılacak en önemli şey gözün ve çevre dokularının derhal suyla bolca yıkanması ve gerekli donanıma sahip bir tıp merkezine başvurulmasıdır, gözün bazı durumlarda litrelerce suyla yıkanması gerekebilir, göz kapakları çevrilerek arada kalmış kimyasal madde artıkları mutlaka temizlenmelidir. Kornea cerrahisi. Kornea cerrahisi, korneanın bütünlüğünü, saydamlığını veya optik özelliklerini değiştirmek amacı ile yapılır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, kornea nakli, cam gibi sentetik veya, insanlardan ve hayvanlardan alınan dokular gibi organik birçok değişik maddeyle denense bile başarılı olamamıştır. Ancak artık kornea nakli diğer bir deyişle keratoplasti, 20. yüzyıl son çeyreğindeki cerrahi teknik ve malzeme ile medikal tedavinin gelişimi sonrası başarı şansı yüksek bir transplantasyon cerrahisidir. Miyopi, hipermetropi veya astigmatizma gibi kırıcılık kusurlarının düzeltilmesi için günümüzde yaygın olarak kornea cerrahisi yapılmaktadır. Özel mikrometrik bıçaklarla, kornea kesileri yapılarak, kornea eğiminin değiştirildiği cerrahi radial keratotomi olarak adlandırılır, bu cerrahi teknik eskiden olduğu kadar yaygın değildir. Excimer lazerlerle yapılan cerrahi ise temel olarak fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK) olmak üzere ikiye ayrılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16329", "len_data": 4771, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.7 }
Köy enstitüsü, Türkiye'de ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3802 sayılı yasa ile açılan okul türü. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetti. Türkiye'de köy enstitüsü fikri ilk kez Amerikalı eğitim filozofu John Dewey tarafından savunuldu. Dewey, özellikle kırsal bölgelerdeki okulların toplum yaşam merkezi haline getirilmesi gerektiğini vurguladı. Türkiye'de okulun yerel koşullara uyarlanması sorunu eğitim felsefesinin özünü oluşturuyordu. Köy Enstitüleri, John Dewey'in iş ve eğitimi birleştirme fikrini yerine getirmek için tasarlanmıştır. Mezunların aynı anda hem okul öğretmenleri hem de toplumun eğitmeni olması bekleniyordu. Öğrenciler aslında kendi okullarını, evlerini, kışlalarını, iş yerlerini vb. inşa ettiler ve birlikte yaparak ve yaşayarak üretim ile eğitimi kaynaştırdılar. Köy enstitülerinin kapatılma süreci 1946 yılında Reşat Şemsettin Sirer'in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla CHP döneminde başlamıştır. Reşat Şemsettin Sirer birçok köy enstitüsünü kapatmıştır, bunlardan birisi Hasanoğlan Köy Enstitüsü'dür. Watson Dickerman, Kate Vixon Wofford gibi Amerikalı eğitimciler köy enstitüleri ile ilgili çalışmalar yapıp olumlu ifadelerde bulunmuşlardır. Kuruluşu. Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80'lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek "köye göre öğretmen" fikrini savunmuştu. 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine "iş için, iş içinde eğitim" ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. Genel bilgiler. 1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Âli Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Âli Yücel'den sonra 1946 yılında CHP döneminde köy enstitüleri kapatılmaya başlandı ve yerine Köy Öğretmen Okullarına dönüşüm gerçekleştirildi. Bu olay 1946'da Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer döneminde gerçekleşti. Köy Enstitülerine öğretmen yetiştiren, Yüksek Köy Enstitüsü bölümü 27 Kasım 1947'de, eğitmen kursları ise 28 Haziran 1948'de CHP döneminde kapatılmıştır. 1950 tarihinde Demokrat Parti iktidara geldiğinde Köy Öğretmen Okulları'nın da kapatılması konuşulmaya başlandı. Köy enstitülerinin yerini alan Köy Öğretmen Okulları da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatılmıştır. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okullarında 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. Köy Enstitülerinin listesi. Listedeki adlar köy enstitüler kurulduğunda sahip olduğu adlardır. Öğretmen ve öğrenci sayısı. Yıllara göre enstitülerin, bu enstitülerde görevli öğretmenlerin ve öğrencilerin sayılarındaki artış tabloda görülmektedir. 1939-1950 yılları arasında Köy enstitülerinde yetişen köy öğretmenlerinin toplam köy öğretmenleri içindeki yeri. Dersler. Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülere alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, diğer köy enstitülerini kuran köy enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmişti. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu. Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Aşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu. Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kızlı ve erkekli zeybek ve halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu. Bu bakımlardan köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur. Aşağıdaki çizelgede Köy Enstitülerinde uygulanan derslerin 5 yıla dağılımı görülmektedir. Beş yıllık eğitim süresince kültür derslerinin içeriğinin toplam saatleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. Sanat. Köylerde büyümüş öğrencilere klasik müzik enstrümanları ve geleneksel sazları çalması öğretiliyordu. Aşık Veysel, enstitüleri gezip öğrencilere saz çalmasını gösteriyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü bu konuda en zengin enstrüman envanterine sahipti. Daha sonra açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki derslere Ankara Konservatuvarı öğretmenleri geliyordu. Köy kökenli öğrencilerden kurulu orkestralar müzik eserlerini seslendiriyordu. Mandolin, taşınması ve öğreniminin kolaylığı nedeniyle yaygınlıkla kullanılan enstrümanlardan biriydi. Müzik grupları, 17 Nisan şenlikleri, sınıf geceleri veya okulu ziyaret eden bir yönetici için kısa hazırlık provaları yaptıktan sonra konserler vermekteydi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde gerçekleştirilen bir bitirme töreni programı, enstitülerde yapılan sanatsal faaliyetlerin kapsamı konusunda örnek olarak gösterilebilir. "İstiklal Marşı" ile başlayan programda sırasıyla; konuşma korosu (sağlık kolu mezunları), marş ve türküler (Akın Marşı, Halay Başı Türküsü), oyunlar (Arpazlı, Biço), mandolin konseri (Arılar, Semada Yıldızlar - öğretmen kolu mezunları), marş ve türküler (Vatan Marşı, Ördek isen Göle Gel Türküsü - yüksek kısım mezunları), oyunlar (Bengi, Dağlı), keman konseri (Mozart'tan rondolar; Allegro Vivo, Allegretto, Allegro A'la Turca - güzel sanatlar kolu), koro (Asker Dönüşü, Köy Okulu, İndim Dere Beklerim, Çoban - güzel sanatlar kolu), temsil (Anton Çehov'un Teklif adlı oyunu), konuşma ve diploma töreni, İleri Marşı (topluca), zeybek ve oyunlar (dışarıda topluca) yer almıştı. Programda ayrıca şiirler okunmuş ve müzik dersliğinde piyano ve saz konserleri verilmiştir. Sergilenmiş olan, yönetmenliğini Cüneyt Gökçer'in yaptığı oyunun yanı sıra enstitüde son bir yıl içinde sergilenen diğer tiyatro oyunları Molière'in Zoraki Tabip ve Kibarlık Budalası adlı oyunları, Sofokles'in Kral Oedipus'u, Gogol'ün Müfettiş'i ve Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı oyunudur. Enstitülerde hazırlanan programlar, toplumun sanat ve kültür hayatına katkıda bulunulması amacıyla çevre il ve köylere de götürülerek sergilenmiştir. 1945 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ndeki müzik enstrümanları listesi şöyleydi. Köy Enstitülerinin kapatılması. CHP dönemi 1946-1947 eğitim yıllarında köy enstitüleri kapatılmaya başlanmıştır. Bu dönem, İsmet İnönü tarafından atanan CHP'li Reşat Şemsettin Sirer'in yeni Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemdir. 1946 itibarıyla eğitim kurumlarında büyük bir maiyet değişikliği yaşandı. Köy enstitülerine öğretmen yetiştiren, Yüksek Köy Enstitüsü bölümü 27 Kasım 1947'de, eğitmen kursları ise 28 Haziran 1948'de kapatılmıştır. Bakan Reşat Şemsettin Sirer döneminde yapılan büyük değişimlerden birisi; Köy Enstitülerinin üretime dayalı eğitim sistemi kaldırılmış, yerine tüketime dayalı köy öğretmen okulları açılmıştır. Bakan Sirer, 1947 yılında bazı köy enstitülerini devre dışı bıraktı ve köy enstitülerinde öğrencilerin ikinci sınıftan itibaren başlayan bazı dallarda ustalaşma ve kendini daha da geliştirme uygulamasını yürürlükten de kaldırdı. Ayrıca Sirer'in emriyle oluşturulan yeni düzende yeni okulların, 1946 öncesi esas köy enstitüsü mezunlarıyla ilişiği kesildi ve aradaki bağ koparıldı. Bakan Sirer en başından beri Köy Enstitülerinin başarılı olacağına inanmıyordu ve bir konuşmasında "Köy Enstitülerinde, hem öğretmen, hem demirci, hem marangoz çıkacak? Bu bir hayaldir!" demişti. Reşat Şemsettin Sirer bu görüşlerini de dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile paylaştı. Kapatılma ve dönüşüm sonrası köy enstitülerinin devamı olan Köy Öğretmen Okulları eğitime devam etmiştir. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti sonrası köy öğretmen okulları bir süre daha eğitime devam edebilmiştir. Reşat Şemsettin Sirer, 3 Mart 1951 tarihli Ulus gazetesinde yayınlanmış bir yazısında övünerek "...bu Enstitüler, dört yıldan (1947'den) beri birer öğretmen okulundan başka bir şey değillerdir" dedi. Köy Enstitülerinin yerini alan Köy Öğretmen Okulları ise 1954 yılında Demokrat Parti iktidarında kapatılmıştır. CHP içerisinden Köy Enstitülerine yönelik görüşler. Demokrat Parti'nin kurulmasından sonraki süreçte de Köy Enstitülerine yönelik ilk eleştiri CHP içerisinden yapıldı. CHP içerisinde Köy Enstitülerini eleştiren ve savunan iki farklı görüş bulunmaktaydı. 1946 yılının son günlerinde CHP Maraş milletvekili Emin Soysal, Köy Enstitülerini TBMM kürsüsünden eleştirdi. CHP milletvekili emekli general Naci Tınaz, Köy Enstitüleri'nin aksayan yönlerini ele alarak eleştirdi, CHP milletvekili Vehbi Kocagüney de bu eleştiriye katılıyordu. CHP milletvekili İsmail Hakkı Baltacıoğlu ise Köy Enstitülerinin hedefine ulaşamadığını iddia ederek dile getirdiği eleştiride şunları söyledi: "Köy Enstitüleri meselesi... Fikrim yanlış anlaşılmasın... Fakat hedefte isabetsizlik vardır zannediyorum ve Milli Eğitim Bakanı'nın (Reşat Şemsettin Sirer) haklı olarak tekrar nazarı dikkati celb etti. Ben de buna iştirâk ediyorum." CHP milletvekili ve partinin eski genel sekreterlerinden Saffet Arıkan Köy Enstitülerini savunan vekillerden biriydi, CHP milletvekili Niyazi Aksu da Köy Enstitülerini savunanlar içerisinde yer aldı. CHP milletvekili Fahri Kurtuluş yaptığı bir meclis konuşmasında şunları söyledi: "Köy Enstitülerini benim için daima bir mesele olarak kalmıştır. Fakat Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer ile yaptığım temastan sonra bir inşirah (ferahlık) buldum. Alınmış olan tedbirlerin kısa bir zaman sonra hepimizi tatmin edeceğine ve bu enstitülerin bizim hissiyatımıza göre bir mevki alacağına hiç şüphemiz kalmayacaktır..." CHP milletvekili Mustafa Reşit Tarakçıoğlu ise köy enstitüleri konusunda olumlu hayale kapılanları eleştirdi ve köylülerin enstitülere yönelik yaptığı şikayetleri konuşmasında dile getirdi. 1946-1947 dönemi Mecliste Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçesi dolayısıyla söz alan bazı CHP'li vekiller Köy Enstitülerinin eksik yanlarını, işlemeyen kısımlarını ve hatalarını eleştirdi. CHP milletvekili Eyüp Durukan da, Emin Soysal gibi Köy Enstitülerine yönelik eleştirici konuşmalar yapan sözcülerin başında gelmekteydi. Demokrat Parti henüz yeni kurulduğu 1946-1947 döneminde Köy Enstitüleri konusunda daha sessiz bir tavır takındı. Kapatılmaya sebep olan süreç. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler Birliği lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Millî Şef de ABD'den destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile finansal yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Millî Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve "Köy Enstitüleri" gibi uygulamaların kaldırılmasını talep etti. 1946 yılında hükûmetin yaklaşan seçimleri yitirme kaygısıyla CHP içinden muhalif milletvekillerinin başını çektiği örgütlü muhalefetin kampanyasıyla, müfredatında ve yapılanmasında kuruluş amaçlarından uzaklaşan değişiklikler yapıldı. İlerleyen yıllarda da, daha önceleri sıkı sıkıya bağlı olduğu "iş için iş içinde eğitim" ilkesinden uzaklaştırıldı. Demokrat Parti iktidara gelmeden evvel CHP döneminde birçok köy enstitüsü kapatıldı. Ardından tamamen öğretmen okullarına dönüştürülerek 1954'te tabelaları indirildi. Cumhuriyet Halk Partisi içinden "Köylüyü Topraklandırma Yasası"na karşı çıkan bir kesim milletvekili Demokrat Partiyi kurdu. Reşat Şemsettin Sirer döneminde kapatılan enstitüler ve değişimler sonrası 1954 yılına gelene kadar artık hiçbir özelliği ve ayrıcalığı kalmamış geride kalan son köy enstitülerini artık kendi adlarıyla sürdürmenin abes olmasından ötürü, Demokrat Parti'nin bu enstitüleri öğretmen okullarına çevirerek kapattığı iddia edilmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir "karşı devrim" hareketi olduğunu söylemişlerdi. 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak'ın "Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar" demesi üzerine Hasan Âli Yücel, "Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir" şeklinde cevap vermişti. 1950 öncesi kapatılmaya başlanan köy enstitüleri, köy öğretmen okullarına dönüşümü sonrası 1954 yılında tamamen kapatılmıştı. Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere komünistlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu zorlamalar köylülere angarya olarak geliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi. Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu. Halk arasında yayılan bir kısmı kasıtlı söylentiler de etkili olmuştu. İvriz Köy Enstitüsü'nden M. Ali Eren (1911-2001), "Düşünceler ve Anılar II" adlı eserinde şunları aktarmaktadır: Kuruluşunda emeği geçenler. John Dewey. ABD'li Eğitim Profesörü, 1924 yılında Mustafa Kemal tarafından Türkiye'ye davet edildi. "Kendisinden Türkiye de Eğitim Nasıl olmalıdır" niteliğinde bir rapor hazırlanması istendi. Hazırladığı Rapor zamanın yöneticileri tarafından incelendi. Profesör John Dewey'nin Raporları", Maarif Vekaleti Mecmuası, Mart 1925, No. 1. Yayınlandı. Türkçe çevirisi birkaç kez 1939'da, Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel zamanında yayınlandı. Mustafa Kemal Atatürk. Kurtuluş Savaşı sonrasında vatandaşların sadece %3-4'ünün okuma yazması vardı. Halkın %80'i köylerde yaşıyordu. Atatürk ilk defa Köy Enstitülerinin kuruluş yasalarını çıkardı. İlk önce askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olarak gönderilme projesini önerdi ve bu proje uygulandı. İsmet İnönü. İsmet İnönü 1966 yılında geride bıraktığı hayatı boyunca hatırlanacak en önemli eserlerinin Köy Enstitüleri ve çok partili hayata geçiş olacağını söyledi. 1941 yılında Köy Enstitüleri hakkında şu ifadeleri dile getirmişti: "Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy enstitülerinden yetişen evlatlarımızın muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim. Halil Fikret Kanad. Yoğun muhalefet ortaya çıkmadan önce Köy Enstitülerinin arkasında durdu ve her türlü desteği verdi. Toprak reformunu desteklediğini açıklamıştı. 1946 seçimlerinde CHP'ye oy kaybettireceği endişesi ile Köy Enstitüleri'nin kapatılmasına karar verdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16331", "len_data": 18526, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.9 }
Ölümsüz Oyun, Adolf Anderssen - Lionel Kieseritzky (1851) Satranç tarihi boyunca pek çok oyun satranççıların hayranlığını kazanmıştır. Tüm bunlar arasında haklı olarak "Ölümsüz Oyun" ismini alan aşağıdaki oyunun ayrı bir önemi vardır. Modern satrancın temellerinin yeni yeni atıldığı bir dönemde Anderssen o günün romantik anlayışına uygun bir stille aşağıdaki şaheseri çıkarmıştır. Günümüzün bilgisayar destekli saniyelik analizlerinde iki tarafın da hatalı hamleleri kolayca fark edilebilir. Ama Kasparov'un da dediği gibi güzellikleriyle insanları etkileyen her oyunda mutlaka bir hata vardır. Hamleler: 1.e4 e5 2.f4 exf4 3.Fc4 Vh4+ 4.Şf1 b5 5.Fxb5 Af6 6.Af3 Vh6 7.d3 Ah5 8.Ah4 Vg5 9.Af5 c6 10.g4? Af6? 11.Kg1 cxb5 12.h4 Vg6 13.h5 Vg5 14.Vf3 15.Fxf4 Vf6 16.Ac3 Fc5 17.Ad5! Vxb2 18.Fd6!! Fxg1 19.e5 Vxa1+ 20.Şe2 Aa6 21.Axg7+ Şd8 22.Vf6+! Axf6 23.Fe7#
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16339", "len_data": 852, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.59 }
11 Eylül saldırıları (), radikal İslamcı silahlı grup El-Kaide'nin 11 Eylül 2001 Salı günü sabah saatlerinde Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı düzenlediği dört koordineli bir terör saldırısı dizisidir. O sabah 19 terörist, ABD'nin kuzeydoğu eyaletlerinden Kaliforniya'ya seyahat etmesi planlanan dört yolcu uçağını kaçırdı. Hava korsanları, ilk iki uçağı New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin "İkiz Kuleler" olarak anılan 110 katlı 2 ofis binalarına, üçüncü uçağı ise Pentagon'a (ABD ordusunun karargâhına) çarptırdılar. Dördüncü uçağın Washington, DC'deki bir federal hükûmet binasını vurması planlanmıştı; ancak uçak, bir yolcu isyanının ardından Pensilvanya'da bir tarlaya düştü. Saldırılarda, hava korsanlarıyla birlikte 2.996 kişi öldü ve terörizme karşı savaş başladı. Kuzeydoğu eyaletlerinden kalkan ve Kaliforniya'ya doğru ilerleyen dört yolcu uçağı, el-Kaide üyesi olan 19 kişi tarafından uçuş sırasında kaçırıldı. Hava korsanları, beşli üç grup ve dörtlü tek grup olarak organize edilmişlerdi. Hedefi vuran ilk uçak, American Airlines'ın 11 sefer sayılı uçuşuydu. Uçak saat 08.46'da Aşağı Manhattan'daki Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesine çarptı. Bu ilk saldırının ardından, uçakta bulunan 92 kişinin tamamı ve saldırının etkilediği bölgedeki 1.000'den fazla kişi öldü. İlk saldırıdan 17 dakika sonra, saat 9.03'te, Ticaret Merkezi'nin bu kez güney kulesine United Airlines'ın 175 sefer sayılı uçuşu çarptı. Bu ikinci saldırı da, uçakta bulunan 65 kişinin tamamının ve etkilenen bölgede yer alan tahmini 1.000'den fazla kişinin ölmesiyle sonuçlandı. İki saat içinde 110 katlı her iki bina da çökerken, 7 Dünya Ticaret Merkezi'nin de arasında bulunduğu çevre yapıların bazıları yıkıldı, bazılarıysa hasar gördü. 'ndan kalkan üçüncü uçak (American Airlines'ın 77 sefer sayılı uçuşu) Ohio üzerindeyken kaçırıldı. Uçak saat 9.37'de, Arlington County, Virginia'daki Pentagon binasının batı kısmına (ABD Savunma Bakanlığının karargâhı) doğru çarptı. Saldırı sonucunda binanın batı cephesinin bir kısmı yıkılırken, uçaktaki 64 kişinin tamamı ve o sırada binada bulunan 125 kişi öldü. Dördüncü ve son uçak ise (United Airlines'ın 93 sefer sayılı uçuşu) başkent Washington, DC'ye doğru gidiyordu. Uçak saat 10.03'te Shanksville, Pensilvanya yakınlarındaki bir araziye düştü. Uçağın yolcuları, uçağın kontrolünü yeniden ele geçirmeye çalışmışlardı ve nihayetinde uçuşu, amaçlanan hedeften saptırmayı başarmışlardı. Böylece 93 sayılı uçuş, 11 Eylül saldırılarında hedefini gerçekleştiremeyen tek uçak oldu. Uçaktaki 44 kişinin tamamı öldü. Son saldırı hedefinin Beyaz Saray veya Amerikan Kongre Binası olduğu tahmin edilmektedir. 2003'te tutuklanıp ABD'de yargılanan ve daha sonra Guantanomo Kampı'na gönderilen Halid Şeyh Muhammed ve Remzi bin el-Şibh, verdikleri ifadelerde son uçağın hedefinin ABD Kongre Binası olduğunu söylemişlerdir. FBI tarafından yürütülen araştırmalar neticesinde saldırıları gerçekleştiren kişilerin, Usame bin Ladin'in liderliğindeki el-Kaide ile bağlantılı olduğu belirlendi. ABD, el-Kaide'yi Afganistan'dan çıkarma ve bin Ladin'i iade etme taleplerine karşılık vermeyen Taliban'ı devirmek için Terörizmle Savaş'ı başlattı ve Afganistan'a karşı savaşa girdi. Birçok ülke terörle mücadele yasalarını güçlendirdi, terör saldırılarını önlemek için kolluk kuruluşlarının ve istihbarat teşkilatlarının yetkilerini artırdı. Saldırıdan birkaç gün sonra yaptığı açıklamayla saldırıların sorumluluğunu reddeden bin Ladin, 2004'te yayınlanan bir videoyla saldırıların sorumluluğunu kabul etti. El-Kaide ve Usame bin Ladin, saldırının gerekçesi olarak ABD'nin İsrail'e verdiği desteği, ABD birliklerinin Suudi Arabistan'daki varlığı ve Irak'a uygulanan yaptırımları gösterdi. Bin Ladin, yakalanmadan geçirdiği yaklaşık on yıllık bir sürenin ardından, 2 Mayıs 2011 tarihinde, Pakistan'ın Abbottabad şehrindeki kompleksinde bulunduğu sırada düzenlenen Neptün Mızrağı Operasyonu adlı harekât ile ABD kuvvetleri tarafından öldürüldü ve cesedinin Umman Denizi'ne bırakıldığı açıklandı. Dünya Ticaret Merkezi'nin ve çevre altyapısının yıkılması, New York şehir ekonomisine büyük zarar verdi ve küresel bir ekonomik durgunluğa sebep oldu. ABD ve Kanada sivil hava sahaları 13 Eylül 2001'e kadar, Wall Street ise 17 Eylül'e kadar kapatıldı. Birçok kurum, kuruluş ve yapı, olağanüstü hâl nedeniyle bir süreliğine kapalı kaldı. Ticaret Merkezi sahasının temizliği Mayıs 2002'de tamamlanırken, Pentagon binası da bir yıl içerisinde onarıldı. 2977 ölüme, 25.000'e yakın yaralanmaya ve 10 milyar dolarlık maliyete neden olan 11 Eylül Saldırıları, ölü sayısı bakımından insanlık tarihinin en büyük terör saldırısıdır. Ayrıca 340 itfaiyecinin ölümüyle de Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki en yüksek sayıda itfaiyeci ölümünün yaşandığı olaydır. 11 Eylül saldırıları, yaşandığı günden beri birçok komplo teorisine konu olmuştur. En öne çıkan teori, İkiz Kuleler ve 7 Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılmasının kontrollü bir yıkım olduğudur. Ancak hükûmet incelemeleri ve bağımsız araştırmaların çoğu bu teorileri reddetmiştir. İnşasına Kasım 2006'da başlanan Özgürlük Kulesi, Kasım 2014'te açılmıştır. Ek olarak, New York'taki Ulusal 11 Eylül Anıtı ve Müzesi, Arlington County'deki Pentagon Anıtı ve Pensilvanya kaza yerindeki Uçuş 93 Ulusal Anıtı da dâhil olmak üzere saldırıda ölenler için çok sayıda anıtlar inşa edilmiştir. Arka plan. El-Kaide. El-Kaide'nin kökeni, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a müdahale ettiği 1979 yılına kadar uzanmaktadır. Sovyet müdahalesini İslam'a karşı yapılmış bir saldırı olarak gören Usame bin Ladin, Afganistan'daki Müslümanlara yardım edip komünist Sovyetleri mağlup etmeyi kutsal bir amaç olarak edinmişti. Afgan direniş liderleriyle tanışmak ve direnişe para toplamak için seyahat etmeye başladı ve Arap mücahitleri (Afgan Arapları), Sovyetlere karşı direnmeleri için 1988 yılına kadar (Sovyetlerin ülkeden çıktığı tarihe kadar) örgütledi. Usame Ladin'in mali kaynakları, dindarlığı ve savaş sırasındaki başarıları ona ün kazandırdı, militan bir lider olarak konumunu güçlendirdi. 1996 yılında bin Ladin ilk fetvasını yayımladı ve Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan'ı terk etmesini istedi. 1998'deki ikinci bir fetvada, ABD'nin İsrail'e ilişkin dış politikasına ve Amerikan birliklerinin Körfez Savaşı sonrasında da devam eden Suudi Arabistan'daki varlığına yönelik itirazlarını belirtti. Bin Ladin, belirttiği şikayetler tersine çevrilinceye kadar, İslami metinleri Amerikalılara karşı saldırmaya teşvik etmek için kullandı. Bin Ladin'e göre, İslam hukuku âlimleri, İslam tarihi boyunca "düşmanın Müslüman ülkeleri yok etmesi durumunda cihadın bireysel bir görev olduğu" konusunda oy birliğiyle anlaşmışlardı. Usame bin Ladin. Saldırıları organize eden bin Ladin, başlangıçta saldırılara dâhil olduğu iddiasını yalanlasa da sonrasında bu beyanatını geri aldı. Katar merkezli yayın kuruluşu "Al Jazeera", 16 Eylül 2001 tarihinde Usame Ladin'in bir açıklamasını yayımladı: "Altını çizmeliyim ki kişilerin kendi motivasyonlarıyla gerçekleştirmiş olduğu görünen bu eylemin benimle bir ilgisi yok." Kasım 2001'de ABD kuvvetleri, Afganistan'ın Celalabad kentinde yaptıkları baskın sonrası yıkılan evden bir videokaset buldu. Videoda bin Ladin, Halid el-Harbi ile 11 Eylül saldırıları hakkında konuşurken görüldü ve saldırıları önceden bildiği ortaya çıktı. 27 Aralık 2001'de ikinci bir bin Ladin videosu yayımlandı:Batı'nın ve bilhassa Amerika'nın İslam'a karşı tarifsiz bir nefret beslediği alenen ortadadır. (...) Bu, Haçlıların nefretidir. Amerika'ya karşı yapılan terörizm övülmeyi hak etmektedir; çünkü bu, insanlarımızı öldüren adaletsizliği -Amerika'nın İsrail'e verdiği desteği- durdurmayı amaçlayan bir yanıttır. (...) Bin Ladin ya da onun takipçileri sağ olsun veya olmasın, Birleşik Devletler'in sonunun geldiğini söylüyoruz; zira ümmetin uyanışı gerçekleşti. (...) ABD'nin askerî gücünün temeli olan ekonomisini vurmak önemlidir. Eğer ekonomileri hasar alırsa, yeniden işgal edilebilir duruma geleceklerdir. Ancak bin Ladin, saldırıların sorumluluğunu üstlenmedi. 2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerinin kısa bir süre öncesinde bin Ladin, kayda alınmış bir açıklama aracılığıyla El Kaide'nin ABD'ye düzenlenen saldırılarla ilişkisi olduğunu doğruladı, direkt olarak kendi bağlantısının olduğunu da itiraf etti:... Savaşıyoruz çünkü bu zulümle uyuyamayan insanlarız. ... Ulusumuzun özgürlüğünü yeniden kazanmak istiyoruz. Siz bizim güvenliğimizi baltalarken, biz de sizin güvenliğinizi baltalıyoruz. ... Güvenliğiniz kendi ellerinizde. Bizim güvenliğimize karışmayan her devlet otomatik olarak kendi güvenliğini de garanti altına alacaktır.Bin Ladin, takipçilerine Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a saldırmaları için bizzat talimat verdiğini söyledi. Al Jazeera tarafından Eylül 2006'da ele geçirilen başka bir videoda bin Ladin; Remzi bin eş-Şeybe ve iki hava korsanıyla birlikte, Hamza el-Gamdi ve Vail eş-Şehri, saldırılar için hazırlık yaparken görüntülendi. ABD, 11 Eylül saldırıları için bin Ladin'i hiçbir zaman resmî olarak suçlamadı ancak yine de ABD'nin Darüsselam ve Nairobi'deki büyükelçiliklerinin bombalanmasıyla ilgili olarak FBI'ın "En Çok Arananlar" listesindeydi. Yaklaşık on yıllık bir arama sürecinin ardından, dönemin ABD Başkanı Barack Obama, bin Ladin'in 1 Mayıs 2011'de Pakistan'ın Abbottabad kentinde bulunan kompleksinde Amerikan özel kuvvetleri tarafından öldürüldüğünü açıkladı. Halid Şeyh Muhammed. Nisan 2002'de Al Jazeera gazetecisi Yosri Fouda; Halid Şeyh Muhammed'in Remzi bin eş-Şeybe ile birlikte saldırılara karıştığını kabul ettiğini bildirdi. 2004 tarihli 9/11 Komisyonu raporu, saldırının başmimarı olan Muhammed'in ABD'ye karşı duyduğu düşmanlığın "ABD'nin İsrail'i destekleyen dış politikasıyla olan şiddetli fikir ayrılığı"ndan kaynaklandığını belirledi. Muhammed aynı zamanda 1993 Dünya Ticaret Merkezi saldırısının finansörü ve danışmanlarından biriydi. Saldırının ana sorumlusu olan Remzi Yusuf'un da dayısıydı. Amerikan ve Pakistanlı güvenlik teşkilatları arasında yapılan operasyonel iş birliği sonucunda, Muhammed 1 Mart 2003 tarihinde Pakistan'ın Ravalpindi şehrinde tutuklandı. Daha sonra CIA gizli hapishanelerinde ve Guantanamo Kampı'nda tutuldu; sorguya çekildi ve "waterboarding" gibi yöntemlerle işkence edildi. Kampta yapılan duruşmalar sırasında, Muhammed saldırılarla olan bağlantısını tekrar itiraf etti. "İfadesinin hiçbir baskı altında alınmadığını" ve "A'dan Z'ye tüm 11 Eylül operasyonundan sorumlu olduğunu" belirtti. Halid Şeyh Muhammed'in avukatları tarafından 26 Temmuz 2019'da Manhattan Federal Bölge Mahkemesi'ne sunulan bir mektupta, Muhammed'in -idam cezası istenmemesi karşılığında- Suudi Arabistan'ın 11 Eylül saldırılarındaki rolü hakkında ifade vermek ve kurban ailelerine yardım etmek istediği bildirildi. Diğer El-Kaide üyeleri. Hava korsanlığıyla ilişkili olan kişileri, operasyonun ayrıntılarına dair sahip oldukları bilgi derecesine göre gruplara ayıran Şeyh Muhammed, yalnızca beş kişinin tüm detaylardan haberdar olduğunu söyledi: Bin Ladin, Şeyh Muhammed, Remzi bin eş-Şeybe, Ebu Turab el-Ürdüni ve Muhammed Atıf. Ebu Turab ve Atıf 2001'de, bin Ladin 2011'de öldürüldüğünden; Şeyh Muhammed ve bin eş-Şeybe'nin ise yargılama süreçleri hâlâ sona ermediğinden dolayı bugüne kadar saldırılar için yalnızca ikincil derecede önemli kişiler yargılanmıştır. 26 Eylül 2005'te İspanya Yüksek Mahkemesi, Ebu Dahdahı'ı 11 Eylül saldırılarına yardım etmek ve el-Kaide üyesi olmaktan 27 yıl hapis cezasına çarptırdı. Bununla birlikte 17 örgüt üyesi daha altı ila on bir yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı. 16 Şubat 2006'da, Ebu Dahdah'ın saldırılarla olan ilgisinin kanıtlanmadığı gerekçesiyle cezası on iki yıla indirildi. 2006'da Zacarias Moussaoui, yirminci hava korsanı olduğu düşünülen örgüt üyelerinden biri, 11 Eylül saldırılarındaki rolü gerekçesiyle ömür boyu hapisle cezalandırıldı. Moussaoui, bugüne kadar 11 Eylül saldırılarından dolayı bir ABD mahkemesinde mahkûm edilen tek kişi oldu. Muhammed Atta ile Hamburg kentinde bağlantı kurduğu tespit edilen Münir el-Mutasaddık ise, hava korsanlarının hazırlanmasına yardım ettiği gerekçesiyle Almanya'da 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ekim 2018'de serbest bırakıldı ve Almanya'dan sınır dışı edildi. Almanya'daki Hamburg hücresinde, ileride 11 Eylül Saldırıları için kilit rol oynayacak bir grup radikal öğrenci bulunuyordu. Muhammed Atta, Remzi bin eş-Şeybe, Ziyad Cerrah ve Mervan eş-Şehhi de el-Kaide'nin Hamburg hücresinin üyeleri arasındaydı. Planlama. Saldırılar, bunu ilk olarak 1996'da Usame bin Ladin'e sunan Halid Şeyh Muhammed tarafından tasarlandı. O zamanlar, bin Ladin ve El Kaide, Sudan'dan Afganistan'a yeni taşınmış olan bir geçiş dönemindeydi. 1998 Afrika büyükelçiliği bombalamaları ve bin Ladin'in Şubat 1998 fetvası, El Kaide'nin terör operasyonunda bir dönüm noktası oldu, bin Ladin Amerika Birleşik Devletleri'ne saldırmaya niyetlendi. 1998'in sonlarında veya 1999'un başlarında bin Ladin, Muhammed'e komployu organize etmesi için onay verdi. Muhammed, bin Ladin ve bin Ladin'in yardımcısı Muhammed Atef, 1999'un başlarında bir dizi toplantı yaptı. Atef, hedef seçimleri ve hava korsanları için seyahat ayarlamaya yardım dahil olmak üzere operasyonel destek sağladı. Bin Ladin, Los Angeles'taki ABD Bankası Kulesi gibi potansiyel hedefleri zaman yetersizliğinden reddederek Muhammed'i reddetti. Bin Ladin liderlik ve mali destek sağladı ve katılımcıların seçiminde yer aldı. Başlangıçta, her ikisi de Bosna'da savaşmış deneyimli cihatçılar olan Nawaf al-Hazmi ve Khalid al-Mihdhar'ı seçti. Hazmi ve Mihdhar, 2000 yılının Ocak ayının ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'ne geldiler. 2000 yılının başlarında, Hazmi ve Mihdhar San Diego, Kaliforniya'da uçuş dersleri aldılar, ancak ikisi de çok az İngilizce konuşuyordu; uçuş derslerinde kötü performans gösterdi; ve sonunda ikincil ("kas") korsanları olarak görev yaptı. 1999'un sonlarında Almanya'nın Hamburg kentinden bir grup adam Afganistan'a geldi. Grup Muhammed Atta, Mervan eş-Şehhi ; Ziyad Carrah ; ve Remzi bin eş-Şeybe'yi içeriyordu. Bin Ladin bunları eğitimli oldukları, İngilizce konuşabildikleri ve Batı'da yaşama deneyimine sahip oldukları için seçti. Yeni askerler rutin olarak özel beceriler açısından incelendi ve sonuç olarak El Kaide liderleri, Hani Hanjour'un zaten bir ticari pilot lisansına sahip olduğunu keşfetti. Muhammed daha sonra, hava korsanlarına restoranlarda nasıl yemek sipariş edeceklerini ve Batılı giysiler giymeyi öğreterek uyum sağlamalarına yardım ettiğini söyledi. Hanjour, Hazmi'ye katılarak 8 Aralık 2000'de San Diego'ya geldi. Kısa süre sonra Hanjour'un tazeleme eğitimi aldığı Arizona'ya gittiler. Mervan eş-Şehhi 2000 Mayıs sonunda geldi, Atta 3 Haziran 2000'de ve Cerrah 27 Haziran 2000'de geldi. Bin al-Shibh birkaç kez vize başvurusunda bulundu Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti, ancak bir Yemenli olarak vizesini uzatacağı endişesiyle reddedildi. Bin al-Shibh, Hamburg'da kaldı ve Atta ile Muhammed arasında koordinasyonu sağladı. Üç Hamburg hücre üyesinin hepsi de Güney Florida'da pilot eğitimi aldı. 2001 baharında, ikincil hava korsanları Amerika Birleşik Devletleri'ne gelmeye başladı. Temmuz 2001'de Atta, nihai hedef seçimi de dahil olmak üzere komplonun ayrıntılarını koordine ettikleri İspanya'da bin al-Shibh ile bir araya geldi. Bin al-Shibh, bin Ladin'in saldırıların bir an önce gerçekleştirilmesi isteğini de aktardı. Hava korsanlarından bazıları, aile üyeleri olan veya giriş kazanmak için sahte pasaportlar kullanan yozlaşmış Suudi yetkililerden pasaport aldı. Saldırı. Yerel zamanla 08:46:30'da Amerikan Hava Yolları'na ait kaçırılan bir yolcu uçağı Dünya Ticaret Merkezi Kuzey Kulesi 94.-98. katları arasına kulenin kuzey tarafından çarptı. Bina çarpmadan 102 dakika (1 saat 42 dakika) sonra yıkıldı. Yerel zamanla 09:02:59'da ikinci bir uçak Dünya Ticaret Merkezi güney Kulesi 77.-85. katları arasına kulenin güney tarafından çarptı. Bina çarpmadan 56 dakika sonra yıkıldı. Yerel zamanla 10:03:11'de Washington, DC'nin 240 km (150mil) kuzey batısına, Shanksville, Pensilvanya kırsalında dördüncü bir uçağın düştüğü açıklandı. Olay yerinde büyük bir uçak enkazına rastlanmadığı söylentileri dolaştı. Resmî makamlarca uçak enkazının olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca birçok uçak parçaları da bulunmuştur. ABD hükûmetinin açıklamalarına göre olaylar şöyle gelişti: 11 Eylül 2001 Salı günü ABD'de dört yolcu uçağının ikisi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D.C.'de Pentagon’a çarptı. Sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil uzakta, Pensilvanya kırsalında düştü. Dünya Ticaret Merkezi kulelerine çarpan uçaktaki eylemcilerden birinin pasaportu uçağın kuleye çarpmasından sonra aşağıya fırlamış ve bölgedeki bir polis tarafından bulunmuştur. Eylemcilerin havaalanına gelirken kullandıkları ve havaalanının otoparkına bıraktıkları araçta uçak kullanım kılavuzu bulunmuştur. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve 11 Eylül Komisyon Raporu'na göre yolcu uçakları Usame bin Ladin'in lideri olduğu El-Kaide örgütünün 19 üyesi tarafından kaçırıldı ve eylem gerçekleştirildi. Kayıplar. Olaylarda 19 hava korsanı ile uçaklarda ve yerde bulunan 2.974 kişi hayatını kaybettiği açıklanmıştır. Kayıp durumda olan 24 kişinin ise öldüğü varsayılmaktadır. Komplo teorileri. 11 Eylül saldırıları olarak adlandırılan olaylar ile ilgili çeşitli komplo teorileri bulunmaktadır. Kimi iddialara göre 11 Eylül olayları Amerikan hükûmeti ve gizli servisleri tarafından uygulanan bir sahte bayrak operasyonu, Orta Doğu'ya ve Afganistan'a yönelik işgal faaliyetlerini meşrulaştırmak, ülke ve dünya kamuoyunun desteğini almak amacıyla düzenlenmiş senaryolardır. Bu teoriler, herhangi bir somut kanıta dayandırılmamıştır. Etkileri. Saldırı, dünya medyası tarafından "medeniyetler çatışması" olarak yorumlandı. 11 Eylül saldırılarını gerekçe gösteren başkan George W. Bush, önce Afganistan, ardından da Irak'ı işgal etti. ABD Başkanı George W. Bush Terörizmle Savaş Kampanyası başlattı ve bu kampanya ile NATO'nun 5. maddesini işletmeye başlattı. Bu Kampanya'da ABD'ye başta Birleşik Krallık olmak üzere birçok ülke destek olmaktadır. 11 Eylül saldırıları sonucu, başta ABD olmak üzere batılı devletlerde Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarında büyük artış görüldü. Popüler kültürde. Saldırılarla ilgili sinema filmleri çekilmeye başlanmıştır. İlk film olan United 93 adlı film 1 Eylül 2006'da vizyona girmiştir. Film kırsal alanda düşen United Airlines adlı şirkete ait 93 sefer sayılı uçağın mürettebat ve yolcularının o gün yaşadıkları dehşeti varsayımlara dayanarak anlatmaktadır. Nicolas Cage'in başrolünde oynadığı 2006 yılı yapımı Dünya Ticaret Merkezi adlı filmde de kuledeki insanları kurtarmaya giderken enkazın altında kalan iki polisin hikâyesi anlatılmıştır. Aynı zamanda "Remember Me" adlı yapıtta da 11 Eylül Saldırısı sonucunda ölen genç rolünü Robert Pattinson oynamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16341", "len_data": 18901, "topic": "NEWS", "quality_score": 2.89 }
Yapay sinir ağları (YSA), insan beyninin bilgi işleme tekniğinden esinlenerek geliştirilmiş bir sinir ağı ve bilgi işlem teknolojisidir. YSA ile basit biyolojik sinir sisteminin çalışma şekli taklit edilir. Yani biyolojik nöron hücrelerinin ve bu hücrelerin birbirleri ile arasında kurduğu sinaptik bağın dijital olarak modellenmesidir. Nöronlar çeşitli şekillerde birbirlerine bağlanarak ağlar oluştururlar. Bu ağlar öğrenme, hafızaya alma ve veriler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarma kapasitesine sahiptirler. Diğer bir ifadeyle, YSA'lar, normalde bir insanın düşünme ve gözlemlemeye yönelik doğal yeteneklerini gerektiren problemlere çözüm üretmektedir. Bir insanın, düşünme ve gözlemleme yeteneklerini gerektiren problemlere yönelik çözümler üretebilmesinin temel sebebi ise insan beyninin ve dolayısıyla insanın sahip olduğu yaşayarak veya deneyerek öğrenme yeteneğidir. Biyolojik sistemlerde öğrenme, nöronlar arasındaki sinaptik ("synaptic") bağlantıların ayarlanması ile olur. Yani, insanlar doğumlarından itibaren bir "yaşayarak öğrenme" süreci içerisine girerler. Bu süreç içinde beyin sürekli bir gelişme göstermektedir. Yaşayıp tecrübe ettikçe sinaptik bağlantılar ayarlanır ve hatta yeni bağlantılar oluşur. Bu sayede öğrenme gerçekleşir. Bu durum YSA için de geçerlidir. Öğrenme, eğitme yoluyla örnekler kullanarak olur; başka bir deyişle, gerçekleşme girdi/çıktı verilerinin işlenmesiyle, yani eğitme algoritmasının bu verileri kullanarak bağlantı ağırlıklarını ("weights of the synapses") bir yakınsama sağlanana kadar, tekrar tekrar ayarlamasıyla olur. YSA'lar, ağırlıklandırılmış şekilde birbirlerine bağlanmış birçok işlem biriminden (nöronlar) oluşan matematiksel sistemlerdir. Bir işlem birimi, aslında sık sık transfer fonksiyonu olarak anılan bir denklemdir. Bu işlem birimi, diğer nöronlardan sinyalleri alır; bunları birleştirir, bir aktivasyon fonksiyonuna sokarak dönüştürür ve sayısal bir sonuç ortaya çıkartır. Genelde, işlem birimleri kabaca gerçek nöronlara karşılık gelirler ve bir ağ içinde birbirlerine bağlanırlar; bu yapı da sinir ağlarını oluşturmaktadır. Sinirsel ("neural") hesaplamanın merkezinde dağıtılmış, adaptif ve doğrusal olmayan işlem kavramları vardır. YSA'lar, geleneksel işlemcilerden farklı şekilde işlem yapmaktadırlar. Geleneksel işlemcilerde, tek bir merkezi işlem birimi her hareketi sırasıyla gerçekleştirir. YSA'lar ise her biri büyük bir problemin bir parçası ile ilgilenen, çok sayıda basit işlem birimlerinden oluşmaktadır. En basit şekilde, bir işlem birimi, bir girdiyi bir ağırlık kümesi ile ağırlıklandırır, doğrusal olmayan bir şekilde dönüşümünü sağlar ve bir çıktı değeri oluşturur. İlk bakışta, işlem birimlerinin çalışma şekli yanıltıcı şekilde basittir. Sinirsel hesaplamanın gücü, toplam işlem yükünü paylaşan işlem birimlerinin birbirleri arasındaki yoğun bağlantı yapısından gelmektedir. Bu sistemlerde geri yayılım metoduyla daha sağlıklı öğrenme sağlanmaktadır. Çoğu YSA'da, benzer karakteristiğe sahip nöronlar tabakalar halinde yapılandırılırlar ve transfer fonksiyonları eşzamanlı olarak çalıştırılırlar. Hemen hemen tüm ağlar, veri alan nöronlara ve çıktı üreten nöronlara sahiptirler. YSA'nın ana öğesi olan matematiksel fonksiyon, ağın mimarisi tarafından şekillendirilir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, fonksiyonun temel yapısını ağırlıkların büyüklüğü ve işlem elemanlarının işlem şekli belirler. YSA'ların davranışları, yani girdi veriyi çıktı veriye nasıl ilişkilendirdikleri, ilk olarak nöronların transfer fonksiyonlarından, nasıl birbirlerine bağlandıklarından ve bu bağlantıların ağırlıklarından etkilenir. Yapay sinir ağlarının üstünlüklerinin yanı sıra bazı sakıncaları da vardır. Bu sakıncalar şu şekilde listelenebilir: Nörobilgisayar. Nörobilgisayar, genellikle çok hız gerektiren ve büyük boyuttaki problemlerin çözülmesi için tamamen yapay sinir ağı teknolojisine dayanarak geliştirilmiş bilgisayar türüdür. Siemens tarafından geliştirilmiş synapse 1 nörobilgisayarı, bir ana bilgisayara ethernet kartı ile bağlanıp çalışabilen bir bilgisayardır. 8 Tane MA-16 sistolik dizi yongası kullanmaktadır. Bu bilgisayarın performansı 25 mhz ile saniyede 3.2 milyar çarpım (16 bit*16 bit) ve toplama işlemi yapabilecek bir güce sahiptir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16344", "len_data": 4241, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.31 }
Biyofizik, biyolojik olayları incelemek için fizikte geleneksel olarak kullanılan yaklaşım ve yöntemleri uygulayan disiplinler arası bir bilimdir. Biyofizik, moleküler seviyeden organizma ve popülasyon seviyesine kadar tüm biyolojik organizasyon ölçeklerini kapsar. Biyofiziksel araştırmalar biyokimya, moleküler biyoloji, fizikokimya, fizyoloji, nanoteknoloji, biyomühendislik, hesaplamalı biyoloji, biyomekanik, gelişim biyolojisi ve sistem biyolojisi ile önemli ölçüde örtüşmektedir. "Biyofizik" terimi ilk kez Karl Pearson tarafından 1892'de kullanıldı. Biyofizik çok çeşitli olan ilgi alanı içinde, sinir iletisini sağlayan elektrik ya da kas kasılmasını sağlayan mekanik kuvvet gibi fiziksel etkenlere bağlı olan biyolojik işlevleri, canlıların ışık, ses ya da iyonlaştırıcı ışınımlar gibi fiziksel etkenlerle etkileşimini ve yüzme, uçma, yürüme gibi yer değiştirme ya da iletişim yoluyla çevreleriyle kurdukları ilişkileri inceler. Bu çalışmalarda çok gelişmiş yöntemlerden ve araçlardan yararlanır. Moleküler Biyofizikte kullanılan en yaygın yöntemler arasında X ışını kırınımı ve X ışını kristalografisi, Nükleer magnetik rezonans spektroskopisi, soğurma ve floresans spektroskopi ve ultrasantrifüjle çökeltme yer almaktadır. Hayvan ve bitki makromoleküllerinin yapısı ve özellikleri bu yöntemlerle kesin bir biçimde tanımlanabilmiştir. Genel bakış. Moleküler biyofizik, biyokimya ve moleküler biyolojidekilere benzer biyolojik soruları ele alır ve biyomoleküler fenomenlerin fiziksel temellerini bulmaya çalışır. Bu alandaki bilim adamları, DNA, RNA ve protein biyosentezi arasındaki etkileşimleri ve bu etkileşimlerin nasıl düzenlendiğini içeren hücrenin çeşitli sistemleri arasındaki etkileşimleri anlamakla ilgili araştırmalar yürütmektedir. Bu soruları cevaplamak için çok çeşitli teknikler kullanılmaktadır. Floresan görüntüleme teknikleri, elektron mikroskobu, X-ışını kristalografisi, NMR spektroskopisi, atomik kuvvet mikroskopisi (AFM), x-ışınları ve nötronlar ile küçük açılı saçılım (SAXS / SANS) çoğu zaman biyolojik önemi olan yapıları görselleştirmek için kullanılır. Protein dinamiği, nötron spin eko spektroskopisi ile gözlenebilir. Yapıdaki konformasyonel değişiklik, çift polarizasyon interferometrisi, dairesel dikroizm, SAXS ve SANS gibi teknikler kullanılarak ölçülebilir. Optik cımbız veya AFM kullanılarak moleküllerin doğrudan manipülasyonu, kuvvetlerin ve mesafelerin nano ölçekte olduğu biyolojik olayları izlemek için de kullanılabilir. Moleküler biyofizikçiler genellikle karmaşık biyolojik olayları, istatistiksel mekanik, termodinamik ve kimyasal kinetik gibi bilimler yoluyla açıklanabilen etkileşen varlıkların sistemleri olarak görürler. Çok çeşitli disiplinlerden bilgi ve deneysel teknikler kullanarak, biyofizikçiler genellikle tek tek moleküllerin veya molekül komplekslerinin yapılarını ve etkileşimlerini doğrudan gözlemleyebilir, modelleyebilir ve hatta manipüle edebilirler. Yapısal biyoloji veya enzim kinetiği gibi geleneksel (yani moleküler ve hücresel) biyofiziksel konulara ek olarak, modern biyofizik, biyoelektronikten hem deneysel hem de teorik araçları içeren kuantum biyolojisine kadar olağanüstü geniş bir araştırma yelpazesini kapsamaktadır. Biyofizikçilerin fizik, matematik ve istatistikten türetilen modelleri ve deneysel teknikleri, dokular, organlar, popülasyonlar ve ekosistemler gibi daha büyük sistemlere uygulaması gittikçe yaygınlaşmaktadır. Biyofiziksel modeller, tek nöronlardaki elektrik iletiminin yanı sıra hem dokuda hem de tüm beyinde nöral devre analizinde yaygın olarak kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16346", "len_data": 3570, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.01 }
Ahmet Hakan Coşkun (d. 11 Ağustos 1967, Sorgun), Türk gazeteci ve televizyoncudur. Hürriyet gazetesinde köşe yazısı yazmakta, CNN Türk kanalında ise Tarafsız Bölge adlı programı sunmaktadır. 6 Kasım 2019 tarihi itibaren Hürriyet genel yayın yönetmenliğini de yapmaktadır. Hayatı. Yozgat'ın Sorgun ilçesinde doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde dolaştı. Çocukluğu Ağrı, Amasya, Çanakkale, Balıkesir gibi illerde geçti. Balıkesir İmam-hatip lisesinden mezun oldu. Bir süre Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne devam etti. Sonra İstanbul'a geldi, bir süre de burada okudu. Bir müddet Büyükçekmece'de yayımlanan "Hürbakış" adlı gazetede çalıştı. Üniversitedeyken hikâyeler yazardı; birkaçı Yedi İklim dergisinde yayınlanmıştı. 1993-1994 yıllarında ancorhman olarak TGRT Ana Haber'i sundu. Kanal 7 kurulurken genel müdür Mustafa Çelik'le temas kurup kadroya dahil oldu. Bir süre muhabir olarak çalıştıktan sonra 1994-2005 arasında Kanal 7 haber müdürlüğünü ve Kanal 7 Haber bülteninin sunuculuğunu üstlendi. Kanal 7'de "İskele Sancak" programını hazırladı ve bazı bölümlerini kitaplaştırdı. 2004'te Kanal 7 ile anlaşamayarak istifa etti. Köşe yazarlığı serüvenine ilk Yeni Şafak'ta başladı. Daha sonra, Sabah'ta çalıştı ve şu anda Hürriyet'te yazıyor. CNN Türk'te Tarafsız Bölge programını sunmaktadır. 16 Ocak 2017'den itibaren Kanal D Haber bültenini sunmaya başladı, aynı zamanda Kanal D haber dairesi başkanlığı görevini üstlendi. 45. Altın Kelebek Ödülleri'nde Tarafsız Bölge programıyla En İyi Haber Programı ödülü aldı. Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği 2019 yılı Medya Oscar Ödülleri Töreni'nde yine aynı programla ödül aldı. Ahmet Hakan'a yönelik tehdit ve saldırı. "Star" gazetesi yazarı Cem Küçük, 9 Eylül 2015 tarihli köşe yazısında Ahmet Hakan'ı şu sözlerle tehdit etti: “"Şizofreni hastaları gibi hala kendini Hürriyet'in Türkiye'yi yönettiği günlerde zannediyorsun. İstersek seni sinek gibi ezeriz. Bugüne kadar merhamet ettik de hala hayatta kalabiliyorsun".” Bunun üzerine Ahmet Hakan, aynı gün Cem Küçük'e dava açtı. CHP Milletvekili Eren Erdem, bu olayla ilgili TBMM Başkanlığına soru önergesi verdi. Yeni Şafak yazarı Abdulkadir Selvi de bu olayı köşesinde “"Bunlar doğru şeyler değil. Türkiye ve AK Parti bunu hak etmiyor."” diyerek eleştirdi. Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay, “"Hrant, çok sayıda tehdit aldıktan sonra öldürüldü. Metin Göktepe de aynı şekilde. Bu tür cinayetler böyle başlıyor."” dedi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi gibi kuruluşlar ve diğer pek çok gazeteci bu saldırıyı kınadı. AK Parti Milletvekili Abdurrahim Boynukalın, "Hürriyet" gazetesine 24 saat arayla düzenlenen ikinci saldırının ardından çekildiği ileri sürülen bir videoda, Ahmet Hakan'a yönelik “"Ben bugün Nişantaşı'na evinin önüne gitmeyi düşünüyordum, tek başıma. Gidecektim oraya bekleyecektim, gel bakayım buraya diyecektim. Bizim hatamız bunlara zamanında dayak atmamak olmuş."” ifadelerini kullandı. Hakan, 1 Ekim 2015'te evinin önünde dört kişinin saldırısına uğradı. Burnu ve kaburgası kırılan Hakan'ın daha önceleri koruma talebinde bulunduğu fakat konuyla ilgili başvuruya hiçbir şekilde yanıt verilmediği ortaya çıktı. Saldırganlardan ikisinin Adalet ve Kalkınma Partisi Fatih İlçe Teşkilatı üyesi oldukları ortaya çıktı. Gündeme bakışı ve tarzı. Ahmet Hakan Coşkun, uzun zamandır gündemi ve gelişmeleri, yaygın medyaya hakim olan 'dönemsel ve geleneksel iktidar' güçlerinin sosyal ve siyasi ağırlığı ışığında ele almakta ve bunu bazen mizahi, bazen de sokak ağzı bir üslup ile değerlendirmektedir. TV programlarının içeriği de aynı paralelde yürümektedir. Kendisini diğer medya figürlerinden ayıran tek fark, muhalefet odaklarına (bu çerçevede olmak üzere) hayli yakın görünmesidir. Onun bu geniş açısı, yaygın kabul gördüğü tabiri ile bilinirlik kazanmış ise de, ilkesiz olduğu yönünde iddialar ve suçlamalar da mevcuttur. Objektif anlamda bir yanı da bulunmamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16349", "len_data": 3953, "topic": "NEWS", "quality_score": 2.4 }
Salmonelloz, "Salmonella" türünden patojenik bakteri'nin neden olduğu bir semptomatik enfeksiyondur. İnsanlarda en yaygın semptomlar ishal, ateş, karın krampları ve kusmadır. Belirtiler tipik olarak maruziyetten 12 saat ila 36 saat sonra ortaya çıkar ve iki ila yedi gün arasında sürer. Bazen daha önemli hastalık dehidrasyon ile sonuçlanabilir. Yaşlı, genç ve bağışıklık sistemi zayıf olan diğerlerinin ciddi hastalık geliştirme olasılığı daha yüksektir. Belirli "Salmonella" türleri, tifo ateşi veya paratifo ateşi ile sonuçlanabilir. Salmonellosis bir tür gıda zehirlenmesidir. Salmonellosis bir tür akut bağırsak enfeksiyonudur. Bunun yanında zoonozdur. Nedeni ve teşhis. "Salmonella"nın iki tür vardır: "Salmonella bongori" ve birçok alttür ile "Salmonella enterica". Enfeksiyon genellikle kontamine et, yumurta veya süt yiyerek yayılır. Diğer yiyecekler gübre ile temas ederse hastalığı yayabilir. Kediler, köpekler ve sürüngenler de dahil olmak üzere bir dizi evcil hayvan da enfeksiyonu taşıyabilir ve yayabilir. Teşhis dışkı testi veya kan testleri ile yapılır. Önleme ve tedavisi. Hastalığı önlemeye yönelik çabalar, yiyeceklerin uygun şekilde yıkanmasını, hazırlanmasını ve pişirilmesini içerir. Hafif hastalık tipik olarak özel tedavi gerektirmez. Daha önemli vakalar elektrolit sorunları ve intravenöz sıvı replasmanı tedavisini gerektirebilir. Yüksek risk altında olan veya hastalığın bağırsak dışına yayıldığı kişilerde antibiyotikler önerilir. Hastalık. Kirli yiyecek veya su yolu ile bulaşır. Enfeksiyonun birincil kaynağı bağırsaklarında "Salmonella" bakterileri bulunan hayvanlardır. Bakterinin bulunduğu gıdalar (et ve et ürünleri, çiğ yumurta ve pastörize edilmemiş süt vb.) ile bakteriler vücuda girer. 8 ila 48 saat arasında değişen bir kuluçka süresine sahiptir. Belirtileri (semptomları) sıralarsak: Hastalık genelde 2-5 gün sürer, bazen birkaç hafta da sürebilir. Hayvanlarda Salmonellozis. Buzağılarda, 1 haftalık yaştan küçüklerde görülmemekle beraber hastalık perakut, akut ve subakut formda seyredebilir. Perakut form oldukça hızlı seyreder ve öldürücüdür.Akut formda ise belirgin bir ishal, ateş ve dehidratasyon ile seyreder.İshal, sarı-grimtrak renkte ve kötü kokuludur.Bazen kan veya mukus görülebilir. Nekropside: Histopatolojik inceleme: Kanatlılarda, gençlerde "S. pullorum"un neden olduğu pullorum hastalığı ve erginlerde "S. gallinarum"un neden olduğu kanatlı tifosu görülür. Bakteri. "Salmonella"'nın birçok türü vardır. "Salmonella typhi", tifo hastalığına neden olur ve bir tür endotoksin üretir. "Salmonella enteriditis" ise sıkça görülen basit gıda zehirlenmesine neden olur. Burada rahatsızlığın ana nedeni yüksek sayılarda bulunan bakterilerden ibarettir. Glikoz fermentasyonu ile bu bakteriler büyük miktarda gaz üretirler. Enfeksiyonun ağır olduğu hastaları dışkılarının her gramında yaklaşık bir milyon "Salmonella" baterisi bulunabilir. Çoğu hasta rehidrasyon (su verilmesi) terapileriyle tedavi edilebilmektedirler. Bazı durumlarda damardan (intravenös) rehidrasyon gerekli olabilir.Gıda temizliğine dikkat edilmeli hayvansal gıdalar başta olmak üzere tüketilirken hijyen kurallarına uyulmalıdır 1 - "enkübasyon süresi, enfeksiyonun ortaya çıkışıyla ilk semptomların ortaya çıkışı arasındaki zaman dilimidir."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16355", "len_data": 3260, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.35 }
Odeion, antik mimaride içinde müzik dinlenmesi için yapılmış özel yapılara verilen isimdir. Hellenistik çağda ortaya çıkan bu yapıların genelde üstleri örtülüdür ve ufak bir amfiteatr şeklindedirler. Bazı zamanlarda müzik dinletisinin yanı sıra resmi toplantılar için de kullanılırlardı. Bu yapıların bir diğer adı da "Odeum"`dur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16360", "len_data": 330, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Sirinks uzunluklarına göre yan yana dizilmiş 7 kamıştan oluşan bir tür panflüttür. Frigya mitolojisine göre, Pan'ın (kırların ve çobanların tanrısı) icat ettiği ve elinden düşürmediği müzik aletidir. Efsaneye göre kırların, çobanların ve sürülerin tanrısı ve koruyucusu olan Pan, Syrinx isimli güzel bir periye aşık olur. Pan'dan kaçmak için Sirinks kendisini su kamışı bitkisine çevirir. Bu güzel perinin onuruna ve ona olan aşkı için Pan bu kamışlardan biraz keser ve bugün "sirinks" veya "Pan flütü" olarak adlandırdığımız müzik aletini yapar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16361", "len_data": 546, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.57 }
Ebiyonitler (İbranice: אביונים "Ebyonim"), ilk Hristiyan topluluklarından birisi olan Yahudi kökenli zümredir. Sözcük olarak İbranicede "fakir, yoksul" gibi anlamlara gelen "ebyon" kelimesinden gelmektedir. Diğer Hristiyan akımlardan ve gruplardan en büyük farklılıkları İsa'nın ilahlığını ve bakireden doğumunu kabul etmemeleridir. Kendilerine lider olarak kaynaklarda İsa'nın kardeşi olarak geçen Yakup'u kabul ederler. Ebionitler, adoptiyonist bir Kristolojiyi benimsediler, böylece Nasıralı İsa'yı, Musa'nın Yasası'nı takip etmedeki doğruluğu nedeniyle Tanrı tarafından seçilen ve Musa gibi yalnızca insan olan mesiyanik bir peygamber olarak anladılar. Komünyona inanmazlar, önemli ibadetlerinin çoğunu cumartesi günü yaparlar. Arınma ayini ritüelleri vardır. Musa'nın Yasası'nın uygulanmasından yana oldukları için Pavlus'un mektuplarını reddederler. Dolayısıyla diğer birçok Hristiyan gruptan farklı olarak sünnet olurlar ve Musa'nın Yasasınca yenilmesi yasaklanan hayvanların etini tüketmezler. Genel kanı onların 7. yüzyıl sıralarında yok olduklarını söylese de, bugün bile bireysel Ebiyonitler veya Ebiyonit inanca yakın Hristiyan gruplara rastlanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16363", "len_data": 1165, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.98 }
Nestûrîlik, İsa Mesih’te biri ilahi biri de insani olan iki hipostazın bir arada olduğunu savunan Mesihsel doktrindir. Kısaca, Nestûrîlik veya Nestoryanizm, ‘diofisizm’in radikal bir formudur. Bu tez adını savunucularından biri olan Konstantinopolis patriği (428-431) Nestorius’tan (d. c.381 – ö. 451) alır. Öğretisi Efes Konsili tarafından sapkın ilan edilir ve reddedilir. Diofisitizm ve Monofizim, Kalkedon konsili tarafından reddedilmiştir. Nestûrî Teolojisi ve Anlaşmazlığı. Nestûrîlik Hristiyan teolojik akımının adı 428-431 yılları arasında Konstantinopolis Patriği olan Nestorius'tan gelir. Hocası olan Mopsuestia'lı Theodor'un öğretisini izleyen Nestorius, İsa'ya 30 yaşındayken Kelam'ın indiğini, ancak o zamandan sonra İnsan ve Tanrı karakterlerini taşıdığını, Meryem'in, Tanrı olan İsa'nın değil, insan olan İsa'nın annesi olduğunu söylemiş ve dolayısıyla da, Meryem'e "Tanrı'nın annesi" (Theotokos) denmesine karşı çıkmış ve Tanrı'nın doğurulamayacağını, doğurulmadığını belirtmiştir. Nestorius'a göre İsa'nın insani kimliği ile tanrısal kimliği birbirinden ayrıdır; bu nedenle Nestorius öğretisi bazı kaynaklarda diofizit ("iki tabiatçı") olarak adlandırılır. Bu görüşe göre çarmıha gerilirken tanrısal tabiat İsa'dan ayrılmış, sadece insan olan İsa acı çekmiş, çektiği acılar Tanrı olan İsa'ya dokunmamıştır. Nestorius'un görüşleri Batı ve Doğu Roma kiliselerinde yoğun tartışmalar doğurmuş ve nihayet 431 yılında Efes'te toplanan Üçüncü Ekümenik Konsil, Nestorius'u sapkın ilan ederek aforoz etmiştir. Bu olayı izleyen yıllarda Nestorius taraftarları özellikle Anadolu ve Suriye'de yoğun takibata uğramıştır. 457 yılında ünlü Edessa Okulu'ndan kovulan Nestoriusçuların önderi olan Nusaybinli Barsauma İran'a sığınmış ve Şah Fîrôz'u (457-484) ikna ederek, o tarihte İran sınırları içinde bulunan Nusaybin'de (Nisibin, Nisibis) etkisini yüzyıllarca sürdürecek olan bir akademi (medrese) kurmuştur. Nusaybin Okulu bundan böyle ateşperest (Zerdüştçü) İran'da en önemli Hristiyan düşünce merkezi olurken, Nestûrîlik de İran'ın yarı-resmî azınlık mezhebi olarak tescil edilmiştir. İran Nestûrîileri Asya ülkelerine yönelik yoğun bir misyonerlik faaliyetine girişmişlerdir. Moğolistan ve Çin'de ilk Hristiyan cemaatleri 630 yılı dolayında Nestûrîler tarafından kurulmuştur. 9. yüzyılda Uygur Türklerinin büyük bir bölümü Nestûrî mezhebini kabul etmiştir. (Uygur Türkçesiyle yazılmış Nestûrî dinî metinleri Türkçenin en eski yapıtları arasında yer alır.) Güney Hindistan'daki Malabar sahilindeki Hristiyan cemaatinin de 9. yüzyılda Nusaybinli Mar Thoma tarafından kurulduğu rivayet edilir. İslamiyet'in doğuşundan sonra Nusaybin Akademisi etkinliğini kaybederken, Bağdat ve Musul'daki Asuri topluluklarının siyasi ve kültürel etkinliklerinin devam ettiği, bilhassa Antik Yunanca, tıp, felsefe ve mantık metinlerinin Arapçaya çeviri hareketinde öncü oldukları görülür. Nestûrî Kilisesi. Nestûrîler kendilerini Nestûrî yerine Asurî, Doğu Kilisesi veya Doğu Asurîleri şeklinde anmayı tercih ederler. Tarihî merkezleri Kuzey Irak'ın Musul ve İran'ın Urmiye kentlerinde bulunan mezhebin günümüzde en büyük cemaati Güney Hindistan'daki Kerala eyaletindedir. Türkiye'de 1915-24 yıllarına dek Nusaybin, Siirt ve Hakkâri yöresinde önemli bir Nestûrî topluluğu vardı. Kuzey Mezopotamya Asuri toplumunun büyük bir bölümü 16. yüzyılda Papa'nın üstünlüğünü kabul ederek Katolik Kilisesi ile birleşmiştir. Katolik sayılan bu Asuriler Keldani (İngilizce: Chaldean) adıyla tanınır. Nestûrîler ve Keldaniler. 1552 yılında kilise içinde doğan bir ihtilaftan ötürü Diyarbakır metropoliti VIII. Mar Yohannan, Papa ile görüşerek Katolik mezhebine bağlanmayı kabul etmiştir. Katolik olan Asurilere Keldani adı verilir. Keldani kilisesinin merkezi Diyarbakır'dan Musul'a ve daha sonra Bağdat'a taşınmıştır. Katolik mezhebini benimsemeyen Asuriler 1662'de Katoliklerden ayrılan Diyarbakır metropoliti XIII. Mar Şimun Denha önderliğinde yeniden örgütlenerek Hakkâri ilinin Kodşanis/Koçanis köyünü patriklik merkezi olarak benimsemişlerdir. Nestûrî patrikleri 1918 yılına kadar bu köyde ikamet etmişlerdir. 19. yüzyıl ortalarına dek Hakkâri nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Nestûrîler, 1843 ve 1846'da Osmanlı'ya isyan çıkaran Cizre Emiri Bedirhan Bey ile Hakkâri Emiri Nurullah Bey'in düzenlediği isyanı bastırmada önemli ölçüde zayiat vermişlerdir. 1915-18 döneminde Kürt aşiretleri ile çatışan Hakkâri Nestûrîleri önce İran'da Urmiye yöresine ve daha sonra İngiliz yönetimine giren Irak'a iltica etmişler, 1924'te isyan çıkarmışlar, 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında yürütülen Şemdinli Harekâtı ile tenkil edilerek geri püskürtülmüşlerdir. Artık Türkiye'de Nestûrî nüfus bulunmamaktadır. Ancak Hakkâri, Pervari, Eruh, Şırnak, Cizre ve Nusaybin dolaylarında hemen her köyde eski Nestûrî kiliselerinin kalıntılarına rastlamak mümkündür. Türkiye'deki eski Nestûrî yerleşim alanının tamamıyla 5.-7. yüzyıllardaki Bizans-İran sınırının doğusuna denk gelmesi ilgi çekicidir. Nestûrî/Asurî kilisesinin önderi olan Patrik IV. Mar Dinkha () 26 Mart 2015'e kadar ABD'nin Chicago kentinde ikamet etmekteydi. Irak'ta Keldaniler hâlâ kayda değer bir nüfusa sahip olduğu hâlde, Asuri toplumu sayıca çok azalmıştır. Nestûrîler ayin ve ibadetlerinde Asuricenin Doğu lehçesini kullanırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16364", "len_data": 5264, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.96 }
Mnemosyne (; ), Yunan mitolojisi'nde hafızanın tecessümü olan Titan, tanrıça, Gaia ve Uranüs'ün kızı. Yakışıklı bir çoban kılığına girmiş Zeus'la dokuz gece beraber olduktan sonra, ilham perileri olarak bilinen, dokuz kızları olmuştur: Mnemosyne aynı zamanda yeraltı dünyasında (ahiret - hades) akan bir nehrin adıdır. Lethe'nin zıddı olan bu nehir, kendisinden içenlere (ki bunlar reenkarne olmaya hazırlanan ölü canlardır) geçmiş yaşamları hakkındaki her şeyi hatırlatır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16366", "len_data": 473, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.74 }
On İki Olimposlular ya da sadece Olimposlular ("Olimpiyan"), Yunan mitolojisinde dünyayı yöneten tanrılar grubudur. Kendilerinden önceki tanrı grubu olan Titanları, Titanlar Savaşı'nda yenerek yönetimi ele geçirmişlerdir. "Tanrıların Kralı" sıfatıyla Zeus, Olimposluların lideridir. Kraliçe sıfatı ise Zeus'un eşi Hera'ya aittir. Olimpos adı Yunanistan'ın en yüksek dağı olan Olimpos Dağı'ndan gelir. Tanrıların dağın zirvesinde bulutların arasında sarayları olduğuna inanılır. On iki sayısı ise karşımıza birçok mitte çıkan bir sayıdır; Yahudilikte On iki İsrail kabilesi, Çerkeslerde 12 büyük kabile, Hristiyanlıkta İsa'nın 12 Havarisi; Şiilikte On İki İmam, Zodyak'taki 12 burç gibi. Sayıya yüklenen bu bakış açısından dolayı Yunan tanrıları da 12 tanedir ve 13 sayısının uğursuzluğuna inanılır. Örneğin İskandinav mitolojisinde tanrıların yemek masasına oturan 13. tanrı Loki, iyilik tanrısı Balder'in ölümüne neden olur. Bu açıdan önceden On İki Olimposlu arasında gösterilen Hestia, Dionisos Olimpos'a gelince 13 tanrı olmasın diye yerini ona bırakıp insanların arasına karışır. Hades'in yeraltında, Poseidon'un denizin altında olmak üzere Olimpos dışında da sarayları vardır. Ayrıca Demeter ve Hestia örneklerinde olduğu gibi tanrılar isterlerse Olimpos'tan tamamıyla ayrılabilirler ya da Herkül gibi yarı-tanrılar ya da Ganymedes gibi ölümlüler de Olimpos'a kabul edilebilir. Olimpos tanrıları başlıca iki gruba ayrılır. Birinci kuşak denilen ilk doğanlar, Titan soyundan gelir. İkinci kuşak tabir edilen sonradan doğanlarsa tamamıyla baştanrı Zeus'un çocuklarıdır. Bu durumun yalnız iki istisnası vardır.Afrodit, titan Kronos'un babası Uranüs'ün denize düşen cinsel organından doğup, titan soyundan gelmiştir. Diğeri de Hephaistos'tur; tanrıça Hera, Hephaistos'u tek başına doğurmuştur. On İki Olimposlu, kimi kaynaklarda farklı farklı gözükür. Aşağıdaki listede as olan 11 tanrı ve 12. tanrı olarak adları geçen tanrılar yer almaktadır; Hestia Olimpos'taki yerini Dionisos'a bırakarak insanlar arasında yaşamaya başlamıştır. Yer altı ve ahiretin tanrısı olan Hades ise, çoğu zaman Olimpiyan sayılmasına karşın genelde yer altında yaşadığı için sürekli Olimpos'ta yaşamaz. Demeter'in kızı olan Persephone da 3 ay yer altı dünyasında kocası Hades ile yaşar, 9 ay ise Olimpos'ta diğer tanrılar ve Demeter'le yaşar. İkinci dereceden Tanrılar. Olimpos'da yaşayan diğer tanrılar şunlardır; Tanrıların Kökenleri. Tanrılarla ilgili başlıca eserler, Homeros'un İlyada ve Odysseia destanları ve o dönemde yazılmış Hesiodos'un İşler ve Günler adlı eseri ile Tanrıların Doğuşu (Teogoni) adlı şiirlerdir. Bu edebiyat eserleri Eski Yunan dini hakkında bilgi verir ve karmaşıklığını gösterir. Asıl yunan tanrıları, İsa'dan iki bin yıl önce Akalar ve Dorlar tarafından; Kuzey'den getirilmişti. Bu tanrıların başında ışıklı gökyüzünün tanrısı vardı ve bu tanrı, klasik yunan panteonunda, tanrıların başı Zeus'a dönüşecekti. Daha sonra yüzyıllar boyunca bu tanrı ve tanrıçalar Doğu'dan gelen tanrı ve tanrıçalarla karıştı ve onların tanrısal özellikleri daha önceki tanrılara da verildi; mesela Afrodit, özelliklerinin çoğunu İştar veya Astarte adlı Doğu tanrıçalarından almıştır. Hera ise Akhalılar'ın eski bir tanrıçasının özellikleri ve Giritlilerin ana tanrıçasıyla Küçük Asya kavimlerinin ana tanrıçasının izleri görülür. Astroloji. Zeus: Jüpiter, yay burcu. Aynı zamanda balık burcunu da gece yönetir. Kronos: Satürn, oğlak burcu. Uranüs: Uranüs, kova burcu. Afrodit: Venüs, boğa ve terazi burçları Poseidon: Neptün, balık burcu. Apollon: Güneş, aslan burcu. Artemis: Ay, yengeç burcu. Hermes: Merkür, ikizler ve başak burçları Ares: Mars, koç burcu. Aynı zamanda akrep burcunu da gece yönetir. Hades: Plüton, akrep burcunun yöneticisi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16367", "len_data": 3734, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.64 }
Yunan mitolojisinde Bia, titan (dev) Pallas ile Stiks'in kızıdır. Şiddetin, gücün tecessüsüdür (cismanileşmesi). Zelus ("Şevk"), Nike ("Zafer") ve Kratos'un ("Dayanıklılık") kardeşidir. Aşanti mitolojisinde Bia, Nyame ile Asase Ya'nın en büyük kızıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16370", "len_data": 252, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.61 }
Nöroloji ya da sinir bilimi, genel olarak beyin, beyin sapı, omurilik ve çevresel sinir sistemiyle kasların hastalıklarını inceleyen, cerrahi dışındaki tedavi uygulamalarını içeren tıp bilimi dalıdır. Nöroloji zamanla içine kapalı ve sınırlı bir dal olmaktan çıkmış, epilepsi, hareket bozuklukları, beyin damar hastalıkları, bunamalar, uyku bozuklukları gibi ayrıca özelleşmişlik gerektiren alt disiplinlere bölünmüştür, bunun yanı sıra 19. yüzyılda ruh hastalıklarıyla birlikte ele alınırken, 20. yüzyıldan itibaren psikiyatri ayrı bir dal olarak ayrılmıştır. Tüm bu alanlardaki ciddi laboratuvar arka planının yanı sıra günümüze nöroloji pek çok başka tıp alanı ile multidisipliner bir ilişki içindedir Nörolojide Son Gelişmeler. Son yıllarda yapay zeka ve nöroteknoloji alanındaki ilerlemeler, nörolojik hastalıkların teşhis ve tedavisinde devrim yaratmaktadır. 2023 yılında yapılan bir araştırmada, yapay zeka destekli beyin taramalarının Alzheimer teşhisinde %90 doğruluk sağladığı gösterilmiştir. Ayrıca, beyin-bilgisayar arayüzleri (BCI) sayesinde felçli hastalar için yeni iletişim ve hareket kabiliyeti sağlanmaktadır. Etimoloji. "Nöroloji" terimini ilk kez İngiliz doktor Thomas Willis "Cerebri anatome" ("Beyin Anatomisi") adlı bir eserinde ortaya atmıştır. "Nöroloji" kelimesi Türkçeye Fransızca "neurologie," Fransızcaya İngilizce "neurology," İngilizceyeyse Yeni Latince "neurologia" kelimelerinden girmişlerdir. Yüzeysel bir analizle, Grekçe "νεῦρον (neúron) "sinir"" kelimesiyle "-λογία (-logía) "bilim, uzmanlık"" edatının bileşiğidir. Nörolojik bozukluklar. Beyin, omurilik ya da sinirlerin elektriksel yapısındaki anormallikler çeşitli nörolojik bozukluklara yol açabilmektedir.Bu semptomlara örnek; inme, kas zayıflıkları, koordinasyon problemleri, his kaybı, nöbet geçirme, sersemlik, acı ve şuur kayıplarıdır. Birçok tanımlanmış nörolojik hastalık bulunmaktadır, bazıları nispeten yaygındır fakat genellikle az görülmektedir. Beyin, omurilik ve sinir hastalıklarını şu şekilde listelenmiştir;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16374", "len_data": 2015, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.8 }
Odabaşı, Konya'nın Yunak ilçesine bağlı bir mahalledir. Coğrafya. Konya iline 195 km, Yunak ilçesine 21 km uzaklıktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16376", "len_data": 120, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 1.91 }
Levent Uğur Yüksel (d. 21 Ekim 1964), Türk şarkıcı ve müzisyen. Hayatı. 1964 yılında Antalya'da doğdu. Antalya Lisesinden mezun olduktan sonra konservatuvar eğitimi almak için İstanbul'a geldi. Bugün adı İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı olan "İstanbul Belediye Konservatuvarı'nın" kontrbas bölümünden mezun oldu. Konservatuvar eğitimi sırasında basgitarist olarak çalışmış ve birçok sanatçıya eşlik etmiştir. Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra İstanbul'da bir gece kulübü orkestrasında Fatih Erkoç ve Sertab Erener'le birlikte 2 sene çalıştı. Aykut Gürel ile birlikte çalıştığı dönemde, Sezen Aksu ile tanıştı. Sezen Aksu'nun o dönem vokalistliğini yapan Harun Kolçak bir gün rahatsızlanınca, sahnede Sezen Aksu'ya hem vokal yapması, hem de basgitar çalması teklif edilir. Böylece Sezen Aksu ile çalışmaya başlar. İlk evliliğini 1990 yılında Sertab Erener ile yapan Yüksel'in bu evliliği, 18 Haziran 1996 tarihinde sonlanır. Yüksel, boşanmalarıyla ilgili olarak "Sertab ile yaşadıklarımız herkes için örnek alınacak bir evlilik, örnek bir boşanma ve örnek bir ayrılıktır. Bunu her söylediğimde insanlar nedense kendilerine değil de tuhaf tuhaf suratıma bakıyorlar." demiştir. Levent Yüksel, 2020 yılında spor sektöründe yöneticilik yapan Özlem Öztürk ile ikinci evliliğini yapmıştır. Müzik hayatı. İlk albümü Med Cezir'i 1993 yılının Mayıs ayında çıkaran Levent Yüksel, 1996 yılında kariyerinde ikinci stüdyo albümü olan "Levent Yüksel'in 2. CD'si"'ni çıkarmıştır. 1997 yılının Temmuz ayında çıkardığı "Bi'Daha" teklisi o yılın en çok satan teklisi olmuştur. 1998'in Nisan ayında ise "Adı Menekşe" albümünü çıkarmış, 2000 yılı Ekim ayında 15 şarkıdan oluşan Aşkla albümünü çıkararak yoluna devam eden sanatçı, 27 Mayıs 2004 tarihinde "Uslanmadım" albümünü yayımlamış ve bu albümde Orhan Gencebay'ın şarkısı Yarabbim'i yeniden seslendirmiştir. Kadın sanatçıların seslendirmiş olduğu eski şarkıları yorumladığı 26 Mart 2006 tarihinde çıkardığı Kadın Şarkıları albümü, Yüksel'in toplamda yedinci albüm çalışması olmuştur. Yüksel albümü için bir röportajında, yeni albümünde neden sadece kadın şarkılarına yer verdiğini, Tanju Okan'ın "Kadınım" şarkısı gibi erkeklere ait eserler var. Emre Altuğ ve Yaşar ile de çalıştı. İbret-i Alem ve Sıcak albümündeki bazı şarkıları Emre Altuğ, Levent Yüksel ile düet yaparak söyledi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16379", "len_data": 2333, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.08 }
Red Kit (Özgün adı: Lucky Luke), Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen çizgi romandır. Çizgi romanın maceralarından bazıları Fransız René Goscinny (1926-1977) tarafından yazılmıştır. Morris'in ölümünden sonra bazı maceralar Fransız Achdé tarafından çizilmiştir. Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy Red Kit, "dünyanın en zeki atı" olarak nitelendirilen sadık beyaz atı "Düldül (Jolly Jumper)" ve "evrendeki en aptal köpek" olarak nitelendirilen sevimli köpeği "Rin Tin Tin (Rantanplan)" ile beraber suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanıdır. Suçluları temsil eden "Dalton kardeşler"; "Joe, William, Jack ve Averel" birçok macerada yer alırlar. Diğer bazı karakterler "Kalamiti Jane, Billy Kid, Yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba", Posta arabası sürücüsü Hank ve "Cenaze Levazımatçı"'sıdır. Red Kit maceralarındaki kişiler ve olaylar kısmen gerçeklere dayanmaktadır. Red Kit, yalnızca birkaç hikâyede adam öldürmüş olup genellikle üstün silah kullanma becerisini, insanların ellerine ateş ederek tuttukları silahı düşürmek içi kullanır. Red Kit'in önemli bir özelliği de, her macerasının, Düldül'ün sırtında "Ben zavallı, yalnız bir kovboyum ve evden çok uzaktayım…” şarkısını söyleyerek günbatımına doğru ilerleyişi ile bitmesidir. Türkçe adlandırma. Türkiye'de Red Kit isminin verilmesinin hikâyesi şöyle; Ferdi Sayışman'ın, daha sonra isim babası olacağı Red Kit ile tanışması 1954-56 arasında rastlıyor. "O zaman Lucky Luke'un maceraları Fransız Spirou dergisinde çıkıyordu. Burada da yayınlamaya karar verince, Türkçe ne isim koyalım, diye düşünmeye başladık. Bir arkadaşın çıkarmak istediği Red Rider (Kızıl Sürücü) diye bir dergi vardı. Ben de Bil Kit diye başka bir derginin kopyasını yapıyordum. Red kısmını Red Rider'dan Kit kısmını da Bil Kit'ten aldık, Red Kit oldu." Türkiye'deki yayın öyküsü. "Not 1": Türkiye'de başlarda birçok çizgi romanda yapılmış olduğu gibi Red Kit'te de kopya çizgilere yer verilmiş olmakla birlikte, hiçbir zaman yerli üretim bir Red Kit çizilmemiştir. Oysa aynı dönemlerde 9 adet yerli yapım Tenten macerası üretilmişti. Red Kit'in ilk birkaç macerasında çizer Morris'in farklı çizgi tekniğinden ötürü bu maceralar yanlış olarak 'yerli yapım Red Kitler' olarak tanımlanmıştır. "Not 2": Red Kit'in maceralarının tamamı henüz Türkiye'de eksiksiz olarak yayımlanamadı. Red Kit albümleri. Kid Lucky serisi. Bu seride Red Kit'in çocukluğunda geçen maceralara yer verilmiştir. Rintintin (Rantanplan) serisi. Red Kit'in köpeği Rintintin (Rantanplan)'ın çevresinde gelişen olayların işlendiği ayrı bir seri. Gayriresmî bir Red Kit albümü. Paul Schuurmans'ın 1970'li yıllarda yazıp çizdiği bir de Red Kit parodisi vardır. Erotik olmaktan da öte, pornografik bir albüm olan "Les aventures sexuelles de Lucky Luke" ("Red Kit'in Cinsel Serüvenleri") adlı bu kitapta Morris'in yarattığı birçok özgün karakter birebir kullanılmıştır. Bu Fransızca albümün formatının Red Kit'in özgün formatından bir farkı siyah beyaz oluşudur. Bu albümün "Sex-Avonturen Van Lucky Luke" adında Felemenkçe bir versiyonu da mevcuttur. Bu çizgi roman önce Rosie adlı bir erotik dergide aylık periodlarla tefrika edilmiş, sonra albüm haline getirilmiştir. Milliyet'in Red Kit Serisi ve sıra no'ları. Red Kit 1970'li 1980'li yıllarda Milliyet Yayınları tarafından çıkartılırken kullanılan albüm isimleri sonraki yıllarda İnkılâp Kitabevi ve Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan albümlerin isimlerinden bazı farklılıklar gösterir. Her üç yayınevinin albümleri yayımlama sıraları da farklıdır. Üçünün de yayım sırası albümlerin özgün yayım sırasına uymaz. Bu listede Milliyet'in albümleri kendi yayım sırasıyla ve Milliyet'in verdiği adlarla sıralanmıştır. Spirou dergisinde çıkan Red Kit öyküleri. Birçok Red Kit öyküsü albüm haline gelmeden önce Journal de Spirou adlı resimli roman dergisinde yayımlanmıştı. Bunlardan birçoğu da bir albümü dolduramayacak uzunlukta oldukları için ancak ikisi veya üçü birleştirilerek bir albüm oluşturulmuştur. Bu öykülerden oluştulan albümlere bazen birinci başat öykünün adı veriliyor ya da yeni bir ad bulunuyordu. Bazı öyküler yeterince uzun oldukları için tek bir albüme sığabiliyordu. Bazen de önceden doğrudan albüm olarak çıkmış bir öykü dergide yayımlanıyordu. Birçok albüm de dergide hiç yayımlanmamıştır. Sinema uyarlamaları. Red Kit dünyada pek çok defa animasyon ve televizyon serisi olarak filme çekilmiştir. 1983'ten sonraki maceralarında sigarayı bırakmış ve ağzında bir saman parçası tutmaya başlamıştır. Dünyada ilk kez Türkiye'de sinemaya aktarılmıştır. 1967'de Öztürk Serengil'in başrolünü oynadığı filmde Öztürk Serengil gördüğü bir rüyada kendini Red Kit sanır ve vahşi batıda maceradan maceraya koşar. 1971 yılında ise İzzet Günay Red Kit olur ve Daltonlarla mücadele eder. 1974 yılında Aram Gülyüz'ün yönetiminde çevrilen Atını Seven Kovboy adlı filmde ise son Red Kit Sadri Alışık'tır. Dünyadaki sinema uyarlamaları. Sadece sinema filmleri alınmıştır. Çizgi diziler bu listede yoktur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16385", "len_data": 4986, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.22 }
Küçük Prens (Fransızca özgün adı: "Le Petit Prince"), Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943'te yayımlanan masalsı bir kitaptır. Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biridir. Kitap, Dünya da dâhil olmak üzere çeşitli gezegenleri ziyaret eden genç bir prensi anlatmakta ve yalnızlık, dostluk, sadakat, sevgi ve kayıp gibi temaları ele almaktadır. Çeşitli opera, tiyatro ve şarkılara da ilham veren eser, 12'den fazla kez sinemaya uyarlanmıştır. Konusu. Yazarın sürdüğü uçağı birdenbire bozulur ve Sahra Çölü'ne iniş yapmak zorunda kalır. Çölde Küçük Prens ile karşılaşır. Küçük Prens yazara yaşadığı yeri, yaşadığı maceraları anlatmaya başlar. Anlattığına göre o, B-612 adlı bir asteroitte tek başına yaşayan bir prenstir. Gezegeninde çok sevdiği bir güle özenle bakar. Gülüne nasıl daha faydalı olabileceğinin yollarını araştırmak istediği için diğer gezegenleri gezmek zorunda kalır. Prens, sırasıyla bir kralın, sanatçının, sarhoşun, iş adamının, fenercinin ve coğrafyacının gezegenine gider. Kralın gezegeninde otorite tutkusunu, sanatçının gezegeninde kendini beğenmişliği, sarhoşun gezegeninde saplantıyı, iş adamının gezegeninde amaçsız sahip olma tutkusunu, fenercinin gezegeninde öğrenmeden ve değişmeden emir yerine getirmeyi, coğrafyacının gezegeninde ise elitizmi görür. Küçük Prens hepsinden mutsuz ayrılır. Gezdiği son gezegen ise Dünya'dır. Dünya, diğerlerinden farklı olarak büyük ve kalabalık bir gezegendir. İnsanların kendi değerlerinden daha çok, giysileriyle anlam ve değer kazandıkları bir yerdir. Kitap hakkında. Eserde, bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır. Sahra Çölü'ne düşen bir pilotun Küçük Prens ile karşılaşması ile başlayan kitap, yirmi yedi bölümden oluşur. Özellikle Küçük Prens'in yurdundan ayrılıp altı ayrı gezegene yaptığı gezileri anlatan bölümlerde bazı tipik yetişkin yaşam biçimlerinin eleştirisi yapılır. Bu geziler arasında kralın gezegeni, otorite tutkusunu; sanatçının gezegeni, kendini beğenmişliği ve sanatçının toplumla yitirmiş olduğu iletişimsizliği; sarhoşun gezegeni, umutsuzluk ve buna dayanan unutma isteğini; iş adamının yaşadığı gezegen, amaçsız sahip olma tutkusunu; fenercinin gezegeni anlamsız ve sorgulamaksızın yerine getirilen görev duygusunu; coğrafyacının yaşadığı gezegen ise bilimi kimin için yaptığını unutan bilim adamını ve bilim anlayışını sembolize eder.Yazar Antoine de Saint-Exupéry, New York'ta bir otel odasında kaleme aldığı bu hikâyenin çizimlerini de yapmıştır. Exupéry hem çizimleri hem de hikâyeleri bir çocuk kitabı gibi kurgulamış olsa da, bu kitap onun moderniteye ve II. Dünya Savaşı'nın etkilerinin sürmekte olduğu topluma eleştirisini ifade ettiği bir kitap olarak da değerlendirilir. Yazarın ilhamını, kendi başından geçen olaylardan aldığı düşünülmektedir. Bir pilot olan yazar Exupéry, 1935 yılında bir hız rekorunu denerken Sahra Çölü'nün ortasına düşmüştü. Ayrıca karısı Consuelo'nun Küçük Prens gibi bitmek bilmeyen arzuları ve korunma arzusu vardı ve Küçük Prens'in gezegeni gibi volkanlarla dolu olan El Salvador'da yaşamıştı. Yazar eserini, dostu Leon Werth'in çocukluğuna adamıştır. Hikâye ilk defa 6 Nisan 1943 tarihinde, yazarın sürgünde olduğu New York'ta, Reynal & Hitchcock isimli yayınevi tarafından Fransızca ve İngilizce olarak yayımlandı. Kitap, yazarın 1944'teki ölümünden bir yıl sonra Fransa'da, Éditions Gallimard yayınevinde basıldı. Günümüze dek 505'ten fazla farklı dil ve lehçeye çevrilen "Küçük Prens", dünya üzerinde İncil'in ardından en çok çevrilen ikinci eserdir. Kitap 200 milyondan fazla kopya satarak tüm zamanların en çok satan kitaplarından biri olmuştur. "Küçük Prens"'in Türkçe dilindeki serüveni 1954 yılında "Çocuk ve Yuva" isimli dergide, Ahmet Muhip Dıranas tarafından yapılan çevirinin tefrika edilmesiyle başladı. Eserin kitap olarak ilk basımı ise Cemal Süreya ve Tomris Uyar'ın ortak çevirisiyle 1965 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapıldı. Bunu, 1968 yılında Yankı Yayınları'ndan çıkan Azra Erhat çevirisi izledi. Sonraki yıllarda eseri Türkçeye çevirenlerin arasına Sumru Ağıryürüyen, Fatih Erdoğan, Selim İleri ve Nihal Yeğinobalı gibi çevirmenler de katıldı. 2015 yılının Ocak ayında telifinin serbest kalmasıyla birlikte kitap, 204 farklı yayınevi tarafından basıldı. "Küçük Prens" ve yazarı Exupéry'nin resmi, 1993'te Fransa'da 50 franklık banknotların üzerine basılmıştır. Banknotların üzerine gözle görülemeyecek küçüklükte yazılmış alıntılar işlenmiştir. Bunun yanı sıra, 2003 yılında asteroit kuşağında bulunan "45 Eugenia" isimli asteroite "Küçük Prens" adı verilmiştir. 2020 yılından beri 29 Haziran günü, Uluslararası Küçük Prens Günü'dür. Bu tarih, 29 Haziran 1900 tarihinde doğan kitabın yazarı Antoine de Saint-Exupéry'nin doğum gününü anmak için seçilmiştir. Tartışmalar. Kitapta; Küçük Prens'in yaşadığı asteroit olan B-612'yi ilk keşfeden ama fes ve şalvar giyiyor diye 1909 yılında katıldığı bir astronomi kongresinde görüşleri dikkate alınmayan bir Türk astronomun, ülkesinde bir diktatörün halkına Avrupalılar gibi şık giyinmeyi emretmesinden sonra 1920'de şık bir giysiyle tekrar kongreye katılması ve bildirisinin kabul edilmesi ile ilgili olan paragraf, Türkiye'de tartışmalara yol açmıştır. Bu bölüm, kitabın Türkiye'deki kıyafet devrimine göndermede bulunduğu ve Atatürk'ü eleştirdiği şeklinde yorumlanmış; Türkçe çevirilerde bu metne farklı şekillerde müdahale edilmiştir. Eser, 2005 yılında ilköğretim öğrencilerine önerilmek üzere hazırlanan 100 Temel Eser arasından da bu yüzden çıkarılmış, daha sonra ise tekrar eklenmiştir. Konuyla ilgili kitapta yer alan kısım şöyledir: Bu parçadaki "Türk önderi" ifadesi, orijinal dilinde ""un dictateur turc"" (Fransızca) ve İngilizce basımında da ""a Turkish dictator"" olarak geçmiş; ancak Türkçe çevirilerde buraya müdahale edilip "diktatör" kelimesi yerine "önder" veya "lider" kavramları kullanılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16393", "len_data": 5876, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.51 }
Analitik geometri (Osmanlıca: Tahlili hendese, Fransızca: "Géometri analytique"), geometrik çalışmaya cebrik analizi uygulayan ve cebrik problemlerin çözümünde geometrik kavramları kullanan bir matematik dalı. Bütün bunlar kartezyen koordinat sistemi denilen bir koordinat sisteminin kullanılmasıyla mümkündür. Kartezyen kelimesi, batıda analitik geometride ilk bilimsel çalışmayı yapan René Descartes'tan gelmektedir. Fransız düşünür Descartes'ın çok önemli bir buluşudur. Descartes'a gelinceye kadar geometri problemleri ayrı ayrı yöntemlerle, sistemsiz olarak ve anlak gücüyle çözümleniyordu. Descartes'ın Kartezyen koordinat sistemini kullanarak ve cebir dilini geometriye uygulayarak bulduğu bu yöntemle geometri problemleri cebir denklemelerine çevrildi ve cebirle çözümlendikten sonra geometri diliyle açıklandı. Birçok fizik probleminin çözümü de bu yöntemle kolaylaşmış oldu. Uzay analitik geometride temel bir konu, bir eğrinin veya belirli şartlar altında herhangi bir doğru veya noktanın kendi hareketiyle meydana getirdiği yüzeyin denklemidir. Denklem, eğriyi meydana getiren her bir nokta kümesi tarafından sağlanan sayısal terimlerle ifade edilir. r, dairenin yarıçapı ise daire denklemi: Mesela, merkezi başlangıçta olan birim yarıçaplı daire, başlangıçtan, birim uzaklıktaki noktalar kümesidir. Bir çember üzerindeki herhangi bir nokta (x, y) koordinatlarına sahipse, birim yarıçaplı çemberin denklemi: Bu denklem, çember üzerindeki her noktanın koordinatları tarafından sağlanır. Benzer şekilde x² + y²= 4 denklemi merkezi başlangıçta ve yarıçapı iki birim olan çemberin denklemidir. Bazı geometrik ifadeler eşitsizliklerle ifade edilebilir. Mesela; x² + y² < 1 yukarıda tarif edilen çemberin içindeki bütün noktaları; x² + y² > 1 denklemi de dışındaki bütün noktaları ifade eder.1 < x² + y² < 4 eşitsizliği x² + y² = 1 ve x² + y² = 4 denklemi bu iki çember arasındaki alanın noktalarını gösterir. Analitik geometri, x ve y eksenlerine bir noktada dik olan üçüncü bir z ekseni ile genişletilir. x, y ve z eksenleriyle gösterilen bir denklem yüzey ifade eder. Mesela, x² + y² + z² = 1 merkezi başlangıçta yarıçapı bir birim olan kürenin denklemidir. Yüzeylerin ve eğrilerin önemli özelliklerini araştırmada kullanılan analitik geometri metotları son üç asırda bilimin en önemli araçlarından biri haline gelmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16397", "len_data": 2342, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Augustinus ya da Aurelius Augustinus, (Tagaste, Numidya, d. 13 Kasım 354 - Hippo, ö. 28 Ağustos 430) Aziz Augustinus ya da Hippo'lu Augustinus olarak da bilinen Hristiyan filozof ve ilahiyatçı. Temel eserleri arasında "De Civitate Dei" (""Tanrı Devleti" veya "Tanrı'nın Şehri" diye çevrilebilir; yıl 430), Confessiones ("İtiraflar"" diye çevrilebilir; yıllar 397-401), "Soliloquia" ("İç Dialog" diye çevrilebilir), "De Libero Arbitrio" ("Özgür İrade Üzerine" diye çevrilebilir; yıl 427), "De Vera Religione" ("Gerçek Din Üzerine" diye çevrilebilir; 390), De Trinitate (""Üçlü-birlik Üzerine" diye çevrilebilir; yıllar 401-416), "De Duabus animabus contra Manichaeos" ("Mani Dinine İnananlara Karşı İki Tin Üzerine"" diye çevrilebilir), "De Spiritu et littera" ve "Epistolae" ("Mektuplar"), "Vaazlar" yer alır. Augustinus, bir ilahiyatçı olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Yapıtları ilahiyat üzerine olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Sonradan modern felsefe de tartışılacak olan pek çok tartışmayı Augustinus'un yürüttüğü görülür. Hayatı. 354'te Roma İmparatorluğu’nun kuzey batı Afrika eyaleti Tagaste’de doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma'nın çöküşüne ve Hristiyanlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez. 17 yaşında Kartaca’ya gider. Bir yandan Roma Afrikası’nın başkentinde yaşayan öğrencilerin çalkantılı yaşamına katılırken bir yandan da Latin tarihçileri ve şairleri inceleyerek retorik konusunda kendini yetiştirir. Akıl dışı masallardan ibaret gördüğü Kitab-ı Mukaddes’in karşısına koyduğu felsefeyi, Hortensius’nda keşfeder. Aynı dönemde kendine 15 yıl bağlı kalacağı bir eş seçer. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus, dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “"iyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır".” Böylece bu felsefeye bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. Manici Piskopos Faustus’la tanışmasının yarattığı düşkırıklığı, irade yetisini kabul etmeyen ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik hocalığına atanır. Bu arada arayışı sürmektedir. Yeni Platoncuların eserleri onda yeni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kaynak da Pavlus’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hristiyanlara yaklaşır. Belli bir süre bu kendi içinde çalkantılara sebep olduktan sonra 386 yılında Hristiyan olmaya karar verir. 386’da "Akademisyenlere Karşı", "Mutlu Yaşam", "Düzen" adlı üç eserini kaleme alır. 387 yılında Afrika'ya döner. 395’te Piskopos olan Augustinus, 396’da Hippo Regius’ta Valerius’un yerine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus Magnus'un mirasçıları bir arınmışlar kilisesini savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuluğa ve şiddet yoluyla Katoliklerin denetimine karşı direnenlere karşı yürütülen mücadelede ve öğreti tartışmalarında çok önemli bir rol oynar. Donatusçuların, dini sapkınları cezalandıran bir yasaya tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının yayınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu Kilise’nin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi üzerine "Tanrı Devleti" eserini kaleme alır. Augustinus, Donatusçu kilise karşısında zaferden sonra Pelagius’la mücadeleye girişir. Pelagius, verdiği vaazlarla Afrika’dan Britanyaya kadar etkisi olan bir Piskopostur. İnsan iradesine büyük bir önem atfeden Pelagius, ilk günahı reddetmektedir. Augustinus Pelagius karşısında kendi “"Tanrısal bağışlayıcılık"” anlayışını geliştirir. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır (418). 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus, son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. Felsefesi. Augustinus "İtiraflar" adlı kitabında, Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma formlarında anlatmıştır. En çok önem verdiği konu, insanın kendini araştırmasıdır. Hakikatin insanın içinde olduğunu savunur. Hakikat ise, bizzat Tanrının kendidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendi de tanrıdadır. Bunu anlamaya çalışmak felsefedir. Felsefe insanın kendiyle uğraşmasıdır. ‘"Anlayabilmek için, inanıyorum"’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için, Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır. İnancı temel alan Augustinus'a göre, aklın görevi, Tanrısal vahiy temeli üzerinde, inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa kavuşturulmasıdır. Siyaset felsefesi. Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu öne süren filozof, yine aşk öğretisinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayrımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır. Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrı'ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı'dan çok yeryüzünü ve kendini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı'yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir. Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus'a göre, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen. şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendini Hristiyanlık inancı ve kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa'nın krallığıdır. Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler. Onun gözünde, Hristiyanlık ve kilise, gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır. Augustinus’un hafıza felsefesi. İtiraflar adlı Kitabında, 10. bölümünün ilk parağrafında, 8'den 27. kısma kadar, Augustinus hafıza (bellek) üzerine bir çalışma yürütmüştür. Kendi kanaati hakkında duyduğu ilginin nedeni ise; hafızanın incelenmesinin bizzat Tanrı'yı bulmaya olanak sağlamasından kaynaklanmaktaydı. Bellek; zihin ya da ruhu oluşturan üç temel kısımdan biridir. Zihin; hafıza, zeka ve iradeden oluşmaktadır. Bellek üzerine yapılan konuşmalar ise bizzat zihnin nasıl çalıştığı üzerine yapılmış konuşmalar olarak kabul edilmelidir. Bellek söz konusu olduğunda Augustinus'un cevap bulmak istediği ilk soru: Platon'un da diyebileceği gibi, Tanrı'nın bir anımsama eylemi aracılığıyla görülebileceği ya da keşfedilebileceğinin mümkün olup olmamasıyla alakalıydı. Bu oldukça platonvari anımsama kavramının arkasında ise esasen bellek aracılığıyla ruhun fiziki dünya üzerindeki varoluşundan önceki varoluşunun izlerinin elde edebileceği varsayımı bulunmaktaydı. Augustinus ise ruhun öncül varoluşuna dair bir inancı ima edecek bu tarz bir ize ulaşılabileceği fikrine katılmamıştır. Buna rağmen her insanın hafızasının derin bir köşesinde Tanrı'nın ve cennetin hatırasının izlerinin bulunabileceği fikrine inanma isteğine de sahip olmuştur. Bundan dolayı belki de belleğin ufak bir çabası esasen Tanrı'yı bulabilmek için yeterli olmalıydı. Daha sonraları ise Augustinus Tanrı hakkında bu tarz öncül bir bilginin ya da hafızadaki izlerin olmadığını tekrar onaylayacaktı. Bunun yerine zeka ve iradenin Tanrı'nın varlığı ve eylemlerini keşfetmek için gereken çabayı göstereceğini belirtmiştir. Hafıza ise keşfedilen ve Tanrı'nın varlığına dair olan hatırayı saklamakla mükellef olacaktı. Bundan dolayı sadece kendi Tanrı'nın izlerini saklayabileceği için bellek, Tanrı ile tanışma hususunda oldukça önemli bir yer tutmaktaydı. Tüm bunlardan dolayıdır ki Augustinus kendi zihnine/kanaatine yönelik bir ilgi edinmiştir. Öyle ki, kişinin kendi hafızasına yönelik yapacağı ziyaret kısmen Tanrı'ya yönelik yapılan bir ziyaret niteliği taşımaktaydı. Augustinus'ta Zaman tartışması. "Augustinus Zaman üzerine yapilan tartışmalarda sıklıkla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpıcı bölümlerinden birisidir bu konu.Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz Zaman ile gerçek Zaman birbirinden ayrı şeylerdir." "İnsan kavrayışı Zamanın gerçekliğine ulaşamaz bir niteliktedir.İnsan yalnızca zamanın geçişini algılayabilir. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman bölümlemeleri, gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir." "Augustinus'un etkileyici bir akıl yürütmeyle Geçmiş zamanın artık var olmadığını, Gelecek zamanın ise henüz var olmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak Şimdiki zamanında boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir. Ölçüp birimlere ayırdığımız Zaman, geçişini algıladığımız Zaman'dır, oysa zamanın geçip geçmediğini ya da kendinde zamanın ne olduğunu bilmiyoruz. Zaman bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır ve bu nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını bilmeyiz; gerçek zaman her zaman dışımızda kalır." "Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır, ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır." Ahlak felsefesi. Mutluluk hakkındaki düşünceleri. Augustinus'a göre tüm beşeri faaliyetler esasen mutluluk arayışından kaynaklanmaktadır (İtiraflar 10.20). Ona göre insanlara hakiki mutluluğu yalnızca Tanrı sağlayabilirdi. Varlık felsefesi açısından incelenecek olduğunda, insanların iyi olabilmesi yalnızca bizzat iyiliğin kendi olan Tanrı aracılığıyla mümkündü. Buna göre insanların dünyada mutluluğu bulabilmesinin bir yolu bulunuyordu: Tanrı'nın buyruklarına itaat etmek. Augustinus'a göre yeryüzündeki haz veren şeylerin kabul edilebilirliği yalnızca Tanrı ile alakasının olup olmadığıyla ilgiliydi. Mutluluk, Tanrı ve onda var olanın her imanlı ile paydaş bir biçimde tadına varılması olarak tanımlanmalıydı. "De Civitate Dei 19" (Tanrı'nın Şehri 19) Sevgi hakkındaki teorisi. Augustinus'a göre sevgi, "(unutulmamalıdır ki bu sevgi ya da aşk; hedef, arzu ya da planlara yönelik olan ‘eros’tan ziyade beklentisiz, ani ve plansız bir sevgiyi ima eden ‘agapé’ kavramıdır)" iradeye fiiliyat kabiliyeti sağlayan insanın yüreğindeki dinamizm olarak algılanmalıdır. Sevginin hakiki ve sahih olduğunun kanıtı ise tüm iyi işleri aracılığı ile sevginin kendini göstermesi ile olacaktı. Buna bağlı olarak Augustinus’a göre bir davranışın motivasyon kaynağı yalnızca sevgi (dilectio: iyi niyet) olduğu sürece ahlaken uygunluğundan söz edilebilirdi. Bunun sonucunda erdem, sevgi ile uyum içinde gerçekleştirilmiş her şey olarak tanımlanmalıydı. Augustinus’a göre bir kişi sevginin tüm prensiplerini eksiksizce yerine getirdiği sürece o kişinin ahlaken kötü bir davranış sergilemesi mümkün değildi. Birinci Yuhanna Mektubu üzerine yapacağı tefsir çalışmasında da belirteceği üzere: İnsan sevdiği sürece dilediği her şeyi yapabilirdi. Evlilik hakkındaki teorisi. Augustinus’un evlilik anlayışı oldukça geniş kapsamlıdır. Ona göre evlilik iki amaca hizmet etmektedir: - Neslin devam etmesi - Eşlerin kutsanması Ancak daha da önemlisi, Augustinus’a göre, Mesih’in, kilisesi ile olan birliğinin bir yansımasını temsil etmesinden dolayı evliliğin mistik bir boyutu da bulunmaktaydı. Teolojisi. Augustinus’a göre bilgiden söz edebilmek için kişinin, her şeyden önce Tanrı’nın varlığını kabul etmesi gerekirdi. Buna bağlı olarak, yalnızca ilahi aydınlanma aracılığıyla Tanrı ile iletişime geçebilen insanın hakikate erişimi olabilirdi. Üçlü Birlik üzerine. Augustinus’un Üçlü Birlik hakkındaki doktrinine dair çoğu bilgi Latince yazdığı "De Trinitate" isimli tezinde bulunmaktadır. Tezinin en başında açıkça ifade ettiğine göre: Üçlü Birlik, Katolik imanının bir parçasıdır (De Trinitate 1:4). Buna ek olarak Augustinus üç kişi arasındaki aynı ilahi doğaya (Comsubstantial/Homoousion) sahip olmaktan kaynaklanan eşitliğe (birbirleri arasında hiçbir hiyerarşik yapı bulunmaması) de dikkat çekmiştir. Mükemmel denecek düzeyde eşit ve aynı ilahi özden olmasına rağmen Augustinus için, “kutsallığın kaynağı’’ Baba’dır. (De Trinitate 4:20) Buna göre Oğul Baba aracılığıyla var olurken Kutsal Ruh’un varlığı ise hem Baba hem de Oğul’a dayanmaktadır. Kutsal Üçlü Birlik’in (Teslis) her bir üyesi birbirinden farklı olmakla birlikte üç üye de tüm eylemlerini bir bütün olarak birlikte gerçekleştirmektedir. Bundan dolayı üçlü birlik esasen yalnızca özde birlik olarak değil aynı zamanda eylemde de birlik olarak anlaşılmalıdır. Üç kişi de spesifik rollerine göre aynı görevi yani insanlığın kurtuluşunu sağlamak için birbirleriyle mükemmel bir koordinasyon içerisinde çalışmaktadır. İsa üzerine. Augustinus için Mesih’in (İsa) ikili bir doğası bulunmaktadır. Buna rağmen, İsa’da biri ilahi diğeri ise beşeri olmak üzere iki tür öz bulunması onun tek bir kişi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir (Vaaz 130:30). Mesih’in insani ve ilahi özü ise hiçbir zaman birbirine karışmamaktadır. Onun durumunda, Tanrı’nın özüne hiçbir etki söz konusu olmamakla ve Tanrı olduğu gibi Tanrı olarak kalmakla birlikte insan da Tanrı’yla bir olmuştur ancak Tanrı’nın kendi olmamıştır. Nasıl ki insan olabilmek için beden ve ruh arasında bir birlik gereklidir, İsa da Mesih olabilmek için, Tanrı ve insan arasındaki kusursuz birliğin bizzat kendi olmalıydı. Buna göre o Tanrı aracılığıyla Tanrı’yı yaratan bir insan değildir. Mesih bizzat Tanrı-insan’dır."Buna göre Maniciler gibi Mesih’in yalnızca Tanrı ya da Fotinusçular gibi yalnızca insan doğasına sahip olduğu savunulmamakla birlikte Apollinarisciler gibi insan olmasına rağmen biyolojik anne baba aracılığıyla doğmamış olması nedeniyle; ya ruhen ya da bedenen insan doğasına ait bir şeylerden mahrum olduğu da savunulmamaktadır. Savunulan durum ise: Mesih’in gerçek Tanrı olduğu ve Baba olan Tanrı’dan doğmuş olduğudur. Aynı zamanda aynı Mesih biyolojik bir süreç ile bir kadından doğmuş olması dolayısıyla da gerçek bir insandır. Bu durum ise onun insan doğasını tarif etmektedir. Öyle ki bu doğa; hem Baba ile eşit, hem de Baba’dan bir şekilde daha eksik ve onun ilahiliğinden hiçbir şey alıp da koparmayan bir insani doğadır. Bu ontolojik anlatıda: İkili bir doğa (öz) ancak tek bir Mesih’e işaret edilmektedir. (De praed s. 24:67)"Tanrı-insan olarak Mesih’in insanlık için bir arabuluculuk görevi üstlendiği söylenebilir. Arabulucu olması ile kasıt ölümlü insan ile ölümsüz Tanrı’nın arasında, tamamen kendine has bir konumda olmasıyla açıklanabilir. Mesih, insana kurtuluşunu yani; özgürlük, yaşam ve Tanrı ile birlikteliği sağlayabilecek olan kişidir (De Trinitate 4). Mesih’in insan olmasının tek nedeni tüm insanların özgürleştirilmeleri, üzerlerindeki ölü toprağının atılarak yeniden hayata döndürülmeleri ve günahlarının bağışlanması içindir. Kutsal Ruh üzerine. İnsanın kusursuz olmaya ve ruhunun kurtuluşuna salt insani çaba aracılığıyla erişebileceğini öngören Pelajyan tez ile tamamen zıt bir biçimde Augustinus insanın kusurlu doğasını ve insanın, Tanrı tarafından sağlanan Kutsal Ruh’unun yardımına daimi bir şekilde duyduğu ihtiyacı hatırlatmıştır. Augustinus’a göre, Kutsal Ruh ve Lütuf birbiri ile özdeştir. İkisi de insan ruhunun ebedi ölümden kurtuluşu için Tanrı tarafından bahşedilmiş mucizevi hediyelerdir. Günah üzerine. Augustinus ayrıca, kötülüğün varlığı problemine ve bu çelişkiden kurtuluşun nasıl mümkün olduğuna dair çok fazla kafa yormuştur. Sonuç olarak bu soruna yönelik oldukça rafine bir çalışma olan lütuf ve kader teolojisini geliştirdi. Eski bir Mâni dini mensubu olmasının da etkisi ile dünya ve insanlık hakkında oldukça kötümser fikirlere sahip olan Augustinus’a göre insanlık adeta bir günah yığını olarak görünmekteydi. İnsanın günümüz yaşantısı ise Âdem ile Havva’nın günaha düşüşünün bir ürünüydü. Buna bağlı olarak, yalnızca Tanrı’nın lütfu insanı günahkâr doğasından kurtarabilirdi ve bu kurtuluş Tanrı’nın seçtiği kişilere sağlanacaktı. Lütuf üzerine. Augustinus’a göre günahtan kaçınmak ve Tanrı’ya dönerek kurtuluşa kavuşabilmek için lütuf kesinlikle elzemdi. Lütuf ona göre, iradenin iyiliği sırtlanarak kötülükten kaçınmasında ortaya çıkan engelleri def etme görevine sahip ilahi bir yardımdı. Bu engeller temel olarak cehalet ve zayıflıktır (De pecc. Mer. Et rem. 2:17:26). Lütfun edinimi ise dua aracılığıyla olmakla birlikte, bu lütuf ilahi emirlerin yerine getirilmesini mümkün kılmaktaydı. Lütuf Tanrı’dan gelen karşılıksız bir hediye olmakla beraber herhangi bir esasa göre bağışlanmaz. Tanrı’nın lütfunu edinenler kati suretle özgür kılınmış (ya da kurtarılmıştır). Bu katiyet, Tanrı’nın lütfundan nasiplenenler için saklı kılınmış olmakla birlikte Augustinus’un mukadderat ya da gelecek hakkındaki ön bilgi (kehanet) teorisinin temelini oluşturmaktadır. Lütuf Tanrı tarafından, karşılık olmaksızın Tanrı’nın seçtiği kişilere bahşedilmektedir. Kehanet söz konusu olduğunda Augustinus, mukadderat fikrinin bizzat kendini hiçe sayan Tanrı’nın tüm insanlara yönelik gösterdiği evrensel sevgisini açıklamada zorluk çekmiştir. Aynı şekilde; kendinin anladığı üzere, seçilmişlik söz konusu olduğunda, Tanrı tarafından lütuf aracılığıyla kurtarılacak bazılarının yanı sıra birçok insanın bu ebedi kurtuluştan mahrum kalacağı durumunu da açıklama konusunda zorlanmıştır. Bu gizemi bizzat kendi alçakgönüllülükle işaret ederken şunu da eklemeyi unutmamıştır: “Lütuf adaletsiz olamayacağı gibi adalet de canice olamaz’’ (De civ. Dei. 12:27). Özgürlük üzerine. Augustinus’a göre özgürlüğün 4 düzeyi bulunmaktadır: - Günahtan özgürlük, - Kötülüğe karşı eğilimden özgürlük, - Ölümden özgürlük, - Zamandan özgürlük. Özgürlük yalnızca lütuf ve iradenin iyi kullanımı arasındaki ustaca kurulmuş işbirliği sayesinde erişilebilir. “Eğer insan kendi işbirliği olmaksızın yaratılmışsa yalnızca kendi işbirliği aracılığıyla kurtuluşa erişebilir.’’ Buna göre insan mademki kendi yaratılışı hususunda söz sahibi değildir, Kurtarılmak istemeden kurtarılamaz. Özgür irade üzerine. İnsanda özgür iradenin var olup olmadığı konusunda Augustinus’un ne düşündüğü üzerine araştırmacılar kendi aralarında bir anlaşmazlık içerisindedir. "De liberto arbitrio" isimli eserinde, Augustinus insanın iradesinin onu günah işlemekten alıkoyma konusunda yetersiz kaldığını açıkça ifade etmiştir. Augustinus'a göre yalnızca lütuf insanı günah işlemekten alıkoyabilirdi. Bu yüzden insan iradesinin iyi yönde güçlü kılınması için Tanrı'dan dualarında medet umabilirdi. Böyle bir durumda Tanrı'nın insana ihtiyaç duyduğu ve dilediği iradi gücü sağlayacağını belirtmiştir. Nihayetinde, insanda günah işlememek için bir irade olabilir. O zaman, Tanrı'nın gerçekten imanla iradelerinin iyi kılınmasını dileyenlere inayet gösterdiği düşünülürse, insanın iyiye yönelik bir iradeye sahip olabilmek için Tanrı'nın yardımını dilememesi esasen bir günahtır. Augustinus'a göre, insanın iyi amel sahibi olabilmesi için iradesinin güçlü kılınması konusunda Tanrı'nın inayetini eylemesi gerekli ise insanda gerçek anlamda özgür ve bağımsız bir iradenin varlığından söz etmek mümkün değildir. Burada söz edilen durum ise özgür iradenin, kendi dışında herhangi bir etki ya da baskı olmaksızın eylemde bulunabilme yetisi olarak anlaşıldığı durumlar için belirtilmiştir. Buna rağmen Augustinus'a göre: Her insan her an Tanrı'nın hoşuna gitmeyecek seçimler yapabileceğinden dolayı irade insan tarafından Tanrı'nın müdahalesi olmaksızın yine de özgürce deneyimlenebilir. Bununla alakalı olarak ise, insanın özgürce yapması gereken ilk seçim: iradesini iyi eyleyecek olan Tanrı'nın inayetini reddetmek ya da kabul etmek aracılığıyla iman edip etmemek olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16398", "len_data": 20437, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Güneş kursu, Hitit uygarlığı ve sanatının simgesi sayılan bir nesnedir. Güneşi simgeleyen dairesel biçimin etrafına yerleştirilmiş öğelerden oluşur. Bazılarının üstünde ses çıkarması için sallanan parçalar, kimisinin üstünde barışı simgeleyen geyik imgesi, kimisinde ise üremeyi simgelemek üzere kuş, ağaç figürleri vardır. Ahşap asaların ucuna takılarak dini törenlerde veya at koşum takımlarının arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Genellikle tunçtan yapılır. En seçkin örnekleri Çorum yakınlarında Alacahöyük'te bulunmuştur. Hititlerin sembolü haline gelmesine rağmen, aslında Anadolu'nun en eski uygarlığı olan Hattilere ait bir eserdir. Hatti kralları öldükleri zaman güneş kursu ve benzeri 4-5 sembolle birlikte gömülmekteydi. Eskiden astrologlar tarafından yıldızların birbirlerine göre konumlarını belirlemekte kullanıldığı, daha sonra bu amaçla başka araçlar geliştirilince törensel bir nesneye dönüştüğü sanılmaktadır. Ortadoğu uygarlıklarında hükümdarlığın simgesi olan “alem”lerin atası kabul edilir. Çorum Alacahöyük'te bulunmuş olan bu tarihî eser, Çorum'un simgesi olarak valilik ve belediye dahil birçok resmi ve sivil kurum tarafından kullanılmaktadır. Çorum'un sivil toplum kuruluşlarının itirazına rağmen Türk Patent ve Marka Kurumu (TPE), "Güneş Kursu"nu, Ankara Üniversitesi'nin marka ve logosu olarak tescilledi. Bu konudaki tartışmalar devam etmektedir. Ankara'nın Sıhhiye Meydanı'nda yapılmış olan "geyik figürlü güneş kursu anıtı" yine Alacahöyük'teki kazılarda ele geçirilmiş bir Hitit eserinin kopyasıdır. 1973'te belediye başkanı Vedat Dalokay tarafından şehrin simgesi yapılmış ve 1995'te yine belediye tarafından değiştirilmiştir. Bu konudaki tartışmalar sürmektedir. Hitit krallarının mezarlarından çıkan Güneş Kursu örnekleri Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde görülebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16399", "len_data": 1804, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.73 }
Mehmet Ali Aybar (5 Ekim 1908, İstanbul - 10 Temmuz 1995, İstanbul), Türkiye'de sosyalist hareketin önde gelen isimlerinden, 1971'de kapatılan Türkiye İşçi Partisi lideri ve Sosyalist Devrim Partisi kurucu genel başkanı, avukat, atlet ve milletvekili. Hayatı. Mehmet Ali Aybar, 5 Ekim 1908'de Hareket Ordusu kumandanlarından Hüseyin Hüsnü Paşa'nın büyük oğlu Yarbay Tahsin Bey'in oğlu olarak İstanbul'da doğdu. Diğer dedesi ise Gelenbevi İsmail Efendi'dir. Aybar aynı zamanda Nazım Hikmet'in büyük teyzesinin torunudur. Gençlik yıllarında sporda gösterdiği başarılarıyla da tanınan Aybar, 1928-1935 arası Türkiye millî atletizm takımında yer almış, bu dönemde 100 ve 200 metre bayrak yarışlarında Türkiye rekorları kırmıştı. Aybar 1931'de Balkan şampiyonu olan 4 x 100 bayrak takımının da başarılı koşucuları arasındaydı. 1928 Amsterdam Olimpiyatları’na, 1930, ’31 ve ’33 Atina Balkan Oyunları’na katılmıştır. Galatasaray Spor Kulübünün atletizm takımında uzun süre spor yaptı. Yeşilköy’deki Fransız Okulu’nu ve Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Aynı fakültede Prof. Ali Fuat Başgil'in anayasa hukuku asistanı, ardından hukuk doktoru ve 1942’de devletler hukuku doçenti oldu. Hukuk doktoru iken Paris'e Sorbonne Üniversitesi'ne hukuk araştırmaları yapmaya gitti. İkinci Dünya Savaşı`nın çıkmasıyla, kuzeni şair Oktay Rifat ve birkaç arkadaşı ile beraber bisiklete atlayıp Paris’ten Lyon’a kaçtı, oradan da Türkiye’ye döndü. Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın önerisiyle burada yazmaya baslayan Aybar, 1946’da yazdığı “Milli Şef” İnönü rejimini eleştiren “Kâğıt Üzerinde Demokrasi” başlıklı yazı nedeniyle üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı. 1946 seçimlerinde bağımsız milletvekili adayı oldu, fakat seçilemedi. 1947-49 yılları arasında, her ikisi de sıkıyönetimce kapatılan "Hür" ve "Zincirli Hürriyet" gazetelerini çıkarttı. İsmet İnönü'ye yazdığı Açık Mektup başlıklı makalesi nedeniyle hakaretten 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılarak Paşakapısı Cezaevi'ne girdi. Burada, diğer şair kuzeni Nâzım Hikmet'le 1950 affına kadar yattı. Genel afla serbest bırakılan Aybar iki yıl sonra avukatlığa başladı. 1962'de Türkiye İşçi Partisinin genel başkanlığına seçildi. 1965 ve 1969 genel seçimlerinde bu partiden İstanbul milletvekili seçildi. 1966'da ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan uluslararası Russell Mahkemesine yargıç olarak seçildi. 1968'de Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıktı ve "Türkiye’ye özgü sosyalizm" şeklinde de ifade ettiği "güleryüzlü, insancıl, hürriyetçi sosyalizm" anlayışını savundu. Bu görüşlerine karşı çıkanlar ile arasındaki anlaşmazlığın büyümesi üzerine, 1969'da genel başkanlıktan, 1971'de de parti üyeliğinden istifa etti. 12 Mart döneminde Meclis'teki tek sosyalist olan Aybar, dönemin baskılarına ve idamlara karşı tek başına mücadele etti. TİP genel başkanı iken 1963'te Gaziantep'te yapılan genel yönetim kurulu toplantısı açılış konuşmasında Kürt sorununun etnik, kültürel ve ekonomik yönleri olduğu ve acil çözüm gerektiği ilk defa bir siyasi parti tarafından dile getirilmiştir. 1964'te Türkiye İşçi Partisinin ilk büyük kongresinde kabul edilen parti programında Kürt sorunu "Doğu Kalkınması" başlığı altında ele alınıp bunun salt ekonomik bir sorun olmadığı vurgulanarak şu ifadelere yer verilmiştir:"“Bölgenin ekonomik geriliğine paralel olarak buradaki vatandaşlar sosyal ve kültürel bakımdan geri durumdadırlar. Üstelik bu vatandaşlarımızdan Kürtçe ve Arapça konuşanlar veya Alevi mezhebinden olanlar bu durumları sebebiyle ayırıma uğramaktadırlar. (...) hak ettikleri yurttaşlık nimetlerinden tam olarak yararlandırılmamışlardır. (...) Türkiye İşçi Partisi bu yurttaşlarımıza tam bir yurttaş muamelesi yapacaktır. (...) Anayasamızın din, dil, ırk, sınıf ve zümre ayırımı yapılamayacağını öngören emri harfi harfine yerine getirilecektir.”"12 Mart Muhtırası sonrası Anayasa Mahkemesi tarafından Türkiye İşçi Partisinin kapatılmasına karar verilirken, kongrede "Türkiye'nin doğusunda Kürt halkının yaşadığı" yönünde alınan kararlar da gerekçe olarak belirtmiştir. 1975'te TİP'ten ayrılan elli arkadaşı ile beraber kısa bir süre sonra Sosyalist Devrim Partisi adını alacak olan ve 12 Eylül 1980'de diğer partilerle birlikte kapatılan Sosyalist Partiyi kurdu. İlk defa bu partinin tüzüğünde, genel başkan ve yöneticilerin üst üste iki dönem başa geçmelerini engelleyen ve yönetim kurulunun üçte ikisinin kol emekçilerinden oluşmasını öngören şartlar yer aldı. 1947'de evlendiği Siret Uncu'dan (ö. 1987), Güllü (d. 1956) adlı bir kızı oldu. Siret Hanım'ın yeğeni Çiğdem Talu'dur. Mehmet Ali Aybar, 10 Temmuz 1995 tarihinde İstanbul'da Florence Nightingale Hastanesinde kalp yetmezliği sonucu öldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16404", "len_data": 4776, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Ali Kemal Sunal (11 Kasım 1944, İstanbul - 3 Temmuz 2000, İstanbul), Türk oyuncu, yapımcı, senarist ve komedyendir. Türk sinemasının en başarılı ve unutulmaz oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Tiyatro ile sanat hayatına başlayan Kemal Sunal'ın ilk amatör tiyatro oyunu, Vefa Lisesindeyken rol aldığı "Zoraki Tabip"'tir. Kenterler, Ulvi Araz, Ayfer Feray ve son olarak Devekuşu Kabare tiyatrolarında profesyonel olarak rol aldıktan sonra, ünlü yönetmen Ertem Eğilmez'in kendisini fark etmesiyle birlikte 1972 yılında "Tatlı Dillim" filminde rol alarak sinemaya ilk adımını attı. 1974'teki "Salako" filmiyle ilk başrol deneyimini edindi. Aynı yıl çekilen "Hababam Sınıfı" filmindeki "İnek Şaban" karakteriyle büyük bir popülerlik elde etti ve bu rolü, daha sonraki yıllarda adının "Şaban" olarak akıllarda kalmasına neden oldu. Filmlerinde oynadığı iyi, saf ve komik adam rolleriyle beğeni kazandı. Sanatçı, komedi filmleri ağırlıkta olsa da dram türündeki filmlerde de yer aldı. Toplam 82 filmde rol almış olan sanatçının son filmi, 1999'da vizyona giren "Propaganda"'dır. Bu film aynı zamanda Kemal Sunal'ın, oğlu Ali Sunal ile birlikte rol aldığı ilk ve tek filmidir. Kemal Sunal, 3 Temmuz 2000 tarihinde "Balalayka" isimli filmin Trabzon'daki çekimlerine gitmek için bindiği uçakta kalp krizi geçirerek 55 yaşında öldü. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'nda bulunmaktadır. İlk yılları ve eğitimi. Ali Kemal Sunal, 11 Kasım 1944 tarihinde İstanbul'un Fatih ilçesindeki Küçükpazar semtinde Malatyalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Migros'tan emekli Mustafa Sunal, annesi Saime Sunal'dır. Ailenin büyük çocuğu olan Kemal Sunal'ın, Cemil ve Cengiz isminde iki de kardeşi vardır. İlkokulu Mimar Sinan İlkokulunda okudu, ardından Vefa Lisesinden mezun oldu. Liseyi 11 yılda tamamlayan sanatçı, bunu şu sözleriyle açıklamıştı: Yüksek tahsiline Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde (o zamanki adıyla "İstanbul Gazetecilik Yüksekokulu") başlasa da, eğitimini tamamlayamadı. Eğitim hayatı boyunca çeşitli işlerde çalışan sanatçı, önceleri Emayetaş Fabrikasında çalıştı, ayrıca elektrikçide çıraklık yaptı. Bu günleri ise şöyle açıklıyordu: 1981 yılında askere giden sanatçı, diğer askerlerin kendisini görünce gülmeye başlaması nedeniyle, birliğin düzenini bozduğu gerekçesiyle geri hizmete verildi. Ankara, Etimesgut'ta askerliğini yapan Sunal, usta birliğinde "Armoni Mızıkası" isimli moral grubuna dağıtıldı, bu vesileyle Türkiye'nin birçok bölgesinde askerlik yaptı. Yarım bıraktığı üniversite eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinin radyo, televizyon ve sinema bölümünden mezun olarak 1995 yılında tamamladı ve ardından yüksek lisans yaptı. Yüksek lisanstan "TV ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü" başlıklı teziyle 1999'da mezun oldu. Tiyatro kariyeri. Sunal'ın sanat kariyeri, Vefa Lisesindeyken amatör olarak oynadığı "Zoraki Tabip" adlı tiyatro oyunuyla başladı. Lise öğrenimi sırasında oynadığı bir oyunla "Akşam Gazetesi Liseler Arası Tiyatro Yarışması"nda "En İyi Karakter Oyuncusu" seçildi. Bu sıralarda Kemal Sunal'ın yeteneğini keşfeden kişi, lisedeki felsefe öğretmeni ve tiyatro hocası Belkıs Balkır oldu. Belkıs Balkır, kendisini Müşfik Kenter ile tanıştırmasının ardından Sunal, Kenterler Tiyatrosu'nda profesyonel oyuncu olarak çalışmaya başladı. Bu tiyatrodaki ilk rolü "Fadik Kız" idi. Burada 150 lira maaş alan sanatçı, daha sonra aynı tiyatroda "Deli İbrahim" rolünü oynadı ve maaşı yükselip 300 lira oldu. Buradan ayrılıp Ulvi Uraz Tiyatrosu'na geçen sanatçı, bu tiyatroda da dört yıl sahneye çıktı. Bu tiyatroda Orhan Kemal'in "İspinozlar" eserindeki "Taşkasaplı" karakterini canlandırdı. Daha sonra "Bekçi Murtaza" adlı oyunda bir bekçiyi, oyunun ikinci perdesinde ise bir kahveciyi oynadı. Ulvi Araz'dan ayrılıp Ayfer Feray Tiyatrosu'na geçen sanatçı, burada bir yıl çalıştı. Son tiyatro deneyimi olan Devekuşu Kabare'de ise 1500 lira maaşı olan sanatçı, artık daha büyük rollerde oynamaya başladı. "Dün Bugün" isimli bir oyunu oynadıkları sırada, kendisinden önce sinemaya geçmiş olan oyuncu Zeki Alasya, ünlü yönetmen Ertem Eğilmez'i yeni filmi için aradığı oyuncuları seçmesi için bu tiyatroya davet etti. Tiyatrodaki oyunu izleyen Münir Özkul, Ertem Eğilmez'e, "Bak Ertem, bu çocuğa dikkat et. Bunda iş var." diyerek Eğilmez ile Sunal'ın tanışmasını sağladı. Oyun sırasında Kemal Sunal'ı çok beğenen Ertem Eğilmez, sanatçının ilk sinema deneyimi olacak olan "Tatlı Dillim"'de rol almasına karar verdi. Sunal, sinema kariyerine 1972 yılında bu filmle başladı. Kemal Sunal kendi ağzından, ilk yıllarını ve komediye yönelişini şu sözlerle dile getirmektedir: Tiyatroya neden devam etmediniz sorusuna ise Sunal, "Film, tiyatro provalarına engel oluyordu. Aksatmaya başlayınca, bırakmamın daha iyi olacağını düşündüm." diyerek cevap vermiştir. Sinema kariyeri. İlk yılları (1972–1974). Yönetmen Ertem Eğilmez'in kendisini keşfedip 1972 yapımı "Tatlı Dillim" filminde Tarık Akan'ın basketbolcu arkadaşı rolünü vermesiyle birlikte, Kemal Sunal'ın kariyerinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. Sunal, ilk filmiyle ilgili şu yorumu yapmıştır: Yönetmen Ertem Eğilmez bu filmden bir yıl sonra, 1973 yapımı "Canım Kardeşim" filminde kendisine Kayseri şiveli bir yolcu rolü verdi. Yine aynı yıl "Oh Olsun", "Güllü Geliyor Güllü" ve "Yalancı Yarim" filmlerinde rol aldı. Türkan Şoray ve Ediz Hun'un başrolü paylaştığı "Güllü Geliyor Güllü" filminde Sunal, kiralık bir katil rolünü canlandırdı. Sunal, bu filmde ilk kez dışarıdan seslendirme ile rol yaptı. Bu film 1980'de "Tabancamın Sapını Gülle Donatacağım" ismiyle tekrar gösterime sokulacaktı. Başrolünde Kemal Sunal yer almamasına, figüran olmasına rağmen o dönem yıldızı parlayan Sunal'ın resmi, filmin afişine Türkan Şoray ile başrollerindeymiş gibi konacaktı. Kayseri şivesinin halk tarafından benimsendiğini gören Ertem Eğilmez, 1974 yılında "Salak Milyoner" filmini çekmeye karar verdi. Bu film büyük ilgi görünce, aynı yıl devam filmi niteliğinde olan "Köyden İndim Şehire" çekildi. Bu filmlerde "Saffet" rolünü canlandıran Sunal, dört ana karakterden biriydi. Bu her iki filmin senaryosu Sadık Şendil'e aittir ve Kemal Sunal'ın büyük rollerde oynadığı ilk iki filmdir. Yine aynı yıl çekilen "Mavi Boncuk" filminde "Cafer" isimli saf ve komik bir rolü canlandıran Sunal, yönetmen Ertem Eğilmez'in filmdeki herkese eşit rol vermesiyle birlikte perdede daha çok görünmeye başladı. "Mavi Boncuk", başrollerde o dönemin ve Türk sinemasının gelmiş geçmiş en ünlü oyuncuları olarak kabul edilen kişilerin oynadığı nadir filmlerden bir tanesi olma özelliğini taşımaktadır. Kemal Sunal bu filmde Emel Sayın, Tarık Akan, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Münir Özkul ve Adile Naşit gibi oyuncularla bir arada çalıştı. 1974 yılının bir diğer gözden kaçırılmaması gereken noktası ise, Kemal Sunal'a oyuncu Meral Zeren'in eşlik etmeye başlamasıdır. Aynı yıl çekilen "Hasret" filminde yönetmen Zeki Ökten ile çalışan sanatçı, bu filmden sonra ilk başrolünü alacaktı. Yine 1974 yılında sanatçıya bu defa başrol verilir ve filmin adı "Salako"'dur. Bu kez yönetmen koltuğunda Atıf Yılmaz oturmaktadır. Senaryosunu Sadık Şendil'in yazdığı, Meral Zeren'in Kemal Sunal'a eşlik ettiği ve Sunal'ın bir eşkıyayı oynadığı "Salako", kendisinin başrol oynadığı ilk filmdir. Bu dönemde Ertem Eğilmez, daha sonra halk tarafından pek beğenilecek olan, yazar Rıfat Ilgaz'ın kaleminden çıkmış "Hababam Sınıfı" romanını sinemaya uyarlamaya karar verdi. Bu filmdeki ana karakterlerin hepsinin rolü yine eşit olduğundan, Kemal Sunal perdede daha fazla görünmekteydi. Sunal bu 1974 yapımı filmde Münir Özkul, Tarık Akan, Halit Akçatepe, Adile Naşit ve Sıtkı Akçatepe gibi isimlerle oynadı. Sanatçının "Hababam Sınıfı"'nda oynadığı "İnek Şaban" rolü, sonraki yıllarda adının "Şaban" olarak akıllarda kalmasına neden olacaktı. Takvimler 1975 yılını gösterdiğinde Kemal Sunal, Zeki Ökten'in "Şaşkın Damat" ve "Hanzo" isimli iki filminde rol aldı. Bu filmlerde tekrar Meral Zeren ile beraber olan sanatçı, artık başrollerde oynamaktaydı; ancak Ertem Eğilmez filmlerindeki başarısından çok uzaktaydı. Yükseldiği yıllar (1975–1979). 1975 yılında Kemal Sunal, kendisiyle beraber ileride birçok filmde rol alacağı Şener Şen ile tanıştı. İkilinin birbirini tamamlamasıyla, birlikte rol aldıkları filmler ardı ardına gelmeye başladı. Bu sırada Ertem Eğilmez, "Hababam Sınıfı" filmine gelen yoğun rağbet üzerine filmi bir seri hâline getirmeye karar verdi ve serinin ikinci filmini çekmeye başladı. "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" adı verilen bu filmin senaryosunu, ilk filminde olduğu gibi Sadık Şendil yazdı. Filmde oyuncu kadrosuna ilk filmdeki oyunculardan farklı olarak "Semra Hoca" rolünü canlandıran Semra Özdamar ve "Badi Ekrem" rolünü canlandıran Şener Şen katıldı. Film, Şener Şen ile Kemal Sunal'ın birlikte rol aldıkları ilk film iken, Tarık Akan'ın oynadığı ikinci ve son "Hababam Sınıfı" filmidir. Film 1976'da yayımlandı ve Sunal popülerliğini iyice artırdı. Bu "Hababam Sınıfı" filminin afişinde Kemal Sunal'ın ve karakteri İnek Şaban'ın adı en üstte kocaman harflerle yer aldı. Müzikleri Melih Kibar tarafından bestelenen film, ayrıca 1976'da Altın Portakal En İyi Müzik Ödülü'ne değer görüldü. 1976 yılı, Kemal Sunal'ın kariyerindeki en yoğun yıllardan birisiydi. Sunal bu yıl tam altı film çekti. İlk olarak yönetmenliğini Kartal Tibet'in yaptığı ve senaryosunu Yavuz Turgul'un kaleme aldığı "Tosun Paşa" çekildi. "Tosun Paşa", 19. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetindeki Mısır eyaletinde iki düşman aile arasındaki bir toprak anlaşmazlığı sorununu güldürü çerçevesinde anlatmaktadır. Tarihî komedi türünde diyebileceğimiz bu filmin başrollerinde Kemal Sunal haricinde Şener Şen, Müjde Ar, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Sıtkı Akçatepe, Akil Öztuna ve Mete Sezer yer aldı. Sonrasında, "Süt Kardeşler" filmi için Ertem Eğilmez yeniden yönetmen koltuğuna geçti ve Şener Şen ile Kemal Sunal'ı yeniden bir araya getirdi. Senaryosunu Sadık Şendil'in kaleme aldığı bu filmde Sunal, Şener Şen'in yanı sıra Adile Naşit, Halit Akçatepe, Hale Soygazi, Dinçer Çekmez, Ayşen Gruda ve Ergin Orbey ile oynadı. Bu her iki filmde de "Şaban" karakterini canlandıran Sunal, yine aynı yıl Ergin Orbey'in yönetmenliğinde "Meraklı Köfteci" filmini çekti. Kemal Sunal, seyyar köftecilik yapan iyi niyetli ama çok meraklı "Zühtü" karakterini canlandırdığı bu filmde Gölgen Bengü, Ali Şen, Hulusi Kentmen, Şevket Altuğ, İhsan Yüce, Sümer Tilmaç, Dinçer Çekmez gibi oyuncularla çalışma imkânı buldu. Ardından, Natuk Baytan'ın yönettiği ve "Kemal" karakterini canlandırdığı "Sahte Kabadayı" filminde rol aldı. Bu filmde Natuk Baytan'ın farklı mizahi anlayışıyla birlikte "Kemal" karakterine "kahraman" özelliği eklendi. Sunal, "saf ve halkın kahramanı" rolünü canlandırdığı yapımlarda kötülerle mücadele etti ve mizahi bir sunuşla haksızlıklara karşı durdu. Suavi Süalp'in kaleminden olan "Sahte Kabadayı" filminde bu durum daha belirgindir. Sanatçının 1976'daki bir sonraki projesi, yeniden yönetmen koltuğunda Ertem Eğilmez'in olduğu "Hababam Sınıfı Uyanıyor" filmidir. Bu "Hababam Sınıfı" filminin afişinde Kemal Sunal'ın adı yine en üstte yer aldı. Tarık Akan'ın bu kez yer almadığı bu filmde, kadroya serinin önceki filmlerinden farklı olarak kimya öğretmeni rolünde Şevket Altuğ ve Mahmut Hoca'nın uzak akrabası "Ahmet" rolünde Ahmet Sezerel katıldı. Serinin önceki filmleri gibi bu film de İstanbul'un Üsküdar ilçesindeki tarihî bir yapı olan Adile Sultan Kasrı'nda çekildi. 1976 yılının son filmi, daha sonra kendisine "Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"nü getirecek olan "Kapıcılar Kralı" filmi oldu. Saf ve komik Şaban karakterinden tamamen bağımsız olan bu filmdeki "Seyit" rolü; zeki, kurnaz, paragöz, işgüzar ve komikliği yanında asabi bir karakterdir ve bambaşka bir Kemal Sunal'ın gözüktüğü ilk filmdir. Senaryosunu Umur Bugay'ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten'in yaptığı "Kapıcılar Kralı", apartman metaforu üzerinden ülkenin sınıfsal yapısını işleyen bir filmdir. Film, İstanbul'un Cihangir semtindeki Güneşli Sokak'ta yer alan bir apartmanda çekildi ve bu sokak, daha sonraki birkaç Kemal Sunal filmine de ev sahipliği yaptı. Sunal bu filmde Sevda Ferdağ, Bilge Zobu ve Sevil Üstekin ile başrol oynadı. "Kapıcılar Kralı", adam yerine bile konmayan ve sürekli aşağılanan Kapıcı Seyit'in toplum yüzünden maddi değerlere oldukça önem vermesini ve toplum içinde ekonomik ve mevkisel bir güç kazanıp sosyal bir statü elde etme yolunu seçmesini anlatmaktadır. 1977 yılı, Kemal Sunal için yine yoğun bir yıl oldu ve sanatçı bu yıl toplam beş film çekti. İlk olarak yönetmenliğini Natuk Baytan'ın yaptığı "Sakar Şakir" filmi çekildi. Bu filmde Sunal, sakarlıklarıyla çevresindekileri sinirlendiren ve bıktıran saf akıllı "Şakir" adlı karakteri canlandırdı. Sunal bu filmde Adile Naşit ve Ali Şen'in yanı sıra "Gardırop Fuat" rolündeki Ünal Gürel ile başrol oynadı. Daha sonra, yine Ertem Eğilmez tarafından Kemal Sunal'ın canlandırdığı "Şaban" karakteri üzerine olan "Şaban Oğlu Şaban" filmi çekildi. Senaristliğini Sadık Şendil'in yaptığı bu film ile Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Şevket Altuğ, Sıtkı Akçatepe ve Ergin Orbey gibi sanatçılar tekrar bir araya geldi. Arzu Film'e ait bu film, askerde kumandanı Hüsamettin'i sürekli yaralayan ve türlü sakarlıklar yapan Şaban ile askerlikten sonra bir eğlence yerinde birlikte çalgıcılık yaptığı asker arkadaşı Ramazan'ı konu almıştır. "Şaban Oğlu Şaban" filmi, Arzu Film'in resmî YouTube kanalında en çok izlenen film olma özelliğini taşımaktadır. Aynı yıl, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın üstlendiği "İbo ile Güllüşah" filminde Sunal, o sıralar henüz sekiz yaşında olan Gülşah Soydan ile başrolü paylaştı. Film, başlık parası olmadığı için sevdiği kızla evlenemeyen İbo'nun onun peşinden İstanbul'a gelmesini ve bu sırada tesadüfen tanıştığı Güllüşah ismindeki küçük bir kızla olan dostluğunu konu almıştır. Bu sıralarda Ertem Eğilmez, bir "Hababam Sınıfı" filmi daha çekmeye karar verdi. "Hababam Sınıfı Tatilde" adı verilen bu filmde Tarık Akan'ın yanı sıra, bu sefer serinin başından beri oynayan Halit Akçatepe de yer almadı, ancak Münir Özkul, Adile Naşit ve Şener Şen oynamaya devam etti. Bu filmin senaryosunda ise okul müdürü, daha fazla para kazanabileceğini düşünerek okula yeni gelen dört kız öğrenciyi kabul eder; kız öğrenci tayfasının başını da Ayşen Gruda oynar. "Hababam Sınıfı Tatilde", Kemal Sunal'ın "Hababam Sınıfı" serisinde oynadığı son film olur ve böylece sanatçı, toplam dört "Hababam Sınıfı" filminde oynamış olur. 1977 yılının son filmi, Sunal ile daha önce "Kapıcılar Kralı" filminde de çalışmış olan ünlü yönetmen Zeki Ökten'in "Çöpçüler Kralı" filmi oldu. Başrollerinde Kemal Sunal'ın yanı sıra Şener Şen ve Ayşen Gruda'nın yer aldığı, Ertem Eğilmez'in yapımcısı olduğu ve senaristliğini Umur Bugay'ın üstlendiği bu film, "Kapıcılar Kralı" filmine de ev sahipliği yapan İstanbul, Cihangir'deki Güneşli Sokak ve çevresinde çekildi. Sunal bu filmde bir temizlikçi kadına âşık olan mahalle çöpçüsü "Apti" karakterini oynadı. Bu film daha sonra, 1978'deki Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Umur Bugay'a "En İyi Senaryo", Şener Şen'e ise "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü kazandırdı. 1977 yılının Kemal Sunal için ayrı bir önemi vardı. Kemal Sunal bu yıl, 14. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"nü "Kapıcılar Kralı" filmindeki "Seyit" rolüyle kazandı. Bu ödül Kemal Sunal'ın aldığı ilk büyük ödül olmasının yanı sıra, kariyerinde aldığı tek Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'dür. "Kapıcılar Kralı" filmi ayrıca bu festivalde "En İyi İkinci Film" seçildi ve filmin yönetmeni Zeki Ökten'e "En İyi Yönetmen Ödülü"nü kazandırdı. Sunal, yine aynı filmle aynı yıl Sinema Yazarları Derneği tarafından "En İyi Erkek Oyuncu" seçildi. Sanatçı bu ödülleri şöyle yorumlamıştır: 1978'de Kemal Sunal iki yoğun sene geçirdikten sonra, o yıl Fatma Girik ile ortak olup bir film şirketi olan Can Film'i kurdu. Bu film şirketi, yapımcılığını Fatma Girik ve Kemal Sunal'ın yaptığı "Yüz Numaralı Adam" filmiyle ilk filmini o yıl çekti. Bu filmin senaryosu ve yönetmenliği Osman Fahir Seden'e aittir. Reklamların yanıltıcı yönünü ele alan bu film, Kemal Sunal'ın sinema yaşamı için önemli bir noktadır; zira Meral Zeren'den sonra bu filmde Sunal'a bu kez Oya Aydoğan eşlik etti. Aynı yıl Atıf Yılmaz ile Müjdat Gezen eseri olan, Sunal'ın bir şekerleme firmasında odacı olarak çalışan ve kurtuluşunu gazetelerin verdiği lotarya kuponlarına bağlayan "Adem" karakterini oynadığı "Köşeyi Dönen Adam" ve senaristi ve yönetmeni Osman Fahir Seden olan "İyi Aile Çocuğu" çekildi. "İyi Aile Çocuğu" filminde Sunal'a bu kez Harika Avcı eşlik etti. Sonrasında yine Can Film yapımı olan "İnek Şaban" filmi çekildi. Sunal bu filmde manav çırağı olan, ancak bir yanlış anlaşılma sonucu kaleci olarak maçlara çıkartılan "Şaban" rolünü oynadı. Akabinde Natuk Baytan'ın yönetmenliğini yaptığı, Kemal Sunal'ın Ayşen Gruda ile başrolü paylaştığı "Avanak Apti" çekildi. Bu filmde de afiş asmakta olan birisini canlandırdı. 1978'in son filmi, aynı zamanda dönemin büyük ses getiren filmi olan "Kibar Feyzo" idi. "Kibar Feyzo", yapımcılığını Ertem Eğilmez'in yaptığı, yönetmen koltuğunda Atıf Yılmaz'ın oturduğu, senaryosunu da İhsan Yüce'nin yazdığı politik ve alegorik bir filmdir. Film, köyde sevdiği kadınla evlenmek isteyen, Kemal Sunal'ın canlandırdığı Feyzo'nun başlık parası toplamak isterken yaşadıklarını ve ağalık düzenine karşı olan duruşunu anlatmaktadır. Arzu Film'e ait olan bu film, politik duruşu sebebiyle birçok sahnesinde sansüre uğramış ve Türkiye'de 10 yıl boyunca yasaklı kalmış olsa da, Türk sinema tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu filmde Kemal Sunal'a Şener Şen'in yanı sıra Müjde Ar, İlyas Salman, Adile Naşit, İhsan Yüce, Erdal Özyağcılar gibi birçok isim eşlik etti. Çekimleri ise Hatay'ın Reyhanlı ilçesinin Harran Mahallesi'nde gerçekleştirildi. Türkiye'deki ağalık düzenine kara mizah çerçevesinde yaklaşarak toplumcu gerçekçi bir nitelik taşıyan film, sınıfsal çatışmayı merkeze alması ve komünizm karşıtı önlemleri ve faşizmi yermesiyle kült filmler arasında yer aldı. Töre, geçim derdi, ağalık gibi kavramlar filmde sıkça işlenmiştir. 1979 yılında Sunal beş filmde rol aldı. Önce bir Kartal Tibet filmi olan "Umudumuz Şaban", ardından yine Kartal Tibet yönetmenliğinde, ancak bu sefer İhsan Yüce'nin kaleminden çıkma "Şark Bülbülü" filmleri çekildi. "Umudumuz Şaban" filminde, yer eden toplumsal yaralar, güldürü unsuru içerisinde izleyiciye aktarıldı. "Şark Bülbülü"'nde ise Sunal, köyünden İstanbul'a başlık parası kazanma amacıyla gidip şans eseri çok ünlü bir şarkıcı olan "Şaban" karakterini canlandırdı. Filmde kısa sürede şöhret olan ünlülere ve sahte din adamlarına göndermeler vardır. Sonra, bir Natuk Baytan filmi olan "Korkusuz Korkak" ve Osman Fahir Seden'in yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı "Dokunmayın Şabanıma" ve "Bekçiler Kralı" filmleri çekildi. Sunal, "Dokunmayın Şabanıma" ve "Bekçiler Kralı" filmlerinin yapımcılığını Fatma Girik ile birlikte üstlendi. İki yapımcı bu filmleri kendi film şirketleri olan Can Film'e değil, başka bir şirket olan Uğur Film'e yaptırdılar. "Dokunmayın Şabanıma" filminde kendisine Ahu Tuğba, "Bekçiler Kralı" filminde ise Semra Türel eşlik etti. 1980'li yıllar. 1980 yılında Kemal Sunal'ın oynadığı dört filmin üçü bir romandan uyarlanmıştı. Bunlar; "Zübük", "Gol Kralı" ve "Devlet Kuşu" idi. Sunal bu filmlerde Kartal Tibet ("Zübük", "Gol Kralı") ve Memduh Ün ("Devlet Kuşu") ile çalıştı. "Zübük" filmi politik eleştirilere sahiptir ve Sunal, "İbrahim Zübükzade" karakteriyle akıllarda yer etmiştir. 1980 askerî darbesiyle birlikte o dönem çekilen filmlerin büyük çoğunluğu sansüre uğramış, önemli oyuncuların bazıları da yurt dışına çıkmıştır. Sunal, zaman zaman politik filmlerde rol alsa da, kutuplaşmalardan her zaman uzak kalmıştır. O yıl ayrıca yönetmenliğini Natuk Baytan'ın yaptığı "Gerzek Şaban" çekildi. Kemal Sunal bu filmde, birbirine benzeyen iki kişiyi –ünlü bir mafya babası olan Seyfi'yi ve filmlerde figüranlık yapan, saf bir delikanlı olan Osman'ı– canlandırdı. 1981–1985 yılları arasında birçok "Şaban" filmi çekildi. Bu filmler Sunal sineması adına kaliteden yoksun olsalar da, izleyiciyi güldürmeyi başarmış yapımlar olarak tarihe geçmişlerdir. 1981 yılında "Üç Kağıtçı" filminde Natuk Baytan, "Kanlı Nigâr" filminde Memduh Ün ve "Davaro" filminde yeniden Kartal Tibet ile çalışan sanatçı, üç filmde rol aldı. "Davaro" filminde Sunal'a Pembe Mutlu, Şener Şen ve Adile Naşit eşlik etti. Ayrıca bu film, Kemal Sunal ve Şener Şen'in birlikte oynadıkları son filmdir. "Davaro", töre ve kan davası üzerine kurgulanmış, Kemal Sunal'ın "Memo" rolünü oynadığı bir yapıttır. 1982 yılında iki filmde rol alan Sunal'ın bu filmleri, Natuk Baytan yönetmenliğindeki "Yedi Bela Hüsnü" ve Kartal Tibet yönetmenliğindeki "Doktor Civanım"'dır. "Yedi Bela Hüsnü" filminde Sunal ile birlikte Oya Aydoğan, Şevket Altuğ, Ali Şen gibi oyuncular rol aldı. "Doktor Civanım" filminde ise Sunal'a Bahar Öztan ve Yadigar Ejder eşlik etti. Bu film, yıllardır bir hastanede hademelik yapmış ve doktorlardan birkaç ilaç öğrenmiş olan "Kemal" karakterinin hem annesini üzmemek hem de köyün cahil halkının sağlığını korumak için annesine doktor olduğunu söylemesini ve köyde sahte doktorluk yapmasını anlatmaktadır. 1983 yılında "Tokatçı" (Natuk Baytan), "Kılıbık" (Uğur İnan), "En Büyük Şaban" (Kartal Tibet) ve "Çarıklı Milyoner" (Kartal Tibet) filmlerinde rol aldı. "Kılıbık" filminde kendisine Nevra Serezli, "Çarıklı Milyoner" filminde ise Necla Nazır eşlik etti. Ayrıca "Çarıklı Milyoner" filminin senaryosunu İhsan Yüce ile birlikte yazdı. 1983'te olduğu gibi, 1984 ve 1985'te de ağırlıklı olarak Kartal Tibet ile çalışan sanatçı, bu dönemde birçok "Şaban" filminde rol aldı. 1984'te "Şabaniye" (Kartal Tibet), "Postacı" (Memduh Ün), "Ortadirek Şaban" (Kartal Tibet) ve "Atla Gel Şaban" (Natuk Baytan) filmlerini çekti. "Postacı" filminde Sunal'a Fatma Girik eşlik etti. "Şabaniye" filminde, beceriksizliği ve saf hâliyle dikkatleri çekse de kan davası yüzünden kadın rolüne girmek zorunda kalan bir rolü oynadı. Nevra Serezli ve Dinçer Çekmez ile başrolü paylaştığı ve senaryosunu Aydemir Akbaş'ın kaleme aldığı "Atla Gel Şaban" filminde ise, filmin adında geçen "Şaban" ismi aslında karakterler arasında yoktur. Kemal Sunal bu filmde "Niyazi" adlı karakteri oynamıştır. Sanatçı bu durumu şöyle anlatmaktadır: 1985 yılında sanatçı toplam altı filmde rol aldı. Bunlar; "Sosyete Şaban", "Şendul Şaban", "Şaban Pabucu Yarım", "Keriz", "Katma Değer Şaban" ve "Gurbetçi Şaban" idi. Bu filmlerin tamamında rejisör Kartal Tibet'ti. Sunal, "Sosyete Şaban" filminin senaryosunu Kartal Tibet ve İhsan Yüce ile birlikte yazdı. Bu dönem Kemal Sunal; Perihan Savaş, Nevra Serezli ve Müge Akyamaç gibi sanatçılarla birlikte çalıştı. 1985 ayrıca "Şaban" filmlerinin sonuncusu olan "Gurbetçi Şaban" filminin çekildiği yıldı. "Gurbetçi Şaban" filminde, Almanya yolcusu iken otobüste tanıştığı bir kıza âşık olan bir Şaban'ı canlandırdı. Bu filmden ve tarihten sonra Kemal Sunal sinemasında artık "Şaban" rolü olmayacaktı. Böylece Kemal Sunal'ın sinema hayatı adına bundan böyle bambaşka bir sayfa açılmış oldu. 1986 yılında Sunal, "Yoksul" ve "Davacı" filmlerinde Zeki Ökten ile, "Tarzan Rıfkı" filminde Natuk Baytan ile, "Garip" filminde Memduh Ün ile, "Deli Deli Küpeli" filminde ise Kartal Tibet ile çalıştı. "Yoksul" filmi duru anlatımıyla öne çıkarken; "Davacı" ve "Deli Deli Küpeli" filmleri "siyasi taşlama" olarak, "Garip" filmi ise dram yönüyle ön plana çıkmaktadır. Kemal Sunal bu dönem, halkın içinden hikâyelerle izleyici karşısına çıktı. 1987 yılında üç filmde rol alan sanatçının bu filmleri "Yakışıklı", "Kiracı" (Orhan Aksoy) ve "Japon İşi" (Kartal Tibet) idi. "Yakışıklı" filminde Sunal'a Ayşegül Uygurer, "Kiracı" filminde Füsun Demirel, "Japon İşi" filminde ise Fatma Girik ile Sümer Tilmaç eşlik etti. "Kiracı" filminde, o dönemin konut sorununa göndermeler bulunmaktadır. 1988 senesi, Kemal Sunal'ın sinema kariyeri için önemli filmlerin çekildiği bir yıl oldu ve Sunal'a yeni bir ödül getirdi. "Uyanık Gazeteci", "Sevimli Hırsız", "İnatçı", "Öğretmen" (Kartal Tibet), "Polizei" (Şerif Gören), "Düttürü Dünya" (Zeki Ökten) ve "Bıçkın" (Orhan Aksoy), bu dönemde rol aldığı filmlerdi. "Polizei", "Öğretmen" ve "Düttürü Dünya" filmleri diğer filmlerden ayrılmaktadır. "Polizei" filminde gurbetçi halkın yaşadığı sıkıntılara, "Öğretmen" filminde ise geçim sıkıntısı, ulaşım ve konut problemleri gibi sorunlara değinilmiş ve "Düttürü Dünya" filminde küçük insanların büyük hayallerine yer verilmiştir. "Düttürü Dünya" filminde Sunal, Ankara'da geceleri pavyonda klarnet çalarak hayatını kazanan "Mehmet" rolünü canlandırdı ve bu filmde kendisine Jale Aylanç ve Cezmi Baskın eşlik etti. Umur Bugay'ın kaleminden çıkan, Zeki Ökten'in yönetmenliğini yaptığı bu film, 1989 Ankara Uluslararası Film Festivali'nde Kemal Sunal'a "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"nü kazandırdı. Sunal, bir önceki büyük ödülü olan Altın Portakal Ödülü'nü de yine senaryosunu Umur Bugay'ın yazdığı ve yine Zeki Ökten'in yönettiği "Kapıcılar Kralı" ile almıştı. 1989 yılında Kemal Sunal, üç filmde yer aldı. Bunlar; "Zehir Hafiye" (Orhan Aksoy), "Talih Kuşu" ve "Gülen Adam" (Kartal Tibet) idi. Son yılları (1990–2000). 1990 yılında Sunal üç filmde rol aldı. Bunlar; "Koltuk Belası" (Kartal Tibet), "Abuk Sabuk 1 Film" (Şerif Gören) ve "Boynu Bükük Küheylan" (Erdoğan Tokatlı) idi. 1991 yılında "Varyemez" isimli tek bir filmde rol aldı ve filmin yönetmeni Orhan Aksoy'du. Bu tarihten itibaren Sunal, tam sekiz yıl boyunca sinemadan uzak kaldı ve bu sırada televizyon dizilerine yöneldi. 1992–1997 yılları arasında bazı dizilerde rol aldı. Bu diziler düşük bütçeli olup dönemin çeşitli kanallarında gösterildi. Bu diziler; 1992'de "Saygılar Bizden", 1993'te "Şaban Askerde", 1994'te "Bay Kamber" ve son olarak 1997'de "Şaban ile Şirin" dizileridir. Sanatçı sık sık, dizilerin çok çabuk çekildiğinden ve senaryoların çabucak oluşturulduğundan, dizilerin sanatçıların yeteneklerini körelttiğini söylemiştir. Takvimler 1999 senesini gösterdiğinde Kemal Sunal artık 55 yaşına girmiş ve saçları, bıyıkları ve sakalları iyice ağarmıştı. Bu yıl Sunal, "Propaganda" isimli tek bir filmde oynadı. Bu film aynı zamanda sanatçının sinema hayatında rol aldığı son filmdi. Bu filmde Metin Akpınar'ın yanında Meltem Cumbul, Rafet El Roman, Meral Orhonsay ve oğlu Ali Sunal ile birlikte oynadı. "Propaganda", Kemal Sunal'ın oğlu Ali Sunal ile birlikte oynadığı ilk ve tek film olarak anılara kazındı. Filmin çekimleri Aksaray'ın Yalman köyünde yapıldı. Yönetmenliğini ve senaristliğini Sinan Çetin'in üstlendiği "Propaganda", Kemal Sunal'ın sinema kariyerinde yeri bambaşka olan bir yapımdır. Zira sanatçı, "Gümrük Memuru Mehdi" rolünü tıpkı diğer tüm mesleki rollerinde olduğu gibi benimsemiş ve izleyici karşısına dram yönü ağır basan bir Kemal Sunal koymuştu. 2000 yılında Kemal Sunal, yönetmenliğini Ali Özgentürk'ün yapacağı "Balalayka" filminde "Necati" karakterini oynamayı kabul etti. Bunun için de Sunal'ın, filmin çekimlerine katılması için Trabzon'a gitmesi gerekiyordu. Ancak 3 Temmuz 2000 tarihinde, film çekimlerine başlamak için Trabzon'a gitmek üzere bindiği uçakta kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Kemal Sunal'ın ölümünün ardından "Balalayka" filminin başrolünü Uğur Yücel oynadı. Ölümü. Sunal, kişisel yaşamı ve kariyeri boyunca yaptığı yolculuklarda daima kara taşıtlarını tercih etmiş, uçak ve deniz taşıtlarından korktuğunu dile getirmiştir. Çeşitli festivallere, ödül törenlerine kara taşıtıyla yetişemeyen sanatçının uçak fobisi, yaşamı boyunca yenemediği bir korkusu olarak kalmıştır. 3 Temmuz 2000 tarihinde, Balalayka isimli filmin çekimleri için bindiği Trabzon uçağında geçirdiği kalp krizi sonucu 55 yaşında öldü. Ölümüne bir dizi ihmaller zincirinin neden olduğu düşünülmektedir. Zeki Alasya, Sunal'ın ölümüyle ilgili görüşünü şöyle dile getirmiştir: "Kimseleri filmin çekileceği yere otobüsle gitmek sıkıntısında bırakmamak için kendini zorlayarak bindi o uçağa, imkânı yok binmez." Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin haberine göre, uçaktaki personel ilk yardım konusunda bilgisizdi ve çağrılan ambulansta doktor yoktu. "International Hospital" hastanesine kaldırılan sanatçının doktoru, Sunal'ın kalp rahatsızlığı olduğunu dile getirmiş ve kalp ilaçları kullandığını açıklamıştır. NTV'nin haberine göre, Kemal Sunal'la aynı uçakta bulunan DSP İstanbul milletvekili Erol Al, sanatçının ölümünde ağır ihmal ve tedbirsizlik olduğunu belirtmiştir. Uçağın kabin ekibi, sanatçıya tıbbi müdahalede bulunamadıklarını belirterek, "bunun için eğitimimiz yok, yalnızca rahatlatmaya çalıştık" açıklamasını yapmıştır. Sağlık ekiplerinin uçağa 12 dakikada ulaşması ve sanatçının 35 dakika sonra uçaktan indirilip hastaneye götürülmesi gibi konularda DHMİ ve Medline çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamaların ve havalimanındaki sağlık tedbirlerinin yetersiz olduğu düşünülmektedir. Sanatçı için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenmiştir. Bu tören, sanatçının naaşının 08.30'da sahneye getirilmesiyle başlamış, ailenin yerini almasıyla birlikte 09.45'te büyük salonda büyük ekranda sanatçının filmlerinden bölümler gösterilmiş, sanatçı dostları ve sevenleri naaşının başında saygı duruşunda bulunmuştur. AKM'den polis bandosuyla Teşvikiye Camii'ne götürülmek için çıkarılan Sunal'ın naaşına, gümrük muhafaza memurları da eşlik etmiştir. 1999'da çekilen Propaganda filminde "Gümrük Muhafaza Memuru Mehdi" karakterini canlandıran Sunal'ın oğlu ile filmde çekilmiş bir fotoğrafını İstanbul Gümrük Muhafaza Başmüdürlüğünden altı memur taşımıştır. Taksim'den Teşvikiye Camii'ne kadar kortej oluşturan sevenleri, yoğun ilgi sebebiyle camiye ulaşmakta zorlanmıştır. Öğle namazının akabinde kılınan cenaze namazında, yoğun ilgi sebebiyle polis güvenlik önlemi almış, gümrük muhafaza memurları tabutun başında saygı nöbeti tutmuştur. Cenaze namazının ardından eller üzerinde Rumeli caddesine kadar taşınan sanatçının naaşı, buradan sonra araca konulmuş ve Zincirlikuyu Mezarlığı'na doğru yola çıkmıştır. Ölümünden sonra. Ölümünün ardından anısını yaşatmak için çeşitli kurum ve yerleşkelere adı verilmiştir. 11 Kasım 2014 tarihinde Google, Türkçe arama motorunda Kemal Sunal'ın doğum günü sebebi ile özel doodle hazırlayarak yayınlamıştır. 3 Temmuz 2015 tarihinde İETT, vefa durakları kapsamında Kemal Sunal ismini taşıyan durağı düzenlemiştir. Kişisel hayatı. Kemal Sunal, Devekuşu Kabare'nin 1972-1973 mevsiminde Ankara turnesi sırasında tanıştığı Gül Sunal ile 1975 yılı Nisan ayında Beyoğlu Evlendirme Dairesi'nde evlendi. Bu evlilikten Ali ve Ezo isimlerini verdikleri iki çocukları oldu. Sanatçı kendi profilinin, oynadığı karakterlere göre farklı olduğunu şu sözlerle belirtmektedir: "Ben özel hayatımda çok az konuşan, çok soğuk bir adamım" "aynı zamanda iş ve ev yaşamında titizim" sözleriyle dile getirmiştir. Eşi tarafından yazılan anı kitabında, ev halkına sanatçı olduğunun ağırlığını hiç hissettirmemiş, eşinin tanımına göre "aile babası" profilini hiçbir zaman bozmamıştır. Akşam yemeklerine daima vaktinde yetişen, aile ilişkilerine önem veren ve bu düsturda çocukları ile çok iyi arkadaş olan, iş, aile ve komşuluk ilişkilerinde daima sohbeti aranan, herkes tarafından sevilen sanatçı; filmlerinin aksine, çok fazla gülmeyen ve sululuktan hoşlanmayan bir yapıya sahiptir. Dinlemeyi anlatmaya tercih eden sanatçı, kendi iç dünyasında da duygusal bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda çok da iyi bir arşivci olan sanatçı, kendisi ve ailesiyle ilgili belge, fotoğraf, anı yazısı, kendisine gelen mektuplar gibi manevi değeri olan eşyaları, büyük bir titizlikle ve düzenle saklamış, çocuklarının çizdiği resimlere kadar her şeyi titizlikle ve özenle saklamıştır. Renkli kıyafetler giymeyi seven sanatçının, kıyafet alışverişlerini çoğu zaman eşi yapmıştır. Kendisine gelen mektupların hepsini okuyan sanatçı, yine aynı özenle bu mektuplara cevaplar vermiş ve bizzat postaneye götürüp gönderimlerini yapmıştır. Kemal Sunal, hem yüzünün fizik yapısı hem de mimik ve jestleriyle Fransız komedyen ve şarkıcı Fernandel'e benzetilmektedir. Fernandel 1930'lu yıllardan 1960'lı yıllara kadar tıpkı onun gibi sayısız komedi filmi çevirmiştir. Kendisiyle yapılan bir röportajda Sunal, kendisi için 'at suratlı' gibi benzetmeler bile yapıldığını, ama en çok Zeki Müren'in kendisini 'Fernandel'le Jean-Paul Belmondo karışımı' diye tanımlamasının hoşuna gittiğini belirtmiştir. Vefa Lisesindeki felsefe hocası Belkıs Balkır'ın sanatçıyı Müşfik Kenter ile tanıştırmasının, Kemal Sunal'ın kariyerinde önemli yeri vardır. Ekran kişiliği ve mirası. Sunal'ın oynadığı filmlerdeki karakterlerinin genel özelliği haksızlıkların karşısında duran, iyiliği ve saflığı yüzünden başına sürekli iş açılan, zekâsıyla kötülerle mücadele eden ve insanlara doğru yolu gösterip daima "gülen" adamdır. Kendisini "çok az konuşan, çok soğuk bir adamım" diyerek tanımlayan Sunal'ın sinema izleyicileri tarafından benimsenmesi ve sevilmesinin en büyük sebeplerinden birisi, filmlerin çekildiği dönemlerde yaşanan sosyolojik-sosyoekonomik ve siyasi gelişmelerin filmlerinde yer almasıdır. Zamlar, insanları dolandıran kişiler, geçim sıkıntısı, işsizlik, göç ve töre gibi konuların sinemasında işlenmiş olması, filmlerine birçok anlam daha kazandırmaktadır. Bunlar, güldürü içerisinde sosyal mesajlar vermek ve bazı konuları mizahi dille eleştirmektir. Sunal, güldürü filmlerinin yanı sıra dram filmlerinde yer almış, ancak oynadığı tüm filmlerde "halkın içinden", "içimizden biri" imajını korudu. Aynı zamanda öğretmenden bekçiye, kapıcılıktan çöpçüye kadar birçok karakteri oynayarak beğeni kazandı. İETT Durağı. Sanatçının ölümünün 15. yılı sebebiyle İETT, aynı ismi taşıyan durağı "vefa durakları" kapsamında düzenlemiştir. Durak, Sunal'ın rol aldığı filmler ve sanatçının fotoğraflarıyla kaplanmıştır. Vakıfbank Kemal Sunal Sanat Merkezi. İstanbul ilinin Beyoğlu ilçesinde kurulmuş Özel Sektöre Bağlı Kültür Merkezi olan Vakıfbank Sanat Merkezi Kemal Sunal'ın ismini taşımaktadır. Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülü. Mezun olduğu Vefa Lisesinde Kemal Sunal anısına bir anket düzenlenmiş ve anket sonucunda başarılı ve sevilen sanatçılara "Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülü" verilmesi kararlaştırılmıştır. Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16408", "len_data": 34299, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.34 }
Hemera (Yunanca: Ημέρα), Yunan mitolojisinde, gündüzün kişileştirilmiş halidir. Hesiodos'a göre, Erebos (Karanlık) ve Niks'in (Gece) kızı ve Aether'in kız kardeşidir. Farklı varlıklar olsalar da, Hesiodos'un Theogonia'sında Hemera ve Eos (Şafak) birbirleriyle özdeşleşmişlerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16409", "len_data": 278, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.93 }
Rasyonel sayılar, iki tam sayı arasındaki oranı temsil eden, bir pay ve sıfırdan farklı bir payda olmak üzere, bir bölme işlemi veya kesir formunda ifade edilebilen sayıları tanımlar. Örneğin, rasyonel bir sayı olarak kabul edilir, bu kapsamda her tam sayı da (mesela, gibi) rasyonel sayılar kategorisindedir. Rasyonel sayılar kümesi, çoğunlukla kalın harf biçimindeki Q veya karatahta vurgusu kullanılarak formula_1 şeklinde ifade edilir. Rasyonel sayı, reel sayılar kümesine ait bir sayıdır. Bu sayılar, ondalık açılımlarının sonlu sayıda rakam içermesiyle karakterize edilir ve bu açılım ya bir noktadan sonra sonlanır (örneğin: ) ya da belirli bir dizinin rakamlarının sürekli olarak tekrar edilmesiyle devam eder (örneğin: ). Bu özellik, yalnızca on tabanlı sistemde geçerli olmayıp, ikili, on altılı gibi diğer tüm tam sayı taban sistemlerinde de geçerlidir. Rasyonel olmayan bir reel sayı, irrasyonel olarak tanımlanır. Bu kapsamda irrasyonel sayılara örnek olarak Karekök 2 (), π, e ve altın oran () gösterilebilir. Rasyonel sayılar kümesinin sayılabilir bir yapıda olması ve reel sayılar kümesinin ise sayılamaz bir yapıya sahip olması sebebiyle, reel sayıların büyük çoğunluğu irrasyoneldir. Rasyonel sayılar, belirli tam sayı çiftleri olan için, koşulu altında, eşdeğerlik sınıfı olarak formel bir şekilde ifade edilebilir. Bu çerçevede, eşdeğerlik ilişkisi şu şekilde tanımlanır: Bu bağlamda, kesri, belirtilen ("p, q") çiftinin eşdeğerlik sınıfını temsil eder. Rasyonel sayılar tam sayıların bir genişlemesidir. formula_1 kümesi genelde şöyle tanımlanır: formula_4(a ve b tam sayı ve b sıfır olmamak üzere a/b şeklindeki sayılara rasyonel sayı denir) formula_5 ve formula_6 veya formula_7 eşdeğer rasyonel sayılardır. Dolayısıyla her rasyonel sayı sonsuz şekilde ifade edilebilir. Rasyonel sayıların en basit biçimi formula_8 ve formula_9 tam sayılarının ortak bölen'inin olmadığı formula_10 ifadesidir. Her tam sayı rasyonel sayıdır. Çünkü formula_11 veya formula_12 veya formula_13 şeklinde yani rasyonel sayı tanımına uygun biçimde yazılabilirler. Rasyonel sayılar kümesi formula_1, tam sayılar kümesi formula_15'yi kapsar. Yani formula_16. Daha ince bir tanımı ise tam sayılar üzerinden tanımlanacak bir denklik bağıntısıyla yapılabilir. Böylece her denklik sınıfı bir rasyonel sayı olarak anılır. formula_17 kümesinden seçilmiş keyfi "(a,b)" ve "(c,d)" ögeleri için "~" bağıntısı formula_18 olarak tanımlansın. Bunun bir denklik bağıntısı olduğu kolaylıkla kanıtlanabilir. Bu durumda, denklik sınıfları formula_19 olurlar. Rasyonel sayı ise basitçe formula_20 şeklinde tanımlanır. Tanımda paydanın sıfır olmama şartı formula_21 ifadesinin tanımlanmamış olmasındandır. Bir sayının sıfıra bölümü tanımsızdır. Sıfırdan büyük olan rasyonel sayılara "pozitif rasyonel sayılar", sıfırdan küçük rasyonel sayılar da "negatif rasyonel sayılar" denir. Pozitif rasyonel sayılar kümesi formula_22ile, negatif rasyonel sayılar kümesi formula_23ile gösterilir. Yandaki şekilde, bir yuvarlak pasta 4 eş parçaya bölünmüş ve bu 4 eş parçalardan her birisi formula_24 olarak görülmektedir. Ancak bir parça alınmış olduğundan kalan eksikdir. Geriye kalan, dört eşit parçaya bölünmüş bütünün üç tane parçası (yani 3'te 4 oranı) veya (kesiri)dir. Bu formula_25 ifadesi şeklinde gösterilir. Burada ifadede kesir çizgisinin üstündeki değere (yani 3'e) pay, kesir çizgisinin altındaki değere (yani 4'e) payda denir. Bu kesir, “üç bölü dört” ya da “dörtte üç” diye okunur. Rasyonel sayılar, toplama ve çarpma işlemleri ile birleştirildiğinde, tam sayıları barındıran ve aynı zamanda tam sayılar içeren herhangi bir matematiksel cismin (İng. "field") bir parçası olan bir cismi meydana getirir. Bu bağlamda, rasyonel sayılar cismi bir asal cisim niteliğindedir ve bir cismin sıfır karakteristiğe sahip olması, yalnızca o cismin rasyonel sayıları bir alt cisim olarak barındırması ile mümkündür. 'nun sonlu genişlemeleri cebirsel sayı cisimleri olarak isimlendirilir ve 'nun cebirsel kapanışı, cebirsel sayılar cismidir. Matematiksel analiz çerçevesinde, rasyonel sayılar, reel sayılar içerisinde yoğun bir alt küme teşkil eder. Reel sayıların tanımlanması, rasyonel sayılar baz alınarak, Cauchy dizileri, Dedekind kesitleri veya sonsuz ondalık sayılar kullanılarak gerçekleştirilebilir. Terminoloji. "Rasyonel" terimi, kümesine yapılan atıflarda, bir rasyonel sayının iki tam sayının oranını temsil etmesi gerçeğine işaret eder. Matematik alanında "rasyonel", sıklıkla "rasyonel sayı" teriminin kısaltması olarak kullanılmaktadır. "Rasyonel" sıfatı, zaman zaman katsayıların rasyonel sayılar olduğunu ifade eder. Mesela, rasyonel koordinatlara sahip bir nokta rasyonel nokta olarak adlandırılır; rasyonel sayılardan oluşan bir matrise "rasyonel matris" denir; rasyonel katsayılara sahip bir polinoma "rasyonel polinom" denilebilir, ancak "rasyoneller üzerinde bir polinom" ifadesi, "rasyonel ifade" ile "rasyonel fonksiyon" arasındaki muhtemel karışıklıkları engellemek amacıyla genellikle tercih edilir. Bununla birlikte, "rasyonel eğri", rasyoneller üzerinde tanımlanmış bir eğri anlamına gelmez; bunun yerine rasyonel fonksiyonlarla parametrize edilebilen bir eğriyi ifade eder. Etimoloji. Günümüzdeki "rasyonel sayılar", "rasyo" ("oran") kavramları ile ilişkilendirilse de, "rasyonel" sözcüğü, "rasyo" teriminin bir türevi olmayıp, tam tersine, "rasyo" sözcüğü "rasyonel"den kaynaklanmaktadır. "Rasyo" (İng. "ratio") teriminin çağdaş anlamda ilk kez kullanıldığı dönem İngilizcede yaklaşık olarak 1660 yılına dayanırken, "rasyonel" ifadesinin sayıları tanımlama amacıyla kullanımı bu tarihten yaklaşık bir yüzyıl önce, 1570 yılında meydana gelmiştir. "Rasyonel" teriminin bu özel anlamı, "irrasyonel" teriminin matematiksel bağlamda ilk kullanımından, yani 1551 yılından türemiş olup, Öklit'in eserlerinin çevirilerinde özgün kullanımını izleyerek () kullanılmıştır. Bu alışılmadık tarihi olgular zinciri, antik Yunan matematikçilerinin, kendilerini "irrasyonel" olarak nitelendirilen uzunlukları sayı olarak kabul etmekten çekinerek, böylece sapkınlıktan uzak durmayı tercih etmelerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, bu tür uzunluklar, konuşulmaması gereken, yani Yunancada () ifade edilen "mantıksız" anlamına gelen "irrasyonel" kelimesi ile tanımlanmıştır. Aritmetik. formula_26 olmak üzere: İndirgenemez kesir. Her bir rasyonel sayı, şeklinde, ve aralarında asal tam sayılar olmak üzere ve koşuluyla, indirgenemez kesir olarak eşsiz bir biçimde gösterilebilir. Bu durum, genellikle rasyonel sayının kanonik formu olarak isimlendirilir. Bir rasyonel sayının başlangıç noktasından kanonik formuna ulaşılması, ve 'yi onların en büyük ortak bölenine bölerek ve eğer ise, elde edilen pay ve paydanın işaretinin değiştirilmesi işlemiyle mümkün olmaktadır. Tam sayı ifadelendirme. Her bir tam sayı , rasyonel bir sayı biçiminde olarak gösterilebilir ki bu, rasyonel sayılar bağlamında onun kanonik formunu temsil eder. Eşitlik ilkesi. Her iki kesir de kanonik forma sahip olduğunda: İki rasyonel sayının eşitliği, o sayıların pay ve paydalarının rasyonel olmasıyla anlaşılır. formula_32 olmak üzere formula_33 ve formula_34 iki rasyonel sayı ise bu iki sayı ancak formula_35 olduğunda eşittir. Bu koşul, yukarıdaki tanımdan çıkartılabilir. İki rasyonel sayı aynı denklik sınıfındaysa birbirine eşittir, Denklik bağıntısı da zaten formula_35 koşulunu içermekteydi. Sıralama. Eğer her iki paydanın da pozitif olduğu durumlar (özellikle her iki kesirin kanonik formda olduğu durumlar) göz önüne alınırsa: Diğer yandan, paydalardan biri negatifse, negatif paydaya sahip her kesirin önce pozitif bir paydaya sahip eşdeğer bir forma dönüştürülmesi gerekir-bunun için hem payının hem de paydasının işaretinin değiştirilmesi gerekir. Toplama. İki kesrin toplanması şu şekilde gerçekleştirilir:formula_45 Eğer her iki kesir de kanonik formdaysa, sonuç ancak ve ancak aralarında asal tam sayılar olması durumunda kanonik formda olacaktır. Çıkarma. Eğer her iki kesir de kanonik formdaysa, sonuç ancak ve ancak aralarında asal tam sayılar ise kanonik formdadır. Çarpma. Çarpma kuralı şu şekildedir: burada sonuç, her iki orijinal kesir de kanonik formda olsa bile, bir indirgenebilir kesir olabilir. Tersi. Herhangi bir rasyonel sayı , sıklıkla "tersi" olarak ifade edilen bir toplamın tersine sahiptir, kanonik formda ise, onun karşıtının da kanonik formda olması aynı şekilde geçerlidir. Sıfırdan farklı bir rasyonel sayı , "tersi" olarak da adlandırılan bir çarpımın tersine sahiptir, kanonik formda bulunuyorsa, onun tersinin kanonik formu, değerinin işaretine göre ya ya da şeklinde olur. Bölme. Eğer sıfırdan farklıysa, bölme kuralı şu şekildedir: Böylece, 'yi ile bölmek, 'yi 'nin tersi ile çarpmakla eşdeğerdir: Tam sayı kuvvetine üs alma. negatif olmayan bir tam sayı olduğunda, Sonuç, için aynı şekilde kanonik formda bulunuyorsa, kanonik formdadır. Belirli bir durum olarak, Eğer , o zaman Eğer kanonik formdaysa, sonucun kanonik formu veya çift ise olacaktır. Aksi takdirde, sonucun kanonik formu olur. Sürekli kesir gösterimi. Bir sonlu sürekli kesir ifadesi, aşağıdaki formda gösterilebilir: bu ifadede, tam sayıları temsil eder. Herhangi bir rasyonel sayı , katsayıları , çifti üzerine Öklid algoritması uygulanarak elde edilebilen bir sonlu sürekli kesir olarak gösterilebilir. Diğer gösterimler. aynı rasyonel değeri temsil etmenin farklı yollarıdır. Tanım. Rasyonel sayılar, tam sayıların sıralı çiftlerine dayanan denklik sınıfları biçiminde kurulabilir. Daha kesin bir ifadeyle, kümesi, olacak şekilde tam sayıların çiftlerinin kümesi olarak alınsın. Bu küme üzerinde bir denklik bağıntısı Toplama ve çarpma işlemleri aşağıdaki kurallarla tanımlanabilir: Bu denklik ilişkisi, daha önce tanımlanmış toplama ve çarpma işlemleriyle uyumlu bir kongrüans ilişkisi olarak işlev görür; böylece rasyonel sayılar kümesi , bu denklik ilişkisine göre tanımlanan bölüm kümesi, formunda, söz konusu işlemler aracılığıyla türetilmiş toplama ve çarpma işlemleriyle zenginleştirilmiştir. (Bu yapı, herhangi bir tam bölge kullanılarak oluşturulabilir ve söz konusu bölgenin kesirler cismini meydana getirir.) Bir çiftinin denklik sınıfı, şeklinde ifade edilir. ve çiftleri, ancak ve ancak eğer ise aynı denklik sınıfına dahildir (yani eşdeğerdirler). Bu durum, ancak ve ancak Her denklik sınıfı , sonsuz sayıda çift tarafından temsil edilebilir, çünkü Her denklık sınıfı, benzersiz bir "kanonik temsilci elemanı" içerir. Kanonik temsilci, denklik sınıfındaki benzersiz çiftidir öyle ki ve aralarında asaldır ve . Bu, rasyonel sayının en düşük terimlerle temsili olarak adlandırılır. Tam sayılar, tam sayı 'yi rasyonel sayı ile özdeşleştirerek rasyonel sayılar olarak düşünülebilir. Rasyonel sayılar üzerinde, tam sayıların doğal sıralamasını genişleten bir tam sıralama tanımlanabilir. Buna göre Eğer Özellikler. Yukarıda gösterilen toplama ve çarpma işlemleriyle birlikte, tüm rasyonel sayıların kümesi , bir alan oluşturur. , özdeşlik dışında hiçbir "alan otomorfizmi"ne sahip değildir. (Bir alan otomorfizmi 0 ve 1'i sabit tutmalıdır; iki sabit elemanın toplamını ve farkını sabit tutmak zorunda olduğundan, her tam sayıyı sabit tutmalıdır; iki sabit elemanın bölümünü sabit tutmak zorunda olduğundan, her rasyonel sayıyı sabit tutmalı ve dolayısıyla özdeş olmalıdır.) , kendisi dışında alt alanı olmayan bir asal alandır. Rasyoneller, sıfır karakteristiğe sahip en küçük alandır. Sıfır karakteristiğe sahip her alan, ile izomorfik benzersiz bir alt alana sahiptir. Yukarıda tanımlanan sırayla, , kendisi dışında alt alanı olmayan bir sıralı alandır ve her sıralı alanın, ile izomorfik benzersiz bir alt alanı içerdiği anlamında en küçük sıralı alandır. , tam sayıların kesirler alanıdır. 'nun cebirsel kapanışı, yani rasyonel polinomların köklerinin alanı, cebirsel sayılar alanıdır. Rasyonel sayılar, yoğun sıralanmış bir kümedir: herhangi iki rasyonel sayı arasında başka bir rasyonel sayı bulunur ve dolayısıyla sonsuz sayıda başka rasyonel sayı bulunur. Örneğin, (formula_74 pozitif olmak üzere) şeklindeki herhangi iki kesir için, En küçük veya en büyük elemanı olmayan, sayılabilir, yoğun (yukarıdaki anlamda) ve tamamen sıralı bir küme, rasyonel sayılarla sıra izomorfiktir. Sayılabilirlik. Tüm rasyonel sayılar kümesinin sayılabilir olduğu, sağ tarafta yer alan gösterim ile açıklanmıştır. Her bir rasyonel sayının, iki tam sayının oranı şeklinde ifade edilebilme özelliği göz önünde bulundurulduğunda, kare kafes üzerindeki her bir noktaya, bir Kartezyen koordinat sistemi benzeri bir yaklaşımla, iki tam sayı atanması mümkündür; böylelikle her bir kafes noktası bir rasyonel sayı ile ilişkilendirilebilir. Bu yöntem, sağlanan grafikte kırmızı ile işaretlenmiş olan, birçok farklı kafes noktasının aynı rasyonel sayıyı temsil etmesi gibi bir fazlalığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu fazlalığın bir örneği, sağ alt köşeye doğru diagonal bir hat üzerinde gözlemlenebilir; bu tür oranlar, herhangi bir sıfırdan farklı sayının kendisi ile bölünmesi durumunda daima bir değerini alacaktır. Bu tür fazlalıklar olmadan tüm rasyonel sayıların tanımı mümkündür: örnekler arasında Calkin-Wilf ağacı ve Stern-Brocot ağacı bulunmaktadır. Tüm rasyonel sayılar kümesi sayılabilir olduğu ve tüm reel sayılar kümesi (aynı zamanda tüm irrasyonel sayılar kümesi) sayılamaz olduğu için, rasyonel sayılar kümesi bir null kümesidir, yani Lebesgue ölçümü anlamında neredeyse tüm reel sayılar irrasyoneldir. Reel sayılar ve topolojik özellikler. Rasyonel sayılar, reel sayıların yoğun bir alt kümesidir; her reel sayının yanında keyfi olarak yakın rasyonel sayılar vardır. İlgili bir özellik, rasyonel sayıların, sürekli kesir olarak sonlu genişlemelere sahip tek sayılar olmasıdır. Reel sayıların alışılageldik topolojisi içinde, rasyonel sayılar ne bir açık küme ne de bir kapalı kümedir. Sıralarının bir sonucu olarak, rasyonel sayılar bir sıra topolojisi taşır. Rasyonel sayılar, reel sayıların bir alt uzayı olarak, ayrıca bir altuzay topolojisi taşır. Rasyonel sayılar, mutlak fark metriği formula_76 kullanılarak bir metrik uzay oluşturur ve bu, üzerinde üçüncü bir topoloji sağlar. Bu üç topoloji çakışır ve rasyonelleri bir topolojik alana dönüştürür. Rasyonel sayılar, yerel kompakt uzay olmayan bir uzayın önemli bir örneğidir. Rasyoneller, topolojik olarak, izole noktası olmayan benzersiz sayılabilir ölçülebilir uzay olarak nitelendirilir. Uzay ayrıca tamamen bağlantısızdır. Rasyonel sayılar, tam metrik uzay oluşturmaz ve reel sayılar, yukarıda verilen metrik formula_77 altında 'nun tamamlanmasıdır. "p"-sel sayılar. Yukarıda bahsedilen mutlak değer metriğine ek olarak, 'yu bir topolojik alan haline getiren diğer metrikler de vardır: bir asal sayı olsun ve sıfırdan farklı herhangi bir tam sayı için, formula_78 burada 'yı bölen 'nin en yüksek kuvvetidir. Ayrıca formula_79 olarak belirleyelim. Herhangi bir rasyonel sayı için, O zaman üzerinde bir metrik tanımlar. Metrik uzay tam değildir ve tamamlanmış hali -adik sayı alanı 'dir. Ostrowski teoremi, rasyonel sayılar üzerindeki herhangi bir önemli mutlak değerin, ya alışılagelmiş reel mutlak değere ya da bir -adik mutlak değere eşdeğer olduğunu belirtir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16410", "len_data": 15121, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.68 }
Tethys, Yunan mitolojisinde bir titandır. Denizin, bereketli okyanusun tecessümüdür. Deniz tanrıçası olan Tethys, Uranus ile Gaia'nın kızıdır. Kocası ve erkek kardeşi olan Okeanos'dan birçok çocuğu olmuştur. Antik çağda onun dünyadaki büyük nehirlerin (Nil nehri vb) annesi olduğuna inanılırdı. Aynı zamanda Tethys Okeanos'dan çok güzel 3 bin kadar peri kızı doğurmuştur. Bütün insanoğluna bakıcılık yapmaktadır. Bazı kaynaklarda Hera'nın kocasıyla birlikte bakıcılığını üstlenmiştir, sonraları Hera da araları dargın olan bu iki çiftin arasını yeniden yapar. Oğlu, Yunan deniz tanrılarından biri olan Peneus'tur. Deniz tanrıçası Tethys'in adı antik bir okyanus olan Tetis Okyanusu'na verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16414", "len_data": 697, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Pausanias (Gezgin), MS 2. yüzyılın sonlarında yaşamış Lidyalı gezgin ve coğrafyacı. Yunanistan'dan Mısır'a kadar yaptığı seyahatlerinde gördüklerini "Periegesis tes Hellados" (Yunanistan'ın Tasviri) isimli ünlü 10 ciltlik eserinde aktardı. Roma imparatorlarından Antoninus Pius (MS 138-161) ve Marcus Aurelius (MS 161-180) zamanında yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenler azdır. Magnesia ad Sipylum (Manisa) şehrinden olduğu düşünülür. "Yunanistan'ın Tasviri" adlı eserini aşağı yukarı 150 yılında yazdığı sanılır. Eser, dönemin Yunan mitolojisi, kültleri ve dinleri ile dönemin anıtları ve topografyası açısından çok önemlidir. Klasik çağ üzerine yapılan modern arkeolojik çalışmalarda sıklıkla kullanılmıştır. Olympia ve Delphi'nin mimarisinden ve dinî özelliklerinden, yolculuğunda gördüğü her türlü dinî gruptan ve doğal özelliklerden bahsetmiştir. Seyyah, Orta Doğu (Kudüs dahil), Mısır, İtalya ve Makedonya'yı gezmiş; eserinde tüm bu bölgelerdeki yaşantı hakkında bilgi vermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16418", "len_data": 986, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.8 }
Walter Richard Rudolf Hess (26 Nisan 1894; İskenderiye, Mısır Hidivliği – 17 Ağustos 1987; Berlin, Batı Almanya), Nazi Almanyası'nın önde gelen isimlerindendi. Aralık 1933'ten itibaren SS-Ehrenführer (SS onursal lideri) olarak Obergruppenführer formasını giyme hakkına sahipti. Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisindeki vekiliydi. Sovyetler Birliği ile savaşın arefesinde Birleşik Krallık ile barış görüşmeleri yapmak üzere uçağıyla İskoçya'nın Glasgow şehrindeki Maryhill kışlasına gitti ancak tutuklandı. Nürnberg mahkemelerinde yargılandı ve Spandau hapishanesinde ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1987 yılında burada öldü. İlk yılları. Hess, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Mısır Hidivliği'nin İskenderiye kentinde doğdu. Çok başarılı bir tüccar ve katı bir disiplin sahibi olan babası Fritz Hess, oğlunu disiplini az olduğu gerekçesi ile Protestan mektebi yerine özel hocalarla okuttu. Genç Hess babasının aksine, kendine güveni olmayan, çabuk sıkılan, yalnızlığı seven ve kesinlikle disiplinsiz biriydi. Kendisinin Gökbilim veya Fizik eğitimi almak istemesine karşın, babası oğlunun kendisi gibi iyi bir tüccar olmasını istiyordu. 1908 yılında ailesi Almanya'ya taşınma kararı alınca Hess İsviçre'deki Ticaret Okulu'na yatılı olarak başladı. I. Dünya Savaşı'nda. 1914 yılında I. Dünya Savaşı patlak verince Hess bu vatani görev için orduya gönüllü katıldı ve 7. Bavyera Sahra Topçu Alayı'nda piyade olarak görev aldı. İlk görevi Somme'de İngilizlere karşıydı; Birinci Ypres Muharebesi'nde hazır bulundu. 9 Kasım 1914'te, Arras yakınlarında konuşlanmış 1. Piyade Alayı'na transfer oldu. Burada çok cesur ve başarılı işler çıkarttığı için İkinci sınıf Demir Haç madalyası ile ödüllendirildi ve Nisan 1915'te "Gefreiter" (onbaşı) rütbesine terfi etti. Munster Eğitim Alanında ek eğitim aldıktan sonra, Vizefeldwebel'e (kıdemli astsubay) terfi etti ve Bavyera Askeri Liyakat Haç madalyası aldı. Kasım ayında ön saflara dönerek Artois'te savaştı ve Neuville-Saint-Vaast kasabası için yapılan savaşa katıldı. Boğaz enfeksiyonu nedeniyle iki ay hareketsiz kalan Hess, Mayıs ayında Verdun Muharebesi'nde görev yaptı ve 12 Haziran 1916'da Thiaumont köyü yakınlarındaki çatışmalar sırasında sol elinden ve kolundan şarapnelle vuruldu. İyileşmesi için bir ay ara verdikten sonra, Aralık ayına kadar kaldığı Verdun bölgesine geri gönderildi. Hess, Romanya'da görev yapan 18. Bavyera Yedek Piyade Alayı'nın 10. Bölüğünün müfreze liderliğine terfi etti. 23 Temmuz ve 8 Ağustos 1917'de tekrar yaralandı; ilk yaralanma, sahada pansuman yapan sol koldaki bir mermi kıymığıydı, ancak ikincisi, göğsün üst kısmına koltuk altından giren ve omurgasının yakınından çıkan bir kurşun yarasıydı, sırtında bezelye büyüklüğünde bir giriş yarası ve kiraz çekirdeği büyüklüğünde bir çıkış yarası bırakmıştı. 20 Ağustos'a kadar seyahat edebilecek kadar iyi durumdaydı, bu yüzden Macaristan'daki hastaneye yollandı ve sonunda Meissen'deki hastanede iyileştiği Almanya'ya döndü. Ekim ayında yedek teğmenliğe terfi etti ve birinci sınıf Demir Haç madalyası için önerildi, ancak alamadı. Hess, babasının isteği üzerine eve daha yakın bir hastaneye nakledildi ve 25 Ekim'de Bad Alexandersbad'a vardı. Hâlâ iyileşme sürecinde olan Hess, pilot olarak eğitim almasına izin verilmesini talep etmişti, bu nedenle ailesiyle birlikte Noel izninden sonra Münih'e gitti. Mart'tan Haziran 1918'e kadar Oberschleißheim ve Lechfeld Hava Üssü'nde temel uçuş eğitimi ve Ekim'de Fransa'daki Valenciennes'te ileri sürüş eğitimi aldı. 14 Ekim'de, Fokker D.VII çift kanatlı uçaklarla donatılmış bir Bavyera savaş filosu olan Jagdstaffel 35b'ye atandı. Savaş 11 Kasım 1918'de sona erdiğinden, Jagdstaffel 35b ile herhangi bir fırsat bulamadan hareket edemedi. Hess, Aralık 1918'de silahlı kuvvetlerden terhis edildi. Mısır'daki ticari çıkarları İngilizler tarafından kamulaştırıldığı için ailenin serveti ciddi bir düşüş yaşadı. Hess, antisemitik bir sağcı "Völkisch Hareketi" grubu olan Thule Cemiyeti'ne ve o sırada Almanya'da aktif olan bu tür birçok gönüllü paramiliter örgütten biri olan Albay Ritter von Epp'in Freikorps'una katıldı. Bavyera, bu dönemde devletin kontrolü için savaşan sağcı gruplar, "Freikorps" ve solcu güçler arasında sık sık ve genellikle kanlı çatışmalara tanık oldu. Hess, 1919'un başlarında sokak savaşlarına katıldı ve Münih'te binlerce Yahudi karşıtı broşür dağıtan bir gruba liderlik etti. Daha sonra Mısır'ın onu milliyetçi yaptığını, savaşın onu sosyalist yaptığını ve Münih'in onu Yahudi karşıtı yaptığını söyledi. 1919'da Hess, tarih ve ekonomi okuduğu Münih Üniversitesi'ne kaydoldu. Jeopolitik profesörü, Alman Ordusunda eski bir general olan ve Haushofer'in Almanya'nın Doğu Avrupa'da ek toprakları zorla fethetmesi önerisini haklı çıkarmak için alıntı yaptığı Lebensraum ("yaşam alanı") kavramının savunucusu olan Karl Haushofer'dı. Hess daha sonra bu kavramı Adolf Hitler'e tanıttı ve Nazi Partisi ideolojisinin temel direklerinden biri haline geldi. Hess, Haushofer ve sosyal teorisyen ve öğretim görevlisi olan oğlu Albrecht ile arkadaş oldu. Üniversitede öğrenci arkadaşı olan Ilse Pröhl, Hess ile Nisan 1920'de şans eseri aynı pansiyonda oda kiraladıklarında tanıştı. 20 Aralık 1927'de evlendiler ve on yıl sonra 18 Kasım 1937'de tek çocukları Wolf Rüdiger Hess doğdu. Adı, en azından kısmen, "Kurt"u kod adı olarak sıklıkla kullanan Hitler'i onurlandırmak içindi. Hess çocuğa "Buz" lakabını taktı. Savaşlar arası dönem. Hitler ile İlişkisi. Rudolf Hess, Nazi Partisi lideri Hitler'in ilk kez 1920'de Münih'teki bir mitingde konuşmasını duyduktan sonra, kendisini tamamen ona adadı. Arkadan bıçaklanma mitine, Almanya'nın I. Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinin askeri bir yenilgiden çok Yahudiler ve Bolşeviklerin bir komplosundan kaynaklandığı fikrine ortak bir inançları vardı. Hess, 1 Temmuz'da 16. üye olarak Nazi Partisi'ne katıldı. Parti, Münih'teki daha büyük birahanelerde mitingler ve toplantılar düzenleyerek büyümeye devam ederken, dikkatini bağış toplama ve organizasyon faaliyetlerine odakladı. 4 Kasım 1921'de, bir parti etkinliği sırasında Hofbräuhaus'ta Marksist bir grup tarafından yerleştirilen bomba patladığında Hitler'i korurken yaralandı. Hess, Sturmabteilung'a (SA) 1922'de katıldı ve örgütlenmesine ve de ɡençleri örɡüte üye yapmaya yardım etti. Bu arada ekonomi ile ilgili sorunlar devam etti; hiperenflasyon birçok kişisel servetin değersiz hale gelmesine neden oldu. Alman hükûmeti tazminat ödemelerini karşılayamayınca ve Fransız birlikleri Ocak 1923'te Ruhr bölgesi boyunca uzanan sanayi bölgelerini işgal etmek için ilerleyince, sonuç yaygın bir iç karışıklık oldu. Hitler, Benito Mussolini'nin 1922'de Roma'ya Yürüyüşünü örnek alan bir darbe ile hükûmetin kontrolünü ele geçirme girişiminin zamanının geldiğine karar verdi. Hess, 8 Kasım 1923 gecesi, o ve SA, Münih'teki büyük bir bira salonu olan Bürgerbräukeller'de Bavyera'nın fiili hükümdarı Staatskommissar (eyalet komiseri) Gustav von Kahr tarafından düzenlenen bir halka açık toplantıya Hitler'le birlikte baskın düzenledi. Bir tabanca sallayan Hitler, Kahr'ın konuşmasını yarıda kesti ve ulusal devrimin başladığını ilan ederek I. Dünya Savaşı Generali Erich Ludendorff ile yeni bir hükûmet kurulduğunu ilan etti. Ertesi gün, Birahâne Darbesi adı verilen olayla Hitler ve birkaç bin destekçisi, şehir merkezindeki Savaş Bakanlığı'na yürümeye çalıştı. Naziler ve polis arasında silahlı çatışma çıktı; on altı yürüyüşçü ve dört polis memuru öldürüldü. Hitler 11 Kasım'da tutuklandı. Hess ve bazı SA adamları, ayın 8'inin gecesi ileri gelenlerden birkaçını rehin almış ve onları Münih'ten yaklaşık 50 kilometre (31 mil) uzaklıktaki bir eve götürmüştü. Ertesi gün Hess bir telefon görüşmesi yapmak için kısa bir süre ayrıldığında, rehineler sürücüyü kaçmalarına yardım etmesi için ikna etti. Mahsur kalan Hess, Münih'e dönebilmesi için ona bir bisiklet getiren Ilse Pröhl'ü aradı. Haushofer'larla kalmaya gitti ve ardından Avusturya'ya kaçtı, ancak onlar onu geri dönmeye ikna ettiler. Daha sonra Birahane Darbesi olarak bilinen darbe girişimindeki rolü nedeniyle tutuklandı ve 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Hitler beş yıl hapis cezasına çarptırıldı ve hem Nazi Partisi hem de SA yasaklandı. Her iki adam da Landsberg Hapishanesinde hapsedildi ve burada Hitler kısa süre sonra, mahkûm arkadaşları Hess ve Emil Maurice'e dikte ettirdiği anı kitabı "Mein Kampf" ("Kavgam") üzerinde çalışmaya başladı. Yayıncı Max Amann, Hess ve diğerleri tarafından düzenlenen eser, 1925 ve 1926'da iki bölüm halinde yayınlandı. Daha sonra tek cilt olarak yayınlandı ve 1930'dan sonra en çok satanlar arasına girdi. Şiddetli antisemitizm mesajıyla bu kitap, Nazi Partisi'nin siyasi platformunun temeli oldu. Hitler 20 Aralık 1924'te, Hess ise on gün sonra şartlı tahliye ile serbest bırakıldı. Nazi Partisi ve SA üzerindeki yasak Şubat 1925'te kaldırıldı ve parti 1928'de 100.000, 1929'da 150.000 üyeye ulaştı. 1928 seçimlerinde oyların yalnızca yüzde 2,6'sını aldılar, ancak destek, 1933'te iktidarın ele geçirilmesine kadar istikrarlı bir şekilde arttı. Hitler, Nisan 1925'te aylık 500 Reichsmark maaşla Hess'i özel sekreteri yaptı ve 20 Temmuz 1929'da onu özel emir subayı olarak atadı. Hess, Hitler'e ülke çapındaki konuşma toplantılarında eşlik etti ve onun arkadaşı ve sırdaşı oldu. Hess, Hitler'le her an randevusuz görüşebilen birkaç kişiden biriydi. Parti içindeki etkisi artmaya devam etti. Hess, 15 Aralık 1932'de, Parti İrtibat Kurmay Başkanlığı ve Parti Merkez Siyasi Komisyonu Başkanlığına atandı. Aktif askeri kariyerinin sona ermesinden sonra uçmaya olan ilgisini sürdüren Hess, 4 Nisan 1929'da özel pilot lisansını aldı. Eğitmeni Birinci Dünya Savaşı'nın en iyi pilotu Theodor Croneiss'ti. 1930'da, parti gazetesi "Völkischer Beobachter" tarafından desteklenen bir BFW M.23b tek kanatlı uçağın sahibi oldu. 1930'ların başlarında iki Messerschmitt uçağı daha satın aldı, birçok uçuş saati kaydetti ve tek motorlu hafif uçakları kullanmada uzmanlaştı. Führer Yardımcısı. 30 Ocak 1933'te Hitler, Almanya'nın diktatörce kontrolünü ele geçirme yolundaki ilk adımı olan Reich Şansölyesi olarak atandı. Hess, 21 Nisan'da Nazi Partisi'nin Führer Yardımcısı (Stellvertreter des Führers) seçildi. 2 Haziran 1933'te Parti hiyerarşisindeki 16 "Reichsleiter"'dan biri oldu. 1 Temmuz'da Schutzstaffel'de (SS) SS-Obergruppenführer onursal rütbesine yükseltildi. Ancak 20 Eylül'e kadar Hitler, Reichsleiter ve Obergruppenführer unvanlarını kullanmayı bırakıp yalnızca "Führer Yardımcısı" unvanını kullanmasına karar verdi. Bu, onun Parti içindeki eşitler arası primus statüsünün bir kabulüydü. Hess, 1 Aralık'ta Portföysüz Reich Bakanı olarak kabineye atandı. Münih'teki Kahverengi Ev'de ve Berlin'de bir ofisi bulunan Hess, dışişleri, finans, sağlık, eğitim ve hukuk da dahil olmak üzere çeşitli departmanlardan sorumluydu. Hess ayrıca Hans Frank'ın Alman Hukuku Akademisi'nin bir üyesi olarak seçildi. Ordu, polis ve dış politika ile ilgili olanlar dışında tüm yasalar onaylanmak üzere ofisinden geçti ve Hitler'in birçok kararnamesini yazdı ve birlikte imzaladı. Yıllık Nürnberg Mitinglerinin bir organizatörü olarak, genellikle açılış konuşmasını yaptı ve Hitler'i tanıttı. Hess ayrıca radyoda ve ülke çapındaki mitinglerde o kadar sık konuştu ki, konuşmalar 1938'de kitap biçiminde toplandı. Hess, sanayiciler ve daha zengin sınıfların üyeleriyle müzakerelerde Hitler'in temsilcisi olarak hareket etti. Hess yurt dışında doğduğu için, Hitler ona diğer ülkelerde yaşayan parti üyelerinden sorumlu olan NSDAP/AO gibi Nazi Partisi gruplarını denetlemesini sağladı. Hitler, Hess'e Parti düşmanı sayılan kişilerle ilgili tüm mahkeme kararlarını gözden geçirmesi talimatını verdi. Bu davalarda çok hafife alındığını hissettiği herhangi birinin cezalarını artırma yetkisine sahipti ve ayrıca uygun görürse "acımasız eylem" yapma yetkisine sahipti. Bu genellikle kişiyi bir toplama kampına göndermeyi veya basitçe kişinin öldürülmesini emretmeyi gerektiriyordu. Nazi rejimi, iktidarı ele geçirdikten hemen sonra Yahudilere zulmetmeye başladı. Hess'in ofisi, Hitler'in 1935 Nürnberg Yasalarını hazırlamaktan kısmen sorumluydu. Bu yasaların Almanya Yahudileri için geniş kapsamlı etkileri oldu, Yahudi olmayan ve Yahudi Almanlar arasındaki evliliği yasakladı ve Aryan olmayanları Alman vatandaşlığından mahrum etti. Haushofer yarı Yahudi bir kadınla evlendiği için Hess'in arkadaşı Karl Haushofer ve ailesi bu yasalara tabiydi, bu nedenle Hess onları bu yasadan muaf tutan belgeler yayınladı. Hess bir güç üssü inşa etmedi veya bir takipçi zümresi geliştirmedi. Hitler'e olan sadakati ve ona faydalı olma arzusu onu motive etti; güç veya prestij peşinde koşmadı veya kişisel servet biriktirmek için konumundan yararlanmadı. Münih'te mütevazı bir evde yaşıyordu. Hess kendini völkisch ideolojisine adamıştı ve birçok konuyu Almanya'ya karşı sözde bir Yahudi komplosu açısından görüyordu. Örneğin, bir konuşmasında, "Bugünkü Milletler Cemiyeti, esas olarak Yahudilerin kendi amaçlarına ulaşmaları için temel işlevi gören bir maskaralıktan başka bir şey değildir. Sadece Milletler Cemiyetin'de kaç Yahudi'nin oturduğunu not etmeniz gerekiyor." 1937'de yaptığı bir konuşmada Hess, İspanya İç Savaşı'ndan "uluslararası Yahudiliği" sorumlu tuttu ve Sovyet Dışişleri Komiseri Maksim Litvinov'u "kirli Yahudi" olarak nitelendirdi ve Hitler veya Mussolini olmadan "Asya Yahudi Bolşevizminin Avrupa kültürüne hakim olacağını" iddia etti. 30 Ağustos 1939'da, İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden hemen önce, Hess, Hitler tarafından kurulan altı kişilik Reich Savunma Bakanları Konseyi'ne atandı. Polonya İstilası ve 1 Eylül 1939'da savaşın başlamasından sonra Hitler, Hess'i Hermann Göring'den sonra ikinci sıraya koydu. Aynı sıralarda Hitler, Martin Bormann'ı Hess'in kişisel sekreteri olarak atadı; bu, daha önce Hess'in elinde olan bir görevdi. 8 Ekim 1939'da Hess, Özgür Şehir Danzig'i, Danzig Koridoru'nu ve Yukarı Silezya'nın 1921'de Almanya'ya kaybedilen kısmını ilhak eden yasayı imzaladı. Aynı gün Hess ve Heinrich Himmler, bu bölgelerde bir ırk sicili oluşturulmasını emretti ve bu bölgelerde yaşayan Polonyalılara ve Yahudilere Almanlarla eşit muamele edilmeyeceğini belirtti. İlhak edilen bölgelerdeki Polonyalılar ve Yahudiler için acımasız cezalar uygulayan ayrı bir yasal kod oluşturuldu. Hess, "Kutup'un olağan cezalara karşı daha az duyarlı olması" nedeniyle ayrı bir yasal kanunun gerekli olduğunu savundu. Hess, başka bir kararnamede, kuşatma sırasında Varşova'da hiçbir binanın yıkılmamasını emretti. Polonyalılara "savaş suçluluklarını" hatırlatmak için yeniden inşa edileceklerdi. Hess'in antisemitizmi, savaşa Yahudilerin neden olduğuna ikna olduğu için, savaş başladıktan sonra önemli ölçüde arttı. Bu, savaş zamanı konuşmalarının ana teması haline geldi. Hess, 20 Nisan 1940'ta Hitler'in 51. doğum günü münasebetiyle yaptığı bir konuşmada, "Yahudileri ve onların yol arkadaşlarını", dünya tarihinin en felaketli olayı olarak adlandırdığı Kasım 1918'de Almanya'nın teslim olmasıyla suçladı. Hess, aynı konuşmada, Ren Nehri üzerindeki Kara Korku hikâyesine atıfta bulunarak, 1918 yenilgisinin ardından Rheinland'ın yine Yahudileri suçladığı "zenciler" tarafından işgal edildiğini belirtti. Hess, Hitler'in iktidarda olması nedeniyle mevcut savaşın benzer şekilde sona ermesinin mümkün olmadığını söyleyerek konuşmasını bitirdi. "Adolf Hitler önlerinde durduğunda Yahudi tazıları nasıl uluyacak" diyerek sözlerini bitirdi. Hess, sağlığına hipokondri noktasına kadar takıntılıydı, Britanya'daki kendisini tutsak edenlere böbrekleri, kolonu, safra kesesini, bağırsakları ve kalbi içeren uzun bir hastalık listesi olarak tanımladığı şeyler için birçok doktora ve diğer pratisyenlere danıştı. Hess bir vejetaryendi ve sigara ya da içki içmezdi. Biyolojik olarak dinamik olduğunu iddia ederek kendi yemeğini Berghof'a getirmişti, ancak Hitler bu uygulamayı onaylamadı ve bu nedenle Führer ile yemek yemeyi bıraktı. Hess müziğe ilgi duyuyordu, okumaktan zevk alıyordu ve eşi Ilse ile dağlarda yürüyüş ve tırmanış yaparak vakit geçirmeyi seviyordu. O ve arkadaşı Albrecht Haushofer astrolojiye ilgi duyuyorlardı ve Hess ayrıca durugörü ve okült konulara da meraklıydı. Hess, havacılıkla ilgilenmeye devam etti. 1934'te bir BFW M.35 ile Zugspitze Dağı çevresindeki bir pistte uçarak ve 29 dakikalık bir süre ile Münih'teki havaalanına dönerek bir hava yarışını kazandı. Ertesi yıl düzenlenen benzer bir yarışta 29 katılımcı arasından altıncı oldu. II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle Hess, Hitler'den Luftwaffe'ye pilot olarak katılmasına izin verilmesini istedi, ancak Hitler bunu yasakladı ve savaş süresince uçmayı bırakmasını emretti. Hess, yasağı bir yıla indirmesi için onu ikna etti. Barış misyonuna teşebbüs. Savaş ilerledikçe, Hitler'in dikkati dış meselelere ve savaşın gidişatına odaklandı. Doğrudan savaşa dahil olmayan Hess, halk işlerinden ve Hitler'in dikkatinden giderek daha fazla uzaklaştı; Martin Bormann, birçok görevinde Hess'in yerini başarıyla almış ve Hitler'in yanında Hess'in konumunu almıştı. Ayrıca, 1941'de Sovyetler Birliği'nin işgal edilmesi planlanan Barbarossa Operasyonu için yapılan planlar ilerledikçe Almanya'nın iki cephede bir savaşla karşı karşıya kalacağından endişe duyan Hess, İngiliz hükûmetiyle müzakere masasında kendisi ile görüşmek üzere İngiltere'ye seyahat etmeye karar verdi. 31 Ağustos 1940'ta Hess, Karl Haushofer ile bir araya geldi. Haushofer, Hess'e Kral VI. George'un Winston Churchill'e karşı olduğuna inandığını ve onu görevden alacağını ve ilk fırsatta Kanada'ya göndereceğini söyledi. Haushofer, Kral ile ya General Ian Hamilton ya da Hamilton Dükü aracılığıyla temas kurmanın mümkün olduğuna olan inancından bahsetti. Hess, hiç tanışmadığı Hamilton Dükü ile iletişime geçmeleri gerektiğine karar verdi. Hess, Hamilton'ı Almanya ile savaşa karşı çıkan bir partinin liderlerinden biri olduğu gibi yanlış bir inanca sahipti ve çünkü Hamilton, Haushofer'in bir arkadaşıydı. Hess'in talimatı üzerine Haushofer, Hamilton'a Eylül 1940'ta bir mektup yazdı, ancak mektup MI5 tarafından engellendi ve Hamilton mektubu Mart 1941'e kadar görmedi. Hess'in karısına yazdığı 4 Kasım 1940 tarihli bir mektup, Hamilton'dan cevap almamasına rağmen, planına devam etmek istediğini göstermektedir. Messerschmitt'te baş test pilotu olan eğitmen Wilhelm Stör'ün yanında Ekim 1940'ta iki koltuklu çift motorlu bir uçak olan Messerschmitt Bf 110'da eğitime başladı. Birçok ülkeler arası uçuş gerçekleştirme de dahil olmak üzere pratikler yapmaya devam etti ve iyi işleyen belirli bir uçak buldu -bir Bf 110E-1/N- o andan itibaren bu uçak özel kullanımı için yedekte tutuldu. Bu uçağa bir radyo pusulası, oksijen dağıtım sisteminde değişiklikler ve uzun menzilli yakıt tanklarının takılmasını istedi ve bu talepleri Mart 1941'e kadar gerçekleştirildi. Artık bundan sonraki amacı kendisinin kullandığı Messerschmidt Bf-110 uçağıyla Almanya adına barış görüşmeleri yapmak için gizlice İngiltere'ye uçmaktı. İskoçya'ya kaçışı. Almanya ve Kuzey Denizinin hava raporlarını son bir kontrolden geçiren Hess, özel olarak hazırlanmış uçağıyla 10 Mayıs 1941 tarihinde saat 17:45'te Augsburg-Haunstetten havaalanından havalandı. Yüzbaşı rütbesini taşıyan deri bir uçuş kıyafeti giydi, yanında bir miktar para ve tuvalet malzemeleri, bir meşale, bir kamera, haritalar ve çizelgeler ve 28 farklı ilacın yanı sıra yorgunluk ve yorgunluğun önlenmesine yardımcı olacak dekstroz tabletleri aldı. Başlangıçta Bonn'a doğru bir rota belirleyen Hess, kendisini yönlendirmek ve rota üzerinde küçük düzeltmeler yapmak için yerdeki önemli noktaları kullandı. Frizya Adaları yakınlarındaki sahile ulaştığında, İngiliz radarının menzilinden uzak durmak için döndü ve yirmi dakika boyunca doğu yönünde uçtu. Daha sonra, başlangıçta düşük irtifada, ancak yolculuğun çoğunu 5.000 fitte (1.500 m) seyahat ederek Kuzey Denizi boyunca 335 derecelik bir yolculukla geçirdi. 20:58'de Northumberland, Bamburgh kasabası yakınlarındaki Kuzey Doğu İngiltere kıyılarına yaklaşma niyetiyle yönünü 245 dereceye çevirdi. Başlangıçta sahile yaklaştığında henüz gün batımı olmadığından, Hess geri adım attı ve hava kararana kadar 40 dakika ileri geri zikzaklar çizdi. Bu sıralarda yardımcı yakıt depoları tükendi, bu yüzden onları denize bıraktı. Yine bu saatlerde, 22:08'de, Newcastle upon Tyne yakınlarındaki Ottercops Moss'taki İngiliz Ölçüm Yurt istasyonu, onun varlığını tespit etti ve bu bilgiyi Bentley Manastırı'ndaki Filter Odasına iletti. Kısa süre sonra başka istasyonlar tarafından tespit edildi ve uçak "Raid 42" olarak belirlendi. Zaten havada bulunan Kraliyet Hava Kuvvetlerine (RAF) bağlı 72. Filo, 13 Nolu Grup RAF'dan iki Spitfire müdahale girişiminde bulunmak için gönderildi, ancak ülkeye izinsiz giren uçağı bulamadı. Acklington'dan saat 22:20'de gönderilen üçüncü bir Spitfire da uçağı tespit edemedi; o zamana kadar hava karanlıktı ve Hess son derece düşük bir irtifa ile uçuyordu, o kadar alçaktı ki, Chatton'daki Kraliyet Gözlemci Kolordusu (ROC) istasyonunda görevli gönüllü onu bir Bf 110 model uçak olarak doğru bir şekilde tanımlayabildi ve rakımını (15 m) olarak belirtti. ROC görevleriyle takip edilen Hess, İskoçya'ya uçuşuna yüksek hızda ve düşük irtifada devam etti ama gideceği yeri, Dungavel House'u bulamadı. Bu yüzden yönünü belirlemek için batı kıyısına yöneldi ve sonra iç bölgelere döndü. Saat 22:35'te Ayr'da bulunan 141. Filo RAF'tan gönderilen bir Boulton Paul Defiant takip etmeye başladı. Hess'in neredeyse yakıtı bitmişti, bu yüzden 6.000 fit'e (1.800 m) tırmandı ve saat 23:06'da uçaktan paraşütle atladı. Ya uçaktan atlarken ya da yere çarptığında ayak bileğinden yaralandı. Uçak, Dungavel House'un yaklaşık 12 mil (19 km) batısında saat 23:09'da yere düştü. Uçaktan inmeye zorlanmasaydı, gideceği yere daha yakın olacaktı. Hess, bu başarının hayatının en gurur verici anı olduğunu düşünüyordu. Hess, Almanya'dan ayrılmadan önce Hitler'e İngilizlerle barış müzakerelerini başlatma niyetlerini ayrıntılı olarak yazdığı bir mektubu yardımcısı Karlheinz Pintsch'e vermişti. Pintsch, mektubu 11 Mayıs'ta öğleden sonra Berghof'ta Hitler'e teslim etti. Mektubu okuduktan sonra Hitler'in, Berghof'un tamamında çığlığı duyuldu. Hitler, müttefikleri İtalya ve Japonya'nın Hess'in hareketini Hitler'in İngilizlerle barış müzakerelerini gizlice açma girişimi olarak algılayacağından endişe ediyordu. Hitler, böyle olmadığı ile ilgili güvence vermek için Benito Mussolini ile temasa geçti. Bu nedenle Hitler, Alman basınına Hess'i, Hitler'in bilgisi veya otoritesi olmadan tamamen kendi başına İskoçya'ya uçmaya karar veren bir deli olarak nitelendirmesi emrini verdi. Müteakip Alman gazeteleri Hess'i "kandırılmış, dengesiz" olarak tanımladı ve bu da zihinsel sağlığının I. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen yaralanmalarından dolayı etkilendiğini yazdılar. Hermann Göring ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels de dahil olmak üzere hükûmetin bazı üyeleri gazetelerde yazılan bu haberin bu durumun daha da kötüleştiğine inanıyorlardı, çünkü eğer Hess gerçekten zihinsel olarak hasta olsaydı, önemli bir hükûmet pozisyonuna atanmamış olması gerekirdi. Hitler, Hess'i tüm parti görevlerinden çıkardı ve eğer Almanya'ya dönerse görüldüğü yerde gizlice vurulmasını emretti. Hess'in eski görevlerini Martin Bormann'a verdi ve Führer vekilliği görevini kaldırarak ona Parti Şansölyeliği Başkanı unvanını verdi. Bormann, Hess'in ayrılışının sağladığı fırsatı kendisine önemli bir güç sağlamak için kullandı. Bu arada Hitler, "Aktion Hess" isimli bir mücadele başlattı. 9 Haziran civarında yüzlerce astrolog, inanç şifacısı ve okültistin tutuklandı. Bu mücadele, Goebbels ve diğerlerinin Hess'i karalamak ve okült uygulayıcılarını günah keçisi yapmak için yürüttüğü propaganda çabasının bir parçasıydı. Hem Hitler hem de Hess ile tanışan ABD'li gazeteci Hubert Renfro Knickerbocker, Hitler'in, Winston Churchill'e Sovyetler Birliği'nin yaklaşan işgalini bildiren ve müzakere edilmiş bir barış ve hatta Bolşevik karşıtı bir ortaklık öneren bir mesaj iletmesi için Hess'i gönderdiğini iddia etti. Sovyet lideri Joseph Stalin, Hess'in uçuşunun İngilizler tarafından yapıldığına inanıyordu. Stalin, uçuş hakkında önceden hiçbir bilgi sahibi olmadıklarında ısrar eden Churchill'e konuyu açıkladığı 1944 gibi geç bir tarihte bu inancı sürdürdü. Bazı kaynaklar Hess'in resmi bir görevde olduğunu bildirirken, Churchill daha sonra "The Grand Alliance" adlı kitabında kendi görüşüne göre görevin yetkilendirilmediğini belirtti. Churchill, "Bize kendi özgür iradesiyle geldi ve yetkisi olmasa da bir elçi niteliğinde bir şeye sahipti" dedi. Churchill, Hess'in planından "çılgınca bir iyilik" olarak bahsetti. Savaştan sonra Albert Speer, Hess ile uçuşunun mantığını tartıştı ve ona "bu fikir bir rüyada doğaüstü güçler tarafından ilham edildi. İngiltere'nin imparatorluğunu garanti edeceğiz; karşılığında bize Avrupa'da özgür bir el verecek." Hess, Spandau cezaevindeyken gazeteci Desmond Zwar'a Almanya'nın iki cephede birden savaşı kazanamayacağını söyledi. "Tek bir çıkış yolu olduğunu biliyordum - ve bu kesinlikle İngiltere'ye karşı savaşmamaktı. Führer'den uçma izni almasam da söylemem gereken şeyin onun onayını alacağını biliyordum. Hitler, İngiliz halkına büyük saygı duyuyordu ... " Hess, İskoçya'ya uçuşunun "savaşı kazanmanın en hızlı yolunu" başlatmayı amaçladığını yazdı. Teslim olması. Hess, Glasgow'un güneyindeki Waterfoot'taki Floors Çiftliği'ne indi. Paraşütüyle mücadele ederken, onu görüp yanına koşan David McLean adlı çiftçiye kendisini "Yüzbaşı Alfred Horn" olarak sahte bir isim ile tanıttı ve Hamilton Dükü için önemli bir mesajı olduğunu söyledi. McLean, Hess'e yakınlardaki kulübesine kadar götürerek yardım etti ve esiri Busby, Doğu Renfrewshire'deki karargahlarına kadar eşlik eden yerel Yurt Muhafızları birimiyle temasa geçti. Daha sonra gece yarısından sonra Giffnock'taki polis karakoluna götürüldü; üstü arandı ve eşyalarına el konuldu. Hess defalarca, Kraliyet Gözlemci Birliği'nin bölge komutanı Binbaşı Graham Donald'ın bir tercümanın yardımıyla yaptığı sorgulama sırasında Hamilton Dükü ile görüşmeyi talep etti. Sorgudan sonra Hess, yaralarının tedavi edildiği Glasgow'daki Maryhill Kışlası'na gözaltına alındı. Bu zamana kadar onu esir alanlardan bazıları, adının Horn olduğunda ısrar etmeye devam etmesine rağmen, Hess'in gerçek kimliğinden şüpheleniyordu. Dük Hamilton, ertesi sabah Maryhill Kışlası'na geldi ve Hess'in eşyalarını inceledikten sonra mahkûmla tek başına buluştu. Hess ona hemen gerçek kimliğini itiraf etti ve kaçış nedenini ana hatlarıyla açıkladı. Hamilton, Hess'e konuşmaya bir tercümanın yardımıyla devam etmeyi umduğunu söyledi; Hess, İngilizceyi iyi konuşabiliyordu, ancak Hamilton'u anlamakta güçlük çekiyordu. Hamilton'a "insanlık görevinde" olduğunu ve Hitler'in İngiltere ile "savaşı durdurmak" istediğini söyledi. Toplantıdan sonra Hamilton, bir istihbarat görevlisinin eşliğinde Messerschmitt'in kalıntılarını inceledi, ardından Turnhouse'a döndü ve burada hafta sonu Ditchley'de olan Churchill'le görüşmek için Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla düzenlemeler yaptı. O gece bazı ön görüşmeler yaptılar ve Hamilton, ertesi gün Churchill ile beraber Londra'ya geri dönerek ona eşlik etti ve her ikisi de Savaş Kabinesi üyeleriyle bir araya geldi. Churchill, bir gecede Buchanan Kalesi'ne taşınan mahkûmu kesin olarak teşhis etmesi için, Hess ile daha önce tanışmış olan dışişleri uzmanı Ivone Kirkpatrick'i Hamilton'a gönderdi. Bu toplantı sırasında kullanmak üzere kapsamlı notlar hazırlayan Hess, onlarla Hitler'in genişleme planlarından ve İngiltere'nin denizaşırı mülklerini elinde tutmasına izin verilmesi karşılığında Nazilerin Avrupa'da özgürce dizginlenmesine izin verme ihtiyacı hakkında uzun uzadıya konuştu. Kirkpatrick, önümüzdeki birkaç gün içinde Hess ile iki görüşme daha düzenlerken, Hamilton görevine geri döndü. Rudolf Hess, görevinin görünürdeki başarısızlığından dolayı hayal kırıklığına uğramasına ek olarak, tıbbi tedavisinin yetersiz olduğunu ve onu esir alanların zehirlemek için planlar yaptıklarını iddia etmeye başladı. Hess'in uçuşu, varış noktası veya kaderi ile ilgili, ilk olarak 12 Mayıs akşamı Almanya'daki Münih Radyosu tarafından duyuruldu. 13 Mayıs'ta Hitler, haberi bizzat Mussolini'ye vermesi için Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop'u gönderdi ve İngiliz basınına aynı gün olaylar hakkında tam bilgi verme izni verildi. 14 Mayıs'ta karısı Ilse Hess, sonunda kocası ile ilgili haberleri Alman radyosunda yayınlanınca, kocasının yolculuktan sağ çıktığını öğrendi. Uçağın gövdesinin iki bölümü başlangıçta David McLean tarafından gizlendi ve daha sonra ondan geri alındı. Bir parçası, onu ABD'deki bir savaş müzesine veren İngiltere Savaşı Derneği'nin eski sekreter yardımcısına satıldı; Bu 17,5x23 inç (44x58 cm) parça daha sonra Bonhams tarafından açık artırmada satıldı. Yakıt deposunun bir kısmı ve bir payanda 2014 yılında Bonhams aracılığıyla satışa sunuldu. Diğer enkazlar 11-16 Mayıs 1941 tarihleri arasında 63 Bakım Birimi tarafından kurtarıldı ve depolanmak üzere Oxford'a götürüldü. Uçağın burnunda dört makineli tüfek vardı, ancak cephanesi yoktu. Motorlardan biri RAF Müzesi'nde sergilenirken, İmparatorluk Savaş Müzesi'nde başka bir motor ve gövdenin bir kısmı sergilenmektedir. Yargılanma ve hapis. Savaş esiri. Hess, Buchanan Kalesi'nden kısa bir süre Londra Kulesi'ne ve ardından Surrey'deki Mytchett Place adlı müstahkem bir konak olan ve önümüzdeki 13 ay kaldığı "Camp Z" olarak adlandırılan Mytchett Place'e transfer edildi. Churchill, Hess'e iyi davranılması emrini verdi, ancak gazete okumasına veya radyo dinlemesine izin verilmedi. Sahada üç istihbarat görevlisi konuşlandırıldı ve 150 asker nöbet tuttu. Haziran ayı başlarında Hess'in ailesine mektup yazmasına izin verildi. Ayrıca Hamilton Dükü'ne bir mektup hazırladı, ancak hiçbir zaman teslim edilmedi ve onunla tekrar görüşme talepleri geri çevrildi. National Archives'da yayınlanan Foreign Office dosyalarına göre, MI6'nın önde gelen Alman uzmanı ve Berlin'deki eski İngiliz Pasaport Kontrol Görevlisi Binbaşı Frank Foley, Hess'in bir yıl süren başarısız sorgulamasının sorumluluğunu üstlendi. Bu dönemde Hess'i tedavi eden psikiyatrist Dr. Henry V. Dicks ve Dr. John Rawlings Rees, onun deli olmadığını, zihinsel olarak dengesiz olduğunu, hipokondriya ve paranoyaya eğilimli olduğunu belirtti. Hess barış teklifini, 9 Haziran 1942'de yaptığı bir röportajda, daha sonra Lord Şansölye olarak görev yapan 1. Viscount Simon olan John Simon'a tekrarladı. Lord Simon, mahkûmun zihinsel durumunun iyi olmadığını kaydetti; Hess zehirlendiğini ve uyumasının engellendiğini iddia etti. Akşam yemeğini gardiyanlarından birininki ile değiştirmekte ısrar ediyor ve onları analiz için yiyeceklerin örneklerini göndermeye ikna etmeye çalışıyordu. Hess İskoçya'dayken, Churchill ve diğer İngiliz liderlerin zihinlerini kontrol eden ve onları Almanya'ya karşı mantıksız bir nefretle dolduran "gizli bir gücün" varlığını keşfettiğini iddia etti. Hess, gücün Hitler'in zihnini de kullandığını ve onun kötü askeri kararlar almasına neden olduğunu iddia etti. Yahudilerin Himmler de dahil olmak üzere başkalarının zihinlerini kontrol etmelerine izin veren psişik güçlere sahip olduğunu ve Holokost'un Almanya'yı karalama amaçlı bir Yahudi komplosunun parçası olduğunu söyledi. 16 Haziran 1942 sabahı erken saatlerde Hess, muhafızların yanından koşarak kaçtı ve Mytchett Place'deki merdiven korkuluğunun üzerinden atlayarak intihara teşebbüs etti. Aşağıdaki taş zemine düştü ve sol bacağının uyluk kemiğini kırdı. Yaralanma, koltuk değnekleriyle yürümesine izin verilmeden önce altı hafta daha yatak istirahati ile bacağın 12 hafta boyunca çekişte kalarak tutulmasını gerektirdi. Hess'i değerlendiren Kraliyet Ordusu Tıbbi Birlikten Yüzbaşı Munro Johnson, yakın gelecekte başka bir intihar girişiminin meydana gelebileceğini belirtti. Hess bu sıralarda hafıza kaybından şikayet etmeye başladı. Bu belirti ve giderek düzensizleşen davranışlarının bir kısmı kısmen bir hile olabilirdi, çünkü eğer akıl hastası ilan edilirse, Cenevre Sözleşmeleri hükümlerine göre ülkesine geri gönderilebilirdi. Hess, 26 Haziran 1942'de Galler'in güneyinde bulunan Maindiff Mahkeme Hastanesine taşındı ve sonraki üç yıl burada kaldı. Bu tesis, ek güvenliği ve daha az korumaya ihtiyaç duyulması nedeniyle seçilmişti. Hess'in arazide yürüyüş yapmasına ve çevredeki kırsal bölgelere araba ile gezmesine izin verildi. Gazetelere ve diğer okuma materyallerine erişimi vardı; mektuplar ve dergiler yazdı. Akıl sağlığı, Dr Rees'in bakımı altında kaldı. Hess hafıza kaybından şikayet etmeye devam etti ve 4 Şubat 1945'te kendisini bir ekmek bıçağıyla bıçaklayarak ikinci bir intihar girişiminde bulundu. Yarası ciddi değildi, iki dikiş atılmasını gerektiriyordu. Almanya'nın savaşı kaybettiği için umutsuzca gelecek haftalar yemek yemedi, sadece zorla beslenmekle tehdit edildiğinde yemeye devam etti. Almanya, 8 Mayıs 1945'te kayıtsız şartsız teslim oldu. Savaş suçlusu olarak suçlanan Hess, Uluslararası Askeri Mahkeme huzuruna çıkarıldı ve 10 Ekim 1945'te Nürnberg'e nakledildi. Nürnberg Mahkemeleri. II. Dünya Savaşı'nın Müttefik Devletleri, Kasım 1945'ten Ekim 1946'ya kadar başlıca savaş suçlularının yargılanmasıyla başlayan bir dizi askeri mahkeme ve duruşma düzenledi. Hess, hepsi dört suçla suçlanan 23 sanığın bu ilk grubuyla yargılandı: uluslararası savaşı düzenleyen yasaları ihlal ederek suç işlemek, barışa karşı suç, savaş suçları ve insanlığa karşı suç işlemek için komplo kurmak. Hess Nürnberg'e vardığında, İngilizler tarafından zehirlendiğini söyleyerek yanında getirdiği yiyecek örneklerini gösterdi; bunları duruşma sırasında savunması için kullanmayı teklif etti. Tesisin komutanı, Birleşik Devletler Ordusu'ndan Albay Burton C. Andrus, kendisine özel bir muameleye izin verilmeyeceğini söyledi; örnekler mühürlendi ve müsadere edildi. Hess'in günlükleri, mahkemenin geçerliliğini kabul etmediğini ve sonucun önceden belli bir sonuç olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Mahkemeye getirildiğinde zayıftı, 65 kilogram (143 lb) ağırlığındaydı ve iştahı zayıftı, ancak sağlıklı olduğu kabul edildi. Robert Ley adlı sanıklardan biri 24 Ekim'de hücresinde kendini asmayı başardığı için kalan mahkûmlar günün her saati izlendi. Daha önceki intihar girişimleri nedeniyle, Hess hücresinden çıktığı her defasında bir nöbetçiye kelepçelendi. Hess, gelişinden hemen sonra, ölüm cezasından kaçınma umuduyla sahte olabilecek hafıza kaybı yaşamaya başladı. Nürnberg'deki baş psikiyatrist, ABD Ordusu'ndan Douglas Kelley, sanığın "temel paranoid ve şizoid kişiliğe aşılanmış, kısmen gerçek ve kısmen sahte olan, esasen histerik tipte gerçek bir psikonevrozdan muzdarip olduğu" görüşünü verdi ama onu yargılanmaya uygun buldu. Eski sekreterlerini getirmek ve eski haber filmlerini göstermek de dahil olmak üzere hafızasını tetiklemek için çaba gösterildi, ancak bu uyaranlara cevap vermemekte ısrar etti. Hess'in 30 Kasım'da mahkemeye ifade vermesine izin verildiğinde, taktik olarak hafıza kaybı numarası yaptığını kabul etti. İddia makamının Hess aleyhindeki davası 7 Şubat 1946'dan itibaren Mervyn Griffith-Jones tarafından sunuldu. Hess'in konuşmalarından alıntı yaparak, Hess'in Hitler'in uluslararası hukuka aykırı bir saldırı savaşı yürütme planlarından haberdar olduğunu ve kabul ettiğini göstermeye çalıştı. Hess, zorunlu askerlik hizmeti gerektiren kararname, Nürnberg ırk yasaları ve fethedilen Polonya topraklarını Reich ile birleştiren bir kararname de dahil olmak üzere önemli hükûmet kararnamelerini imzaladığı için, rejimin eylemlerinin sorumluluğunu paylaşması gerektiğini ilan etti. Almanya'nın Sovyetler Birliği'ni işgalinden yalnızca altı hafta önce Hess'in İskoçya'ya yaptığı seyahatin zamanlamasının, Hess tarafından İngilizleri savaşın dışında tutma girişimi olarak görülebileceğini belirtti. Hess, savcılık davasının yarısında, Şubat ayının sonunda hafıza kaybı semptomları göstermeye başladı. Hess'in savunması için dava, 22-26 Mart tarihleri arasında avukatı Dr. Alfred Seidl tarafından sunuldu. Hess, imzaladığı birçok kararnamenin sorumluluğunu kabul ederken, bu konuların egemen bir devletin iç işleyişinin bir parçası olduğunu ve dolayısıyla bir savaş suçları davasının kapsamı dışında olduğunu söyledi. NSDAP/AO'nun başı olan Ernst Wilhelm Bohle, Hess'in adına tanıklık etmesi için kürsüye çağırıldı. Griffith-Jones, örgütün çeşitli ülkelerdeki casusluğu hakkında sorular sunduğunda, Bohle casusluk gibi savaşçı faaliyetlerin izni veya bilgisi olmadan yapıldığına tanıklık etti. Seidl, NSDAP/AO'nun casusluk yaptığı ve savaşı kışkırttığı iddialarını çürüten diğer iki tanığı, eski Stuttgart belediye başkanı Karl Strölin ve Hess'in kardeşi Alfred'i çağırdı. Seidl, 25 Temmuz'da savunma davasının bir özetini sundu ve burada komplo suçlamasını çürütmeye çalışarak tüm önemli kararları Hitler'in tek başına verdiğine işaret etti. Hess'in, Mayıs 1941'de Almanya'dan ayrıldıktan sonra meydana gelen hiçbir olaydan sorumlu tutulamayacağını belirtti. Bu arada Hess zihinsel olarak çevresindeki olanlardan koptu, ailesinin ziyaretlerini reddetti ve gazete okumayı da reddetti. Hess, kapanış açıklamalarının son gününde 31 Ağustos 1946'da mahkeme heyetine karşı tekrar konuştu ve burada uzun bir açıklama yaptı. Rudolf Hess Nürnberg Mahkemesi'nde kendisine verilen son söz hakkında şunları söylemiştir: Mahkeme, 30 Eylül'de karar vermeden önce yaklaşık iki ay boyunca müzakere etti ve sanıklara 1 Ekim'de bireysel olarak cezaları açıklandı. Hess iki nedenle suçlu bulundu: barışa karşı suçlar (bir saldırı savaşını planlamak ve hazırlamak) ve diğer Alman liderlerle suç işlemek için komplo kurmak. Savaş suçlarından ve insanlığa karşı suçlardan suçsuz bulundu. Duruşmada hapis cezası alan yedi Nazi den biri olarak ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bu yedi kişi, uçakla 18 Temmuz 1947'de Berlin'deki Spandau'daki Müttefik askeri hapishanesine nakledildi. Mahkemenin Sovyet üyesi Tümgeneral Iona Nikitchenko, Hess'in cezasına muhalefet eden bir belge sundu; ölüm cezasının gerekli olduğunu belirtti. Spandau Hapishanesi. Spandau, Birleşik Krallık, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği temsilcilerinden oluşan Almanya'nın askeri işgalinden sorumlu yönetim organı olan Müttefik Kontrol Konseyi'nin kontrolüne alındı. Her ülke, dönüşümlü olarak bir ay boyunca hapishane gardiyanı tedarik etti. Mahkûmlara tıbbi muayeneler yapıldıktan sonra - Hess vücudunun aranmasını reddetti ve zorla tutulması gerekti - hapishane kıyafetleri verildi ve kaldıkları süre boyunca kendilerine hitap edilen numaralar verildi. Hess 7 numaraydı. Hapishanenin küçük bir kütüphanesi vardı ve mahkûmların ek okuma materyalleri için özel talepte bulunmalarına izin verildi. Yazma materyalleri sınırlıydı; her mahkûma, mektuplar için ayda dört parça kağıt alma izni verildi. İzinsiz birbirleriyle konuşmalarına izin verilmedi ve tesiste çalışmaları, temizlik ve bahçe işlerine yardımcı olmaları bekleniyordu. Mahkûmlar, birbirinden yaklaşık 9 metre aralıklarla her gün bir saat süreyle cezaevi çevresinde açık havada yürüyüşe çıkarıldı. Zaman geçtikçe bazı kurallar daha rahat hale getirildi. Ziyaretçilerin ayda yarım saat gelmesine izin verildi ancak Hess, Batı Berlin'deki İngiliz Askeri Hastanesi'nde delinmiş ülser nedeniyle hasta olduğu Aralık 1969'a kadar ailesinin kendisini ziyaret etmesini yasakladı. Bu sırada oğlu Wolf Rüdiger Hess 32 yaşında ve Ilse Hess 69 yaşındaydı; Hess'i 1941'de Almanya'dan ayrıldığından beri görmemişlerdi. Bu hastalıktan sonra ailesinin düzenli olarak ziyaret etmesine izin verdi. Torunlarının fotoğraflarını ve filmlerini sık sık getiren kayınpederi Andrea, özellikle hoş karşılanan bir ziyaretçi oldu. Hess'in tutsak olduğu süre boyunca hem zihinsel hem de fiziksel sağlık sorunları devam ediyordu. Karın ağrıları olduğunu iddia ederek gece ağlıyordu. Yemeğinin zehirlendiğinden şüphelenmeye devam etti ve hafıza kaybından şikayet etti. 1957'de onu muayene eden bir psikiyatrist, bir akıl hastanesine nakledilecek kadar hasta olmadığına karar verdi. Hess, 1977'de tekrar intihara teşebbüs etti. Hess, hastanede kaldığı süre dışında, hayatının geri kalanını Spandau Hapishanesinde geçirdi. Mahkûm arkadaşları Konstantin von Neurath, Walther Funk ve Erich Raeder 1950'lerde sağlık durumlarının kötüleşmesi nedeniyle serbest bırakıldılar; Karl Dönitz, Baldur von Schirach ve Albert Speer ceza sürelerini doldurdular ve serbest bırakıldılar; Dönitz 1956'da, Schirach ve Speer 1966'da ayrıldı. 600 hücreli hapishane, 1966'dan Hess'in 1987'deki ölümüne kadar, tahmini yıllık maliyeti 800.000 DM olan tek mahkûm için tutulmaya devam etti. 1980'lerde koşullar ilk yıllara göre çok daha iyiydi; Hess'in hücre bloğunda daha özgürce hareket etmesine, kendi rutinini belirlemesine ve televizyon, film, kitap okuma ve bahçecilik dahil kendi faaliyetlerini seçmesine izin verildi. Bahçeye kolayca ulaşabilmesi için bir asansör kuruldu ve 1982'den itibaren kendisine bir sağlık görevlisi sağlandı. Hess'in avukatı Alfred Seidl, 1947 gibi erken bir tarihte serbest bırakılması için çok sayıda itirazda bulundu. Bunlar, esas olarak Sovyetlerin teklifi defalarca veto etmesi nedeniyle reddedildi. Spandau Batı Berlin'de bulunuyordu ve varlığı Sovyetlere şehrin bu bölümünde bir yer sağlamıştı. Ek olarak, Sovyet yetkilileri Hess'in 1941'de ülkelerine bir saldırının yaklaştığını bilmesi gerektiğine inanıyorlardı. 1967'de oğlu Wolf Rüdiger Hess, babasının tahliyesi için bir kampanya başlattı ve Birleşik Krallık'taki Geoffrey Lawrence ve Batı Almanya'daki Willy Brandt gibi politikacıların desteğini topladı, ancak mahkûmun ileri yaşına ve sağlığı kötüye gitmesine rağmen işe yaramadı. 1967'de Wolf Hess, Eylül ayına kadar Hess'in serbest bırakılmasını isteyen bir dilekçeyle 700 imza toplayan bir dernek kurdu. 1974'e gelindiğinde 350.000 kişi dilekçeyi imzalamıştı. Amerikalı tarihçi Norman Goda, Hess'i serbest bırakmak için kampanya yürütenlerin, tutukluluğunun acımasızlığını rutin olarak abarttığını yazdı. Goda, Wolf Hess'in babasını serbest bırakma çabalarının, babasının suçlu olup olmadığı sorusuyla babasının insani gerekçelerle salıverilmeyi hak edip etmediği sorusunu birleştirerek nihayetinde geri teptiğini belirtir. Wolf, İngiltere'nin işlediği "savaş suçunu" gizlemek için babasını haksız yere hapsettiğini savundu ve eğer Churchill, Hess'in Mayıs 1941'de barış teklifini kabul etseydi milyonlarca hayatın kurtarılabileceğini savundu. 1973'te İsrail dışişleri bakanı Abba Eban, Hess'in savunucularının iddia ettiği kadar kötü muamele görmediğini ve cezasının tamamını çekmesi gerektiğini iddia etti. Eylül 1979'da yapılan tıbbi testler, Hess'in potansiyel olarak ölümcül prostat kanserinden muzdarip olduğunu gösterdi. 8 Eylül 1979 tarihli bir mektupta Hess, serbest bırakılmadığı takdirde tedaviyi reddedeceğini, "haksız yere mahkum edilmiş bir adam" olarak özgürlüğü hak ettiğini ve ölürse, onun ölümü İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri liderlerinin vicdanına olacağını açıkladı. Cyrus Vance şöyle yazdı: "Mantıksızlığın başlangıcını temsil etmenin ötesinde, Hess'in iyi düşünülmüş girişimi tıbbi durumunu serbest bırakmaya zorlamak için kullanmaktır". İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Carrington, Hess'in serbest bırakılması için çağrıda bulundu, ancak Sovyet Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko, Hess'in hiçbir zaman "pişman olmanın gölgesini bile göstermediği" ve hala masum olduğunu iddia ettiği gerekçesiyle reddetti. Gromıko, birçok kişinin Hess'in serbest bırakılmasını yanlış bir mahkûmiyetin teyidi olarak kabul edeceğini de söyledi. Hess'in Batı Almanya'daki neo-Nazi gruplarına başvurması, Sovyetlerin onun serbest bırakılmasını düşünme konusundaki isteksizliğini daha da artırdı. Hess özür dilemeyen bir Nazi ve Yahudi düşmanı olmaya devam etti; bu genellikle, onu zararsız bir yaşlı adam olarak tasvir eden, serbest bırakılmasını savunanlar tarafından göz ardı edildi. Hess, serbest bırakılırsa medyaya hiçbir açıklama yapmayacağına söz vererek kendini serbest bırakma çabalarını daha da engelledi ve yapmayı planladığı açıklamaların taslaklarını defalarca yazdı. 25 Haziran 1986'da bir Sovyet muhafız, Spandau'daki papaz Charles Gabel'i Hess tarafından yapılan bir açıklamayı dışarıya kaçırmaya çalışırken yakaladı ve Gabel'in kovulmasına neden oldu. Hess belgeyi başlangıçta 1946'daki Nürnberg duruşmasında açılış adresi olarak yazmıştı ve yargıçlar onu kısa kestikten sonra tam olarak teslim edememişti. Hess, Ekim 1946'da açıklamanın bir kopyasını Sir Oswald Mosley'e postalamaya çalıştı, ancak mektup ABD'li gardiyanlar tarafından ele geçirildi. Hess'in açıklaması (hem 1946 versiyonu hem de 1986 versiyonu) Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne yönelik saldırısının önleyici olduğunu iddia ediyordu; Sovyetler Birliği'nin Almanya'ya saldırmayı planladığına dair çok büyük kanıtlar olduğunu iddia etti. Açıklamasında, İngiltere'yi Sovyetlerin "Avrupa medeniyetine" ve tüm dünyaya yönelik tehlikesinden haberdar etmek amacıyla İskoçya'ya uçuşunu Hitler'e bildirmeden yapmaya karar verdiğini söyledi. Uyarısının İngiltere'nin Almanya ile savaşı bitirmesine ve Sovyetler Birliği'ne karşı mücadeleye katılmasına neden olacağına inanıyordu. Yıllar boyunca tek dostu 1964'te hapishanenin komutanı olarak atanan ABD'li Yarbay Eugene K. Bird idi. İkisi arasında yüzlerce saat süren tartışmalardan sonra, aralarında dostane bir ilişki gelişmişti. Mart 1971'de, Berlin'deki Bird'ün amirleri, Hess hakkında bir kitap yazarken Bird'ün Hess ile işbirliğinden haberdar oldular. Ev hapsine alındı ve sonunda Spandau Hapishanesi Komutanı olarak görevinden istifa etti. Bu olay aslında askeri kariyerine de son verdi. Bird 1974'te Hess ile ilişkisini anlattığı bir kitap yazdı. Ölüm ve sonrası. Hess, 17 Ağustos 1987'de 93 yaşında, hapishane bahçesinde okuma odası olarak kurulan bir yazlık evde öldü. Lambalardan birinden bir uzatma kablosu aldı, bir pencere mandalına bağladı ve kendini astı. Cebinde, yaptıkları her şey için ailesine teşekkür eden kısa bir not bulundu. Öldüğünde 93 yaşındaydı ve Almanya'daki en yaşlı mahkûmdu. Dört Mihver ülkesi, 17 Eylül'de ölümün intihar olduğuna karar veren bir bildiri yayınladı. Başlangıçta nasyonal sosyalizm sempatizanları tarafından ve medyanın ilgisini veya gösterileri önlemek için gizli bir yere gömüldü. Ölümünün hemen ardından Spandau hapishanesi, bir neo-Nazi türbesi haline gelmesini önlemek için yıkılmıştır. Rudolf Hess 17 Mart 1988'de Wunsiedel'de bir aile mezarlığına yeniden gömüldü. 1995 yılında Rudolf Hess'in ölen eşi de onun yanına gömülmüştür. Hess'in avukatı Alfred Seidl, kendisini öldürecek kadar yaşlı ve zayıf olduğunu düşünüyordu. Oğlu Wolf Rüdiger Hess defalarca babasının İngiliz Gizli Haber Alma Servisi tarafından savaş sırasında İngilizlerin işledikleri savaş suçları hakkında bilgi vermesini engellemek için öldürüldüğünü iddia etti. Abdallah Melaouhi, 1982'den 1987'ye kadar Hess'in sağlık görevlisi olarak görev yapmıştı; benzer bir konuda kendi yayınladığı bir kitap yazdıktan sonra yerel bölge parlamentosunun Göçmenlik ve Entegrasyon Danışma Konseyi'ndeki görevinden ihraç edildi. İngiliz hükûmeti tarafından 1989 yılında yapılan bir soruşturmaya göre, mevcut kanıtlar Hess'in öldürüldüğü iddiasını desteklemedi ve Başsavcı Sir Nicholas Lyell daha fazla soruşturma yapılması için hiçbir gerekçe görmedi. Otopsi sonuçları, Hess'in kendini öldürdüğü sonucunu destekledi. 2012'de gizliliği kaldırılan ve yayınlanan bir rapor, Hess'in öldürülüp öldürülmediğine dair soruların tekrar sorulmasına yol açtı. Tarihçi Peter Padfield, cesedin üzerinde bulunan intihar notunun, Hess'in 1969'da hastaneye kaldırıldığı sırada yazılmış gibi göründüğünü yazdı. Almanya ve Avrupa'daki neo-Naziler, Wunsiedel'de her yıl gerçekleşen Hess'in ölüm yıl dönümü için bir anma yürüyüşü, benzeri gösteriler ve toplantılar düzenlediler. Bu toplantılar, 1991 yılından 2000 yılına kadar neo-Naziler tarafından diğer şehirler ve ülkelerde (örneğin, Hollanda ve Danimarka gibi) yapıldı. Neo-Nazi hac ziyaretlerini durdurmak için, mahalle konseyi 2011'de süresi dolduğunda mezar alanının kira sözleşmesinin uzatılmasına izin vermemeye karar verdi. Ailesinin nihai rızasıyla Hess'in mezarı 20 Temmuz 2011'de yeniden açıldı. Kalıntıları yakıldı ve külleri aile üyeleri tarafından denize saçıldı. "Ich hab's gewagt" ("Cesaret ettim") kitabesini taşıyan mezar taşı yıkıldı. Spandau Hapishanesi, neo-Nazi tapınağı haline gelmesini önlemek için 1987'de yıkıldı. Spandau mahkûmunun aslında Hess olmadığına dair bir efsane 2019'da çürütüldü. Walter Reed Ordu Tıp Merkezi'nden Sherman McCall ve Salzburg Üniversitesi'nden Jan Cemper-Kiesslich tarafından yapılan bir DNA testi çalışması, mahkûmun Y kromozom DNA markörleri ile Hess'in yaşayan erkek akrabasınınkiler arasında yüzde 99.99'luk bir eşleşme gösterdi. Komplo teorileri. Rudolf Hess'in ölümüne ilişkin çeşitli çelişkiler vardır. İngiliz kaynaklarına göre Hess elektrik kablosuyla kendisini asarak intihar etmiş fakat Hess'in ailesinin iddialarına göre 93 yaşında yaşlı bir adamın bunu yapması olanaksızdır. Çeşitli çevrelere göre İngiliz MI6 ajanları tarafından hapishane bahçesinde vurularak infaz edilmiştir. Bunun sebebi o günlerde Hess'in çeşitli çevrelerden artık tahliye edilmesi isteğiydi. Çok yaşlanmış olduğu için batılı devletler onu serbest bırakmak istedilerse de Sovyetler'e bunu kabul ettiremediler. Eylül 2013'te üzerindeki gizliliği 25 yıl sonra kalkan bir iç yazışmada, Hess'in İngiliz Gizli Servisi ajanları tarafından öldürüldüğünü iddia eden 1987 tarihli bir doktor raporunun ortaya çıkması üzerine, Hess'in ölümüne dair tartışmalar yeniden alevlendi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16420", "len_data": 49495, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Mehmet Başaran (25 Nisan, 1926, Kırklareli - 27 Haziran 2015, İstanbul), köy edebiyatı hareketinin şiirdeki temsilcilerinden biri olan şair, eğitimci ve yazardır. 1926'da Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesindeki Ceylanköy'de doğdu. Kepirtepe Köy Enstitüsü'nü (1943) ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü bitirdi (1946). Köy Enstitülü Hatun Birsen Başaran ile evlendi. Askerliğini yaparken Yedeksubay Okulu'ndan çavuşa çıkarıldı. Köy enstitüsü öğretmenliği, gezici başöğretmenlik, ilkokul öğretmenliği, Türkçe öğretmenliği yaptı ve Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı, 1979'da emekli oldu. 1950'li ve 1960'lı yıllarda güçlenen köy edebiyatı hareketinin şiirdeki önde gelen temsilcilerinden birisidir. İlk şiiri "Köy Enstitüleri Dergisi"nde yer aldı. "Adam Sanat", "Gösteri", "Kıyı", "Varlık", "Yansıma", "Yazko Edebiyat", "Yeditepe", "Yeni Biçem", "Yeni Ufuklar" ve "Yücel" gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. Toplumcu düşünceyi didaktizme düşmeden şiirlerine sindirmeyi bildi. Şiirlerinde direnme ve umut temalarını iç içe işledi. Aynı temalar gözlem ve deneyimleriyle bütünleşmiş olarak "Ahlat Ağacı" ve "Nisan Haritası"ndan sonra şiir kitaplarına damgasını vurdu. 27 Haziran 2015 tarihinde hayatını kaybeden Başaran'ın cenazesi doğduğu yer olan Ceylanköy'de toprağa verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16424", "len_data": 1308, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.56 }
Hatun Birsen Başaran (1927 - 1997) eğitimci. Yazar Mehmet Başaran'ın eşi. Başaran'ın roman ve öykülerinde Elif adıyla anılan kişidir. Kayseri, Pazarören yakınında küçük bir köyde doğdu. Bir toprak davasından cezaevine düşen babası içeride ölünce annesi yirmi yaşlarında dul kaldı. Zor yaşama koşulları içinde çocukluğunu yaşayamadı. Pazarören Köy Enstitüsü'ne girişi kurtuluş oldu. Çalışkan bir öğrenciydi. Burayı bitirdikten sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ne girdi. Bitirme tezi Kömagil Köyü'nde Giyim'di. Yüksek Köy Enstitüsü'nün çıkardığı "Köy Enstitüsü" dergisine yazdığı Elif Teyze adlı yazı, köy kadınının ve kadınlarımızın çilesini dile getiren çarpıcı gerçekleri sergiliyordu. Hasan Ali-Kenan Öner Davası sırasında karşı tarafça suçlanan bir yazı oldu. Yüksek Bölümü bitirince Mehmet Başaran'la nişanlandı. Başaran yedek subay okulundan çavuş olarak çıkarılınca üç yıl onu bekledi. Kaynarca köyünde ilkokul öğretmeni olarak çalıştı. Sonra Balıkesir Havran-Edremit ilkokullarında öğretmenlik yaptı. İstanbul Erenköy Kız Lisesi'nde müdür yardımcılığı görevini yaptığı sırada başarısı ödüllendirilerek bir yıllığına Londra'ya gönderildi. Buradan İngiltere eğitimi üzerine gözlemlerini ve izlenimlerini İmece dergisine yazdı. Elif Teyze'yle başlayan yazarlığı gizli yazarlık olarak sürmüştü. Hatun Başaran'ın meslek hayatı başarıyla sürerken, özel hayatı acılar içinde geçti. İlk kızı Filiz Başaran'ın kalbinde bir delikle doğmuştu. Açık kalp ameliyatı geçirdi. İkinci kızı Deniz, İktisat Fakültesini bitirdi. O zamanlar olaylı yıllardı. Kızı Deniz, bir devrimci grubun üyesiydi ve yaşamına intihar ederek son verdi. Hatun Başaran bu olaydan çok etkilendi; kızının ölümünden yedi yıl sonra, 1997'de akciğer kanserinden öldü. Ölümünden sonra günlüklerinin kanserle savaştığı dönemi anlatan bölümü eşi tarafından Can Evimde Mor Isırgan adlı kitapta yayımlandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16425", "len_data": 1869, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.46 }
Vedat Günyol (6 Mart 1911, İstanbul – 9 Temmuz 2004, İstanbul), Türk çevirmen, eleştirmen, yayımcı ve yazardır. Çıkardığı "Yeni Ufuklar" dergisiyle Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Türk hümanizmini kurmaya çalışmıştır. Cemal Süreya'nın 80'li yılların sonlarına doğru Vedat Günyol'u "edebiyatçıların cumhurbaşkanı adayı" olarak önermesi ilginç bir anekdottur. Yaşamı ve Kariyeri. Arnavutluk'tan gelen bir baba ile Diyarbakırlı bir annenin çocuğu olarak İstanbul Fatih'te doğdu. İlkokulu Diyarbakır'da (1922), ortaokulu İstanbul'da (Gelenbevi Ortaokulu, 1926) ve liseyi 1934'te Saint Benoit Fransız Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. İlk çevirilerini üniversite yıllarında yaptı. Paris’te başladığı Devletler Hukuku doktorasını 2. Dünya Savaşı yüzünden yarım bırakmak zorunda kaldı ama 10 yıl sonra geri dönerek "Devletler Hukukunda Birey" konulu teziyle tamamladı. Paris’te bulunduğu sürede Halide Edip Adıvar ve eşi Adnan Adıvar ile yakın dost oldu. Halide Edip Adıvar ile ortak çeviriler yaptı. Zorunlu olarak yurda döndüğünde, mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde kamu hukuku asistanlığı ve Fransızca okutmanlığı yaptı (1939-40). 1940'ta Vefa lisesinde ve Gedikpaşa Ortaokulunda Fransızca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü ve Tercüme Bürosu üyeliği (1942 – 1948), İslam Ansiklopedisi Yazı Kurulu (1949 – 1959) üyeliği görevlerinde bulundu. Aynı tarihlerde Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, Ankara Gazi Lisesi ve İtalyan Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı. 1950’de İstanbul barosuna 2550 sicil numarası ile kaydoldu ve sekiz yıl avukatlık yaptı, 1955-1960 yılları arasında uluslararası bir bankanın, 'nın hukuk müşavirliğini üstlendi. 1962-1972 yılları arasında çalıştığı Atatürk Erkek Lisesi (Taksim Atatürk Lisesi) Fransızca Öğretmenliğinden emekli oldu. Yazın Yaşamı. Edebiyata 1934 yılında Yücel dergisinde çeviri ile başladı, 1939'da Paris'ten yurda döndükten sonra Fransız romanlarını tanıtım yazıları ve kitap eleştirileriyle bu dergide yazmayı sürdürdü. 1941’de Cemal Nadir ile Arkadaş adlı haftalık çocuk dergisini yayınladı. Şirket-i Hayriye ve Yücel dergilerinde çevirmenlik yaptı. 1952’de Orhan Burian ile birlikte Ufuklar dergisini çıkarmaya başladı. Burian'ın ölümünden sonra, 1953’den 1976’ya kadar dergiyi Yeni Ufuklar adıyla 275 sayı sürdürdü. 1959'da Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Türkçe'deki çeviri yazını eksiğini kapatmak amacıyla "Çan Yayınları" adlı bir yayınevi kurdu. Günyol'un "E"n güzel yıllarım"" diye nitelendirdiği 1977'ye dek süren bu dönemde 62 çeviri kitap yayınlandı. Vedat Günyol daha sonra "Milliyet Sanat, Adam Sanat, Varlık, Yaşasın Edebiyat, Hürriyet Gösteri, Tiyatro 76, Forum, ABC, Kapris, Saçak" gibi dergilerde, Cumhuriyet gazetesinde yazılar yayımladı. İki kez yargılandı. 1964 yılında Çan Yayınlarından çıkardıkları Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol çevirisi Gracchus Babeuf'un “"Devrim Yazıları"” adlı eseri nedeniyle yargılandılar ve iki yıl süren mahkeme süreci sonunda beraat ettiler. 1971'de ise Komünist Parti Kurucularından olduğu iddiasıyla Sabahattin Eyüboğlu ve eşi, Azra Erhat, Yaşar Kemal ve eşi ile birlikte tutuklandı. Dört ay İstanbul Maltepe Cezaevinde kaldılar ama ilk celsede beraat ettiler. Birçok ansiklopedide edebi kurul üyeliği yaptı. Maltepe Üniversitesi bünyesindeki Özel Marmara Radyo Televizyon ve Gazetecilik Anadolu Teknik Lisesi'nde Türker Gedik ile birlikte İnsan Hakları ve Demokrasi dersleri veren Vedat Günyol'a Nisan 2002'de Maltepe Üniversitesi tarafından fahri doktorluk unvanı verildi. Üniversitenin Cevizli Kampusu'nda 2 Mayıs 1998'de Vedat Günyol'un bağışlarıyla açılan bir Vedat Günyol Kitaplığı da bulunuyor. 1999'da 60. sanat yılını bir törenle kutladı. 9 Temmuz 2004'te İstanbul'da öldü. Ölümünden sonra anısına Vedat Günyol Deneme Ödülü düzenlendi. Notlar. 21 Nisan 2002 tarihinde Hürriyet Gazetesi muhabiri İhsan Yılmaz, Vedat Günyol ile söyleşisini yayınlar: “Türkiye’ye döndüklerinde onlarla görüştüm, asistanlık yaptım. Halide Edip ile Türk’ün Ateşle İmtihanı’nı İngilizce’den Türkçe’ye çevirisini birlikte yaptık. O dikte ediyor ben yazıyordum. Hastalanınca Vedat sen git tercüme edip getir bana diyor, bu sefer ben tercüme ediyorum, o düzeltiyor. Kitabın orijinali “Turkish Ordeal” idi. Ama kitabın İngilizce baskısında Atatürk aleyhine yazdığı yerleri Türkçeye çevirirken almadı. Yani o bölümleri kendisi sansürledi.” Kaynak: Halide Edip Beni 13 Yıl Sömürdü; İhsan Yılmaz - Vedat Günyol Söyleşisi, Hürriyet Gazetesi Pazar Eki, 21 Nisan 2002
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16426", "len_data": 4580, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.42 }
Gine-Bissau ya da resmî adı ile Gine-Bissau Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde bulunan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Senegal ve Gine oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti ve en büyük şehri Bissau'dur. Etimoloji. Ülkenin ismi bir Tuareg kelimesi olan "aginaw" sözcüğünden gelmekte olup, sözcük "siyahi" anlamına gelmektedir. Bu kelimeden yola çıkarak ülke ismi "siyahilerin yaşadığı ülke" anlamında kullanılmaktadır. Ancak komşusu olan Gine ile aynı ismi taşımamak adına ülke isminin sonuna başkent Bissau adına eklenerek günümüzde de kullanılan Gine-Bissau ismi ortaya çıkmıştır. Coğrafya. Ülkenin toplamda sahip olduğu 724 km'lik sınırın 338 km'si kuzeyinde bulunan Senegal, 386 km'si ise doğusunda bulunan Gine devleti ile oluşmaktadır. Ülkenin ayrıca batısında bulunan Atlantik Okyanusunu 350 km'lik bir kıyısı mevcuttur. Ülke toplamda 28.120 km²'si yeşil alan, 8.005 km²'si ise su alanı olmak üzere 36.125 km²'lik bir alana sahiptir. Afrika kıtası geneline bakıldığında Gine-Bissau bu veriler ile kıtanın küçük ülkelerinden biri konumundadır. Ülkenin iç kesimlerinde düz ovalar görülürken, bu alanlar kıyı kesimlerine doğru var olan erozyonun da etkisiyle bataklık alanlar ile birleşmektedir. Ülkenin en yüksek dağı deniz seviyesinden 262 m yükseklikte bulunan Madina do Boé dağıdır. Ülke içerisindeki en önemli nehirleri ise Río Gêba, Río Cacheu ve Río Corubal nehirleri oluşturmaktadır. Ülkenin ana kara kıtası dışında sahip olduğu Bissagos Takımadaları toplamda 88 adet adadan oluşmaktadır. İklim. Ülke genelinde tropikal bir iklim yaşanmaktadır. Yıl boyu nemli ve sıcak bir havaya sahip olan ülkede ortalama sıcaklık 24 °C 'dır. Özellikle Aralık ile Nisan ayları arasında Harmattan çöl rüzgarlarının da etkisi ile kurak bir dönem yaşanırken, Mayıs ayından Ekim ayı sonuna kadar yağmur yağmaktadır. Bu aylar içerisinde özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında yağmur şiddetini ve miktarını artırmaktadır. Nüfus. Gine-Bissau'da son olarak 2009 yılında gerçekleştirilen sayım sonuçlarına göre 1,449,230 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmî sayım konumundadır. Gine-Bissau'da Temmuz 2022 tahmini nüfus bilgilerine göre ise 2,026,778 kişi yaşamaktadır. Bu nüfus sayısı ile ülke dünya genelinde 150. sırada yer almaktadır. Gine-Bissau genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %63,55'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,08'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %43.17 (erkek 417,810/kadın 414,105) 15-24 yaş: %20.38 (erkek 192,451/kadın 200,370) 25-54 yaş: %30.24 (erkek 275,416/kadın 307,387) 55-64 yaş: %3.12 (erkek 29,549/kadın 30,661) 65 yaş ve üzeri: %3.08 (erkek 25,291/kadın 34,064) Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %45 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,53 düzeyindedir. Etnik gruplar. Nüfusun %99'u Afrika kökenli olup, Avrupa kökenlilerin ülke genelinde mevcudiyeti %1 oranındadır. Ülke içerisinde farklı dil, kültür ve sosyal yapıya sahip 25 adet etnik grup yaşamaktadır. Bu 25 farklı etnik grup ülke nüfusu içerisinde %85'lik bir dilimi oluşturmaktadır. Etnik gruplar içerisinde en kalabalık topluluklar %28 ile Balanta, %19 ile Fulbe ve %14 ile Manjaco etnik grubudur. Dil. Ülkenin resmî dili Portekizcedir. Okul çağından itibaren tüm derslerin Portekizce olmasına rağmen ülke genelinde bu dili bilen çok az sayıda kişi bulunurken standart olarak Portekizceyi herhangi bir sıkıntı yaşamadan konuşabilen kesim ise nüfusun %14'lük bir kısmını oluşturmaktadır. Her bir etnik grubun kendi içerisinde konuştuğu o gruba özgü dilleri vardır. Bu diller o topluluğun aynı zamanda anadilini oluşturmaktadır. Bunun dışında günlük hayatta Portekizce başta olmak üzere birkaç dilin karıştırılması ile oluşturulan Gine-Bissau Kreol dili konuşulmaktadır. Ülke genelinde tüm okullarda Portekizce olan öğretim dilinin Gine Bissau Kreol dili ile değiştirilme girişimleri günümüze kadar başarılı olamamıştır. Her ne kadar böyle bir istek söz konusu olsa da eğitim öğretim için gerekli olan gereçlerin bu dilde olmaması bu girişimi başarısız kılmaktadır. Din. 2020 resmi nüfus sayımına göre Ülke nüfusunun %45'i İslam inancına inanmaktadır. Yerel dinlere inananın oranları %35 iken, Hristiyan inancına inananların oranı %20'dur. Sosyal durum. Sağlık. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %79,3'ü temiz su kaynaklarından su temin edebilmektedir. Ancak bu oran şehirlerden kırsal kesime ilerlendiğinde düşmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun sadece %20,8'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabildiği ülkede, nüfusun %79,2'si ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde humma, menenjit, ishal, hepatit, sıtma, tifo ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2014 tahmini verilerine göre %3,69 düzeyindedir. Eğitim. Gine-Bissau genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %59,9 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %71,8 iken, kadınlarda %48,3 seviyesindedir. Zorunlu eğitimin dokuz yıl olduğu ülkede okuma çağında olan ne kadar erkek ve kız çocuğunun okula gittiği yönünde bir bilgi bulunmamaktadır. Eğitim çağına girmek üzere olan ya da eğitim çağında olan 226,316 çocuğun çocuk işçi statüsünde çalıştığı bildirilmektedir. Bu veri ile 2010 tahminine göre ülkenin çocuk nüfusunun %57'si çocuk işçi olarak çalışmaktadır. Tarih. Günümüzde ülkenin varlığını sürdürdüğü bölge 13.yy sonlarından itibaren yerleşim alanı olarak kullanılmaya başlanmış, 1537-1867 yılları arasında da Kaabu Krallığı'nın hakimiyet sürdüğü bir bölge olmuştu. Bu varlıklarını 1446 yılında günümüzdeki Gine kıyılarının üst bölgelerine gemiler ile gelen ilk Portekizli tüccarlar, bu bölgeleri yer edinmiştir. Portekiz 1879 yılına kadar Yeşilburun Adaları bölgesinden yönettiği bölgeyi, aynı yıl içerisinde bölgeyi Portekiz Ginesi adı ile kendine bağlı bir il yapmıştır. Amilcar Lopes Cabral önderliğinde 19 Eylül 1956 tarihinde kurulan PAIGC, 1963 ile 1974 yılları arasında bölgenin bağımsızlığı ile mücadele vermiştir. Ülke üzerindeki birçok noktada hakimiyeti ele geçiren PAIGC, 24 Eylül 1973 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiş, bu ilan ise Portekiz tarafından ancak bir yıl sonra 10 Eylül 1974 tarihinde kabul edilmiştir. İdari yapılanma. Gine Bissau ülke genelinde sekiz bölgeye ve ayrıca özerk başkent alanı Bissau'a ayrılmıştır. Bu sekiz bölge kendi içerisinde ayrıca 37 alana ayrılmış durumdadır. Bu sekiz bölge ülke genelinde üç il içerisine bölünmüş konumdadır. Bu iller Leste (Doğu: Bafatá, Gabú), Norte (Kuzey: Biombo, Cacheu, Oio) ve Sul (Güney: Bolama, Quinara, Tombali) 'dur. Şehir. Gine-Bissau'un 1 Ocak 2005 verilerine göre en büyük ve en kalabalık şehirleri şu şekildedir: Bissau 388.028 kişi, Bafatá 22.521 kişi, Gabú 14.430 kişi, Bissorã 12.688 kişi, Bolama 10.769 kişi ve Cacheu 10.490 kişi. Siyaset. Ülke 1984 yılında gerçekleşen anayasa değişikliği ile başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. 1991 yılına kadar tek partili sistemin işlediği ülkede, bu yıldan itibaren çok partili sisteme geçiş gerçekleştirilmiştir. 2004 seçimleri. 28 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:102): Seçimlere katılım oranı %75. 2008 seçimleri. 16 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:100): Toplam: 100 Milletvekili. Seçimlere katılım oranı %82. 2014 seçimleri. 13 Nisan 2014 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:102): Toplam: 102 Milletvekili. Seçimlere katılım oranı %88,57. 18 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde ise PAIGC adayı José Mário Vaz, diğer aday Nuno Gomes Nabiam'a karşı oyların %61,92'sini elde ederek devlet başkanlığı makamına seçilmiştir. Bu seçimlerde katılım oranı %78 olarak açıklanmıştır. Ekonomi. Gine-Bissau dünya genelinde en yoksul ülkelerden sayılmaktadır. Her ne kadar son yıllarda ekonomik açıdan ülke büyüme gösterse de, 2009 verilerine göre ülkede kişi başı GSYİH 512$ düzeyindedir. Ülkenin dış ticaret açığı çok yüksek seviyelerde bulunmaktadır. Ülke kaynaklarının yurt dışına ihraç edilmesi, devlet için bir kaynak oluşturmaktadır. Endüstriyel ürünlerin tüm gereksinimleri, parçaları başta Avrupa olmak üzere çoğunlukla diğer ülkelerden ithal edilmektedir. Bu sebepten dolayı satışa çıkan ürünler, komşu ülkelere göre çok daha pahalıya satılmaktadır. Gelir dağılımının eşit olmadığı ülkede, aile bireyleri günlük ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk yaşayabilmektedir. Ordu. Halkın Devrimci Silahlı Kuvvetleri (Portekizce: Forças Armadas Revolucionárias do Povo) veya FARP, Gine-Bissau'nun ulusal ordusudur. Ordu, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve paramiliter güçlerden oluşurlar. 2008 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı sayımı, Silahlı Kuvvetlerde yaklaşık 4.000 personel bulunduğunu tahmin etmiştir. Daha önceki World Fact Book kaynağına göre 9.250 idi. CIA World Fact Book ayrıca askeri harcamaları 9.46 milyon $ ve askeri harcamaları GSYİH'nın yüzdesi olarak% 3.1 olarak tahmin etti. World Fact Book ayrıca, askerlik hizmet yaşı ve yükümlülüğünün, zorunlu zorunlu askerlik hizmeti için 18-25 yaş olduğunu bildirmektedir; Gönüllü hizmet için 16 yaşında veya daha küçük bir çocuğun ebeveyn izniyle (2009). 2010 Gine-Bissau askeri huzursuzluğu. Tümgeneral Batista Tagme Na Waie, 2009 yılında suikaste kadar Gine-Bissau silahlı kuvvetlerinin genelkurmay başkanıydı. 1 Nisan 2010'da Gine-Bissau'da askeri huzursuzluk yaşandı. Başbakan Carlos Gomes Junior, Ordu Genelkurmay Başkanı Zamora Induta'yı da gözaltına alan askerler tarafından ev hapsine alındı. Gomes ve partisi PAIGC destekçileri harekete başkent Bissau'da göstererek tepki gösterdi; Genel Kurmay Başkan Yardımcısı Antonio Indjai, protestolar devam ederse Gomes'yı öldüreceği konusunda uyardı. AB, ülkenin güvenlik güçleri olan AB SSR Gine-Bissau'yu 4 Ağustos 2010'da, ordudaki ve başka yerlerdeki güçlü generalleri ve uyuşturucu kaçakçılarını daha da zorlaştırabilecek bir reform yapma misyonuna son verdi. AB misyonunun Gine-Bissau'daki sözcüsü, AB'nin isyanın beyni General Antonio Indjai ordu genelkurmay başkanı programını askıya alması gerektiğini söyledi. "AB misyonu bunun anayasal düzenin ihlali olduğunu düşünüyor. Onunla birlikte çalışamayız. Angola yardımı. Angola, 2010 yılından beri Portekiz Dil Ülkeleri Topluluğu (CPLP) başkanlığında, 2011'den beri savunma ve güvenlik reformuna yardımcı olmak için Gine-Bissau'da (MISSANG) askeri bir göreve katıldı. Her iki ülkenin savunma bakanları arasında imzalanan ve her iki parlamento tarafından onaylanan bir Hükûmet anlaşmasını tamamlayan MISSANG'ın 249 Angolalı erkeğin (hem askerler hem de polis memurları) gücü vardı. Angola yardım misyonu, Guinean silahlı kuvvetleri ve polisinin kışla ve polis karakollarının onarımı, idari hizmetlerin organizasyonu ve yerel ve Angola kurumlarında teknik ve askeri eğitim de dahil olmak üzere bir reform teknik ve askeri işbirliği programı içeriyordu. Görev, Gine-Bissau, Raimundo Pereira ve başbakan Gomes Júnior'un geçici başkanının görevden alınmasına yol açan politik-askeri bir krizin ardından Angola Hükûmeti tarafından durduruldu. 22 Haziran 2012'de misyonun ekipmanını taşıyan Angola gemisi Rio M'bridge Luanda'ya geri döndü. Hava Kuvvetleri. Portekiz'den bağımsızlığa kavuştuktan sonra, hava kuvvetleri Küba ve SSCB'deki eğitimden dönen memurlar tarafından kuruldu. FAGB, Sovyetler Birliği tarafından, ilk savaş uçaklarının tanıtıldığı sınırlı bir yardım paketi ile yeniden donatıldı. Tarih. 1973-74 yılına kadar Bissalanca'dan ayrılırken Portekiz Hava Kuvvetleri üç Kuzey Amerika T-6G'den ayrıldı. Portekiz'den bağımsızlığa kavuştuktan sonra, hava kuvvetleri Küba ve SSCB'deki eğitimden dönen memurlar tarafından kuruldu. FAGB, Sovyetler Birliği tarafından, ilk savaş uçaklarının getirildiği sınırlı bir yardım paketi ile yeniden donatıldı. Beş MIG-17 ve iki MiG-15UTI eğitmeni tek bir Mi-8 helikopteriyle hizmete girdi. 1978'de Fransa kıyı devriyesi ve fazlası Alouette III için Reims-cessna FTB.337 şeklinde daha fazla uçak yardımı sağladı. Angola hükûmeti tarafından bir Dassault Falcon 20F bağışlandı, ancak yakında ABD'ye satıldı. 1980'lerin sonunda, benzer sayıda MiG 21, MiG 17'lerin yerini aldı, ayrıca bir An-24, Yak-40 ve başka bir Mi-8 helikopteri verdi. 90'lı yılların başında Polonya ve Doğu Almanya'dan eski Polonya PZL-Mielec Lim-6 Fresk avcı bombardıman uçakları aldılar. Kuvvetin unvanı 1998'deki iç savaşın başlamasından sonra Força Aérea da Guiné-Bissau (FAGB) olarak değiştirildi. Cooper ve Weinert eyaleti '1991'de son kez görüldüğünde, [MiG] filosunun çoğu Bissalanca IAP (Osvaldo Vieira Uluslararası Havaalanı) askeri tarafındaki birkaç hangarda 'depolama' ve kötüleşme durumundaydı. 2015 yılı itibarıyla Gine-Bissau'nun uçuş koşullarında uçağı yoktur, son bilinen tip SE.3105 helikopteri olup, 2011 yılında faaliyetini durdurmuştur. Uçakların Durumu. Uçağın çoğunun durumu bilinmiyor. Mevcut uçakların tümü Osvaldo Vieira Uluslararası Havalimanı'nda An-2 ve Yakovlev Yak-40 gibi emekli uçaklarla birlikte "depoda". MiG-21'ler, MiG-17'ler, MiG-15'ler ve Alouette II'ler birden fazla hangarda görülebilir. Şu anda çalışan tek uçak bir Mil Mi-8'dir. Deniz Kuvvetleri. Eylül 2010'da, Arka Amiral Jose Americo Bubo Na Tchuto bir darbe girişiminde bulundu, ancak destek alamadığı için tutuklandı. Silahlı kuvvetler yaptığı açıklamada, "Geçen hafta tutuklanan ve bir darbeye sahne olmakla suçlanan Gine-Bissau donanma şefi, gözaltından Gambiya'ya kaçtı." Ordu ekipmanları. Eski envanter: MiG-21, MiG-17, MiG-15, Alouette III, Falcon 20, Alouette II Yakovlev Yak-40, Dornier Do 27, PZL-Mielec Lim-6, North American T-6, Antonov An-2, Reims-Cessna FTB.337, Douglas DC-3, Antonov An-26, Mil Mi-4.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16427", "len_data": 13897, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.47 }
Ekvator ya da eşlek, kuzey ve güney yarımküreleri birbirinden ayıran hayalî dairesel hattır. Kuzey ve güney kutup noktalarına eşit uzaklıkta olan noktaların birleştirilmesiyle elde edilen çizgidir. Ekvatorun enlemi tanım gereği 0°dir. Yerkürenin Ekvator uzunluğu 40.076,4 km'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16444", "len_data": 279, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.62 }
Asamblaj terimi ilk defa Jean Dubuffet tarafından 1953'te doğal veya hazır malzemelerin parçalarından oluşturulan sanat eserlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Bazı eleştirmenler bu terimin, iki boyutlu olan kolajdan ayrı olarak sadece üç boyutlu nesneler için kullanılması gerektiğini ifade etseler de konuda ulaşılmış bir fikir birliği yoktur. Genel anlamıyla asamblajın, fotomontajlardan mekân düzenlemelerine kadar geniş bir yelpazede yer alan sanat eserlerini kapsadığı söylenebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16445", "len_data": 491, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.71 }
Kolaj (Fransızca "collage") ya da kesyap, düz bir yüzey üzerine fotoğraf, gazete kâğıdı ve benzeri nesnelerin yapıştırılmasıyla ve bazen boya ile de karıştırılarak uygulanan bir resimleme tekniğidir. Resim alanından gelme bu terim, hazır ünitelerin bir araya getirilmesiyle oluşan kompozisyondur. Kâğıt üzerine yapılan fıkra veya benzeri şeylerin fotoğrafların üzerlerine farklı malzemeler ile yapıştırma sanatıdır. Resimde de görüldüğü gibi kolaj, eski fotoğrafların saklanmasında da büyük rol oynar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16446", "len_data": 501, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.68 }
Daire, bir çember ile sınırlandırılmış geometrik alan demekle birlikte ayrıca şu manalara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16449", "len_data": 103, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.29 }
Vartan İhmalyan (22 Mart 1913, Konya - 29 Ocak 1987, Moskova), Türkiye Ermenisi yazar. Gizli Türkiye Komünist Partisi üyelerinden Türkiye Ermenisi yazar. İhmal Amca olarak bilinen Vartan İhmalyan, yazdığı masallarla tanınır. Ressam Jak İhmalyan'ın kardeşidir. Hayatı. 22 Mart 1913 tarihinde Konya'da doğdu. İstanbul Kadıköy Lisesi'ni bitirdikten sonra İkinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alındı. Askerliğini 1937-1939 yılları arasında er olarak Denizli'nin Çivril ilçesinde taş kırarak yaptı. 1944 yılında Robert Kolej'in inşaat mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde mimarlık eğitimine başladı. Mimar olarak çalışırken bir yandan 20 yaşında okul arkadaşı Rasih Güran aracılığı ile girdiği Türkiye Komünist Partisi'nde çalıştı. 1944'te yakalanıp Sirkeci'deki Sansaryan Han'da yargılandı. 1946'da tekrar yargılanıp Sansaryan Han'da 3 ay yattı ve Türkiye'yi terk etmeye karar verdi. Eşiyle birlikte Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne geçmek düşüncesiyle Paris'e gitti, ancak Paris'e varıncaya kadar göç durdurulduğu için transit vizesi ile sekiz yıl Fransa'da yaşamak zorunda kaldı. 1956'da Türkiye Komünist Partisi tarafından Budapeşte Radyosu Türkçe bölümüne gönderildi. Macaristan'da karşı-devrim yapılması üzerine Çekoslovakya'ya sığındı. Prag'da Nâzım Hikmet ile tanışarak yakın dost oldu. Onun aracılığı ile Varşova'ya atandı. Varşova Radyosu Türkçe bölümün kapanınca Pekin Radyosu Türkçe servisinde çalışmak üzere Polonya'dan Çin'e gönderilir. Çin-Sovyet anlaşmazlığı üzerine 1961'de Çin'den ayrılıp Moskova'ya geldi ve Moskova Radyosu Türkçe Servisi'nde çalıştı. 1987'de Moskova'da öldü. Nâzım Hikmet'in yönlendirmesi ile masal yazmaya başlamıştır. İlk masal kitabı Bulgaristan'da Türkçe olarak yayınlanan "Sihirli Çiçek" adlı kitaptır. 1972'de "Duş" adlı masalı Türkiye'de bir yarışmada ödül kazandı. "Şeytan Uçurtması", "Güneşe Vurgun Çocuk", "Eşek Eşekken" ve "Boyalı Kırlangıç" adlı masal kitapları vardır. Türkiye'de, çocuklar için yazdığı "İhmal Amca" adlı öykü kitabı ile "Bir Yaşamın Öyküsü" adlı hatıraları Cem Yayınevi tarafından piyasaya sunuldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16464", "len_data": 2102, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.23 }
Jak İhmalyan (Rusça "Жак Ихмальян") (d. 30 Temmuz 1922 - ö.1 Nisan 1978) Türkiye Ermenilerinden ressam. Yaşamı. Babası Konyalı Garbis ile annesi Kayserili Verkin'in ikinci oğlu olarak İstanbul'da doğdu. Resimle ilk ilişkisi 1936'da Abidin Dino ile başladı. 1942'de İDGSA Resim Bölümü Bedri Rahmi atölyesinde okudu. Akademi'de birinci sınıfı sınavla atladı. 1939'de TKP'ye girdi. 1944'te yeraltı faaliyetlerinden dolayı tevkif edildi. Tutukluluğu yaklaşık üç yıl sürdü. 1949'da pasaport almadan Suriye yoluyla Beyrut'a gidip yerleşti. Orada bazı okullarda resim öğretmenliği yaptı. Bir ara, Beyrut Havaalanı için, Fransız ressamı Simon Baltax ile birlikte, "Halkların Dostluğu" konulu bir pano yaptı. 1956'da Polonya'ya geçerek Varşova Radyo Komitesinde çizgi filmler stüdyosunda çalıştı. Nâzım Hikmet'in "Güneşi İçenlerin Türküsü" adlı kitabının Leh dilindeki çevirisini resimledi. Jak, Moskova güdümlü Türkiye Komünist Partisi'nin unsurlarından olması nedeniyle partidaşı Şair Nazım Hikmet'in yakın dostları arasındaydı. 1959'da Çin'e giderek ailece Pekin'e yerleşti. Daha çok Türkiye'ye yönelik yayın yapan Radyoda çalıştı ve bir yandan da ülkenin geleneksel ve çağdaş resmini inceledi. 1961'de Sovyetler Birliği'ne geçti. 1963'te Moskova Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü Türkoloji bölümünde öğretim üyeliğine atandı. Türkçe öğretmenliğinin yanında, aynı zaman resimle de uğraştı. Arbat bölgesinde Taniyevih Sokağında atölyesi vardı. 1968 - 1978 arasında çeşitli sergiler düzenledi. 1974'te Sovyet Ressamlar Birliği'nde üye oldu. 1 Nisan 1978'de Moskova'da öldü, Erivan'da yakıldı. Ölümünden sonra çeşitli ülkelerde sergiler açıldı. Ölümünün 15. yılında 1993'te İstanbul'da (Galeri MD) bir anma sergisi yapıldı.13 resmini içeren bir kitap, galeri tarafından yayımlandı. Jak İhmalyan'ın resimleri Türkiye'de, Ermenistan'da ve Fransa'da pek çok özel koleksiyonda yer almaktadır. Bazı yapıtları Rusya Doğu Halk Sanatı Devlet Müzesi ve Orhan Kemal Müzesi gibi müzelere girdi. Jak İhmalyan yazar Vartan İhmalyan'ın kardeşidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16466", "len_data": 2037, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.48 }
Yeşil renk elektromanyetik tayf'ın insan gözüyle görülebilen renklerinden biridir. Turuncu ve mor ile birlikte ara renklerden birini oluşturur. Dalgaboyu 550 nanometre kadardır. Karşıt rengi kırmızı'dır. Bitkilerin yaprakları klorofil maddesi yüzünden yeşildir. Yeşil renk, çevreci hareketler tarafından da kullanılmaktadır. Yeşil renginin hex değeri "#00FF00", RGB değeri "0, 255, 0" ve CMYK değeri "100, 0, 100, 0" dır. Sözcüğün kökeni. Yeşil Türkçe bir sözcüktür. "Taze, diri" anlamındaki "yaş"tan (yaş meyve ve sebzelerin rengi) önce yaşıl sonra yeşil olarak bugüne ulaşmıştır. Yeşil renk adının bilinen ilk biçimi yaşıldır. Bu konuda Clauson, “ (? ya:şıl < *yaşsıl, ya:ş ‘taze sebzelerin rengi’ +sıl; Osmanlıca (XIV-XVI. yy.) dönemine ait pek çok metinde sözcüğün hâlâ art damaksıl olarak yaşıl biçiminde yaşadığını; çok açık olmamakla birlikte bazen kök renk adı gibi “açık mavi” anlamına geldiğini ve günümüz Türk dil ve lehçelerinde de varlığını sürdürdüğünü, Türkçenin Güneydoğu kolundaki dil ve lehçelerde yeşil/yėşil/yişil biçimleriyle yaşarken Güneybatı kolunda Azerice (yaşıl) ve Türkmencede (ya:şıl) art damaksıl biçimiyle yaşadığını; ayrıca Güneydoğu kolunda renk adı için yeşil kullanılırken söz konusu bitki ise kök ot biçiminde kök renk adının devreye girdiğini; Türk dil ve lehçelerinde sözcüğün değerli bir taşın adı olması durumunda yaşıl olarak kullanıldığını bunun da “yeşil (veya açık mavi; belki de turkuaz)” anlamına geldiğini belirtmektedir. Yeşil ışık. Yeşil ışık, elektromanyetik tayfın "(spektrum)" yaklaşık 510 nm'lik dalga boyuna sahip aralığına denk gelen kısmıdır. Örneğin, çimen yeşildir çünkü görünür ışığın yeşil hariç diğer tüm dalga boyları çimeni oluşturan moleküller tarafından emilir. Söz konusu moleküller tarafından emilmeyen ve geri yansıtılan tayf aralığı da insan gözü tarafından yeşil olarak algılanır. Yeşil ayrıca iki ana rengin "(mavi ve sarı)" birleşmesinden oluşan bir ara renktir. Küresel ölçekte ise trafik kurallarına göre "geç, hareket et", siyasal bilimlerde ve halk arasında da "onay" vermek veya almak anlamına gelebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16468", "len_data": 2084, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.76 }
Renk körlüğü, bir canlının görme merkezinde özel bir pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunmasıdır. Bu eksiklik sonucunda çeşitli renklerin çevresindeki renkler ayırt edilemez. Kırmızı, yeşil ve mavi renklerden bir ya da birden fazlasını ayırt edememeyle ortaya çıkan bozukluktur. Renk körlüğü olmayan erkeklerin kız çocukları renk körü olmamakla birlikte renk körlüğünün taşıyıcısı durumundadırlar. Taşıyıcı kadınların erkek çocuklarının yarısı da renk körü olarak doğmaktadır. Annenin renk körü olduğu durumda, erkek çocuklar renk körü olarak doğmaktadır. Baba renk körü, anne taşıyıcı ise doğacak her çocuk %50 olasılıkla renk körü olacaktır. Çünkü renk körlüğü X kromozomu üstünde taşınan bir genle tetiklenen bir durumdur. Renkli görme yeteneği insanın yanı sıra balıklar, amfili boyunlar, bazı sürüngenler, bazı kuşlar, arılar ve kelebeklerde de bulunur. Gözde, ağ tabakada koni olarak bilinen hücreler renklerin algılanmasını sağlar. Bu hücrelerin mavi-mor, yeşil ve sarı-kırmızı dalga uzunluklarındaki ışığa duyarlı olan üç türü vardır. Zedelenen ya da olmayan hücrenin türü, renk körlüğünün türünü belirler. Renk körlüklerinin büyük bir bölümü eşeye bağlı çekinik kalıtımla kuşaktan kuşağa geçer. Buna ek olarak bazı ağ tabaka hastalıkları ve zehirlenmelerde de gerçekleşebilen renk körlüğünün bilinen bir tedavisi yoktur. Teşhisi. Renk körlüğünün açığa çıkarılması ve ayrıca renk körlüğü veya renk görme eksikliği tipinin belirlenmesine yarayan pek çok test vardır. Ishihara, farnsworth munsell D-15 ve farnsworth lantern bunlara örnektir. Renk körlüğü hastalığı tam renk körlüğü ve kısmi renk körlüğü olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Renk körlüğü kalıtsal nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Çocukluk veya ergenlik çağında başlar ve ilerleyebilir. Renk körlüğünün ortaya çıkmasındaki diğer bir etken kalıcı beyin hasarları ya da retina hasarıdır. Ayrıca çocukluk çağında maruz kalınan yüksek ultraviyole ışınlar kalıcı olarak renk körlüğü yapabilmektedir. Renk körlüğünün en yaygın kaynağı çocuklukta alınan yüksek ultraviyole ışınlardır. Renk körlüğü kırmızı-yeşil veya mavi-sarı renk eksik görme veya renk algılayamama olarak belirlenir. Normal bir insanın renkleri eksiksiz algılayabilmesi, üç ayrı cins koni hücresinin uyum içinde çalışması ile mümkün olmaktadır. Normal olarak renkleri algılayan görme "trikromat" olarak tanımlanmıştır. Eğer insan renk görme ve algılamada sadece iki koni hücresine sahip ise sadece iki koni hücresinin algıladığı renkleri ve renklerin karışımlarını görmektedir. Bu durumda eksik olan koni hücresine ait dalga boylarındaki renkleri göremez bu durumdaki kişiler "dikromatik renk körü" denir. Renk körlüğü çeşitleri. Bireyde kırmızı renge duyarlı olan koni hücreleri yok ise (protanopi) kırmızı renk körlüğü, mavi renge duyarlı koni hücreleri yok ise mavi renk körlüğü, yeşil renge duyarlı koni hücreleri yok ise (döteranopi) yeşil renk körlüğü yaşıyordur. Kırmızı rengi ayırt eden koni hücresinin olmadığı bir durum olan protanopi renk körlüğünde sadece koyu kırmızı renk algılanmaz. Kişinin gördüğü renkler koni hücreleri durumu ile ilgili olarak yeşil, mavi ve bu iki rengin karışımıyla görülen renkler olur. Yeşil ayrımı yapan yeşile duyarlı konilerin bulunmadığı döteranopi renk körlüğü durumunda ise, yalnızca kırmızı ve mavi renkler ile bunların karışımı görülür. Yeşil renkler ayırt edilemez. Yalnızca tek renk konisinin mevcut olduğu durumlarda, diğer iki renk konisinin olmadığı renk görme sorununa monokromatik renk körlüğü denmektedir. Örnek verecek olursak sadece mavi rengi algılayan mavi renk konilerinin mevcut olduğu bir durumda, kırmızı ve yeşil renk konilerinin bulunmadığı durumlarda kişi yeşil ve kırmızı renkleri ayırt edemeyecektir. Monokromatik renk körleri sadece mavi ve sarı renkleri tanımlayabildiğinden, bu durum kırmızı-yeşil renk körlüğü olarak adlandırılabilir. Renk görme ile ilgili olarak eğer üç konide yok ise bu durumdaki bir kişi renkleri yalnızca siyah ve beyaz olarak algılayabilir (anopi). Bu durumdaki kişi tam renk körü olarak nitelenir. Bazı insanlar trikromat olmakla birlikte renk ayırabilme kabiliyetleri zayıf olabilir. Bu durumdaki kişilerin sıkıntısı renk görme bozukluğu olarak adlandırılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16471", "len_data": 4221, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.62 }
Yezîdîler veya Ezîdîler (Arapça: يَزِيدِيَّةٌ, Farsça: ایزدیان, Kürtçe: یَزِیدِیَانْ / "Êzidîtî"), çoğunlukla Kürtçe konuşan etnodinsel bir topluluğa verilen isimdir. Bu topluluğun Zerdüştlük ve eski Mezopotamya dinlerinden uzanan dinî inançlarına Yezidilik ya da Ezidilik denilmektedir. Ezidiler, temel olarak târihte Asurluların bir parçası olan Irak'ın Ninova bölgesinde yaşamaktadırlar. Yezidilerin bir kısmı Kürt kimliğini benimsemiş olsa da, özellikle Ermenistan'da yaşayan Yezidiler, kendilerini Kürtlerden ayrı tutmaktadır. Ermenistan, Gürcistan, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerde yaşayan Yezidi toplulukları gittikçe azalma ve Avrupa'ya, daha çok da Almanya'ya göç etme eğilimindedirler. Coğrafi dağılım. Ermenistan, Gürcistan, İran, Suriye ve Türkiye'de de cemaatleri bulunan Yezidilerin bugünkü toplam sayısının 800.000 civârında olduğu tahmin edilmektedir. Bazı bilimsel araştırmalar ise Yezidilerin nüfusunun çok daha fazla olduğu yönündedir. Ayrıca başta Almanya ve İsveç olmak üzere Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidi yaşamaktadır. 1970'li yıllara kadar Urfa, özellikle de Viranşehir'de yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80.000'i bulan Türkiye Yezidileri, 1980'lerle beraber ülke dışına göç etmeye başlamışlardır. 1985 yılında 23.000'e inen sayıları, 2007 yılında 377'ye kadar (Urfa'da 243, Batman'da 72, Mardin'de 51, Diyarbakır'da 11 kişi) gerilemiştir. Türkiye Yezidilerinin büyük bir kısmı bugün Almanya'da yaşamaktadır, HDP milletvekili ve Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknas Uca ve Sol Parti üyesi Ali Atalan Yezidi toplumundandır. Yezidilik dini. "Ezidi" kelimesinin bu dinin tanrısı olan Azda kelimesinden türetildiği iddia edilmektedir. Kürt dilinde "Tanrı" ismini karşılayan iki kelime mevcuttur: Bunlar "Ezda" ve "Xweda"'dır. Ezda beni yaratan, veren ve var eden anlamlarına gelmektedir. Xweda ise kendiliğinden var olan anlamına gelmektedir. Yezidiliğin önceki ilahî dinlerde anlatılan Düşmüş Melek'in yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm Evren'e ispâtıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmış diye düşünülür. Ancak burada Düşmüş melek'in sahip olduğu özellikler, diğer dinlerden farklıdır. Yezidilikte tanrı, Dünya'nın sadece yaratıcısıdır, sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için Düşmüş Melek, bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. Düşmüş melek, Melek Tavus olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Gururlu bir melek olduğundan tanrıya isyan etmiş, ceza olarak 40.000 sene orada yanmış, sonunda döktüğü göz yaşları bu ateşi söndürmüştür. Artık tanrıyla barışıktır. Düşmüş Melek, yemek pişiren ve yangın çıkaran ateş gibi, Dünya gibi hem iyi, hem de kötüdür. Yezidiler için Melek Taus, en güçlü melek ve aynı zamanda affedilmiş Şeytan'dır. Bu ismi ağzına almak, mukaddes olduğundan yasaktır. Tanrı, özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil, içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur. Âhiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre Dünya Cennet'e de, Cehennem'e de dönüşebilir. Melek Tavus, bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu Dünya'daki gölgesidir. Ayrıca Yezidilikteki Melek Tavus inancı, eski Zerdüştlük ve Mitraizm'den etkilenmiştir. Günümüzde Yezidiler oldukça kapalı ve geleneklerine bağlı olarak kültürlerini devam ettirmektedirler. Kuşlara ve yılanlara olan hürmetin 6000 sene öncesine dayanan kuşa tapan inançlardan gelmiş olması muhtemeldir. Yezidilere göre yaradılış. Başlangıçta Tanrı Azda, kendi ateşinden Melek Tavus'u yaratır ve ona Evren'i ve insanı yaratma görevini verir. Bununla birlikte yaradılış işinde Tavus'a yardımcı olacak altı melek daha yaratır. Bunun üzerine Melek Tavus, Azda'nın verdiği buyruk doğrultusunda ve yine Azda'dan aldığı bir toz ile Erkek ile Kadın'ı ve Evren'i, ayrıca ayak işlerini görmesi için dört cin yaratır. Daha sonra Melek Tavus, yarattığı bu iki insanı takdim etmek üzere Azda'nın yanına gider ve Azda, Melek Tavus'a "Bundan sonra bu iki insana tâbî olacaksın" der. Bunun üzerine Melek Tavus, "Bu iki insanı yaratan, yoktan vareden benim. Niçin onlara tâbî olayım? Ben sadece beni yaratan sana tâbî olur, sana ibadet ederim" der. Bu ilk iki insandan toplam 80 çocuk Dünya'ya gelir. Daha sonra bu ilk iki insan, ideal insan konusunda anlaşmazlığa düşerek kavgaya tutuşurlar ve sınavdan geçirilmelerine karar verilir. Her ikisi de ruhlarını, düşüncelerini bir küpe doldururlar ve ağzını kapatırlar. 40 gün sonra Erkek olanın küpünden Şahid bin Car adında güzel bir genç çıkar. Kadınınkinden ise akrepler, çıyanlar, sürüngenler. Adam, Şahid bin Car'ı o kadar sever ki diğer 80 çocuğuyla artık ilgilenmez olur. Bu da kadın ve 80 çocuğu arasında kıskançlık ve nefrete neden olur. Karar verirler, Şahid bin Car öldürülecektir. Kadın, bir parola belirler ve suikastın yapılacağını bu parolayla bildireceğini söyler. Ancak her şeyi bilen ve duyan Melek Tavus'u hesaba katmamıştır. Melek Tavus, yarattığı dört cine emir verir ve cinler gece olunca bu 80 çocuğun ağızlarına üflerler. Uyandıklarında 80'i de farklı dil konuşmaktadırlar. Bu sebeple annelerinin söylediği parolayı da anlayamazlar. Şahid bin Car, böylelikle Melek Tavus'un sayesinde kurtulur. Daha sonra Şahid bin Car'a dişi bir melek gönderilir ve bundan olan çocuklar, Yezidilerin atalarını oluşturur. Diğer 80 çocuktan Dünya'ya gelenlerse diğer insanları oluştururlar. Yezidilikteki inançlar. Yezidiler kendilerine "Azday Halkı" adını verirler. İnançları arasında şu esaslar vardır: Yezidilerin kutsal kitapları. Yezidilerin iki kutsal kitabı olduğu söylenir: 1. Meshaf Reş: 2. Kitâbü'l-Cilve: Bugün çağdaş dil bilimcileri, bu eserlerin aslında Yezidilerin kutsal kitabı olmadığını kabul ederler; yukarıda geçen iki eserin de eski çağlara dayanmadığı kanıtlanmıştır. Bunun en büyük sebebi Yezidiliğin büyük ölçüde sözlü bir edebî geleneğe dayanmasıdır. Bu sebeple büyük İbrahimî dinlerdeki gibi bir yazılı kutsal metin mevcut değildir. Bununla birlikte son zamanlarda Yezidiler, ritüellerde kullandıkları şarkılar gibi çeşitli dinî sözlü edebiyatı yazılı forma geçirmeye ve basmaya başlamışlardır. 12. yüzyılda Yezidilik. Arap kökenli Şeyh Adî tarafından kurumlaştırılan bu dinde inananların çoğunluğu Kürtçe konuşmakta olup ağırlıklı olarak Irak'ın Musul kentinde yaşamaktadırlar. Bununla birlikte, anadili Arapça olan Yezidiler de vardır Bazı araştırmacılara göre Yezidiler, Kürtler tarafından asimile edilmiş Asurilerdir Tarih öncesi dönemlerden beri Asurlularda kuş şeklinde simgeleştirdikleri ve kutsal kabul ettikleri bir Şeytan'a tapmaktadırlar. Şeyh Adî Suriye'den Laliş'e taşındığında orada Şeyh Şems ed-Dîn, Şeyh Fahr ed-Dîn, Şeyh Sacâdîn ve Şeyh Nâsir ed-Dîn isimli dört aziz kişiyle tanışmış. Bu kişiler Ēzdîna Mîr adlı bir adamın oğulları olup bu gruba daha sonra Yezidiler tarafından "al-Hassan al-Basrî" olarak anılan Şeyh Hesen de katılmış. Bu beş kişi, Şeyh Adî ve Melek Taus ile birlikte Yezidilerin Heft Sirr dedikleri "Yedi Sır"'ını oluşturur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16473", "len_data": 7266, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.45 }
Meymuniye, Hariciler mezhebinden oluşan bir gruptur. Meymûn ibn-i Hâlid el-Acrâd'ın taraftarları tarafından kurulmuştur. Farsi geleneklerden gelen bir doktrinleri vardır, zaten antik İran medeniyetlerinde sıkça rastlanan bir gruptur. Meymuniye, birçok antik gelenekten ve efsanelerden etkilenmiştir. İslam ile ilişkisi. Meymuniye grubu, Yusuf Suresi'nin kutsal bir anlam taşımadığını, aksine bir aşk hikâyesi olduğunu savunurlar. İslam dininde bulunan birçok yasağı mübah görürler. Örneğin; kişilerin kendi çocuklarının kızlarıyla veya kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla evlenebilmesi mübahtır. Bu grubun kurallarıyla İslam'ın bazı kuralları çeliştiğinden dolayı bu iki grup birbirlerini reddetmişlerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16474", "len_data": 707, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.59 }
Gen, bir kalıtım birimidir. Bir DNA'nın belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisidir. Popüler ve gayriresmî kullanımda gen sözcüğü, "ebeveynden çocuklarına geçen belirli bir karakteristiği taşıyan biyolojik birim" anlamında kullanılır. Kromozomun kesitleri olan genler birbirinden çok farklı işlevlerde ve büyüklüklerde (uzunluklarda) olabilirler. Genlerin büyüklükleri ve işlevleri her zaman doğru orantılı değildir. Gen, genom dizisinde yeri tanımlanabilen, transkripsiyonu yapılan, düzenleyici ve/veya fonksiyonel bölgeleri olan bir bölgedir. Gen regülasyonu ve transkripsiyonunun karmaşıklıklarını içeren, yeni ve öz bir tanıma göre gen, "aynı sınıftan (protein veya RNA) işlevsel ürünler şifreleyen, potansiyel olarak birbiriyle örtüşen, genom dizilerinin birleşimidir". Gen, kalıtımın temel fiziksel ve işlevsel birimidir. Her gen, protein veya RNA molekülü gibi özel bir işlev taşıyan kromozomların belli bir noktasındaki nükleotid dizilerinden oluşur. Klasik genetikte, aynı biyolojik işlevleri yöneltip yöneltmemelerine ve karşılıklı rekombinasyon yapıp yapmamalarına göre alel ve alel olmayan genler vardır. Alel genler, aynı özellik üzerinde etkili olan genlerdir. Klasik genetikte gen bir alt birim olarak kullanılır. Mutasyon ve kombinasyonların genlerde oluştuğu kabul edilir. Kalıtım olayı, doğrudan kromozomların mitoz ve mayoz bölünmeler ve döllenme deki davranışlarına bağlıdır. Her bir kromozomda sayısız kalıtım birimleri, genler bulunur. Bir karakter kalıtımı ancak birbirlerine zıt iki durum olduğu zaman incelenebilir. Mendel'in çalışmalarında bezelyelerde ele aldığı şekil morfolojisinde düzgün ve buruşuk tohum özellikleri gibidir. Canlı birey böyle zıt durumlardan sadece birini gösterebilir. Bu nedenle "alel genler"den söz edilir. Homolog kromozomların aynı lokusunda yer alan, iki veya bazen daha fazla sayıda alternatif karakterlerin genlerine "alel genler" denir. Düzgün ve buruşuk tohum morfolojislerini belirleyen genler gibi. Genlerin simgelerle gösterilmesi. Genler, fenotipte baskın olarak gösterdikleri özelliklerinin isimlerinin genellikle kelimenin baş harfi ile simgelenir. Örneğin, farelerde siyah renk baskın olduğu için farelerdeki kalıtımda siyah renk "S" harfi ile, kahverengi çekinik olduğu için "s" harfi ile simgelenir. Baskın olan genler genelde yabanıl genlerdir. Çekinik genler ise, baskın genin mutantı olarak kabul edilir. Diploid canlılarda bir özellik üzerinde etkili olan, yani alel olan iki gen olduğundan her zaman genotip iki harfle yazılır. Örneğin saf siyah SS, saf kahverengi ss, melez Ss olarak gösterilir. Son zamanlarda homozigot çekinik fenotip özelliğin küçük baş harfi, mutasyona uğramış geni göstermek için kullanılmaktadır. Bununla beraber, "s+", "+s" ya da "+" gibi simgeler de baskın geni göstermek için kullanılır. Bir çaprazlamada bireylerin eşeylerini dikkate almak gerekiyorsa, önce dişinin genotipi, arkasına dişi işareti (♀), daha sonra çaprazlamanın simgesi olan "X" işareti ve onun sağ yanına erkeğin genotipi ve sonra işareti yazılır. Örneğin, SS (s+s+)♀ X ss (ss). Erkek ve dişi işareti olmadığı zaman sağdaki simge dişiye, soldaki simge erkeğe ait kabul edilir. Geri çaprazlama yapılırken, ataların eşeyleri gen çifti açısından yer değiştirir. Örneğin SS ♀ X ss yerine, ss ♀ X SS gibi. Gametlerde alel çiftler birbirinden ayrıldığı için ve haploid organizmalarda genler tek bir harfle gösterilir. Örneğin; S ve s gibi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16476", "len_data": 3406, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.1 }
Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti (Arapça: الجمهورية العربية الصحراوية الديمقراطية, "Aljumhuriat Alearabiat Alsahrawiat Aldiymuqratia", İspanyolca: "República Árabe Saharaui Democrática", Berberice: Tagduda Taɛrabt Tamegdayt Taṣeḥrawit), Afrika kıtasının kuzeybatısında yer alan ve 1975 yılında koloni ülkesi İspanya tarafından terk edildikten sonra Fas tarafından hak iddia edilen ve günümüzde de üçte ikisini Fas'ın fiilen yönettiği bölgedir. Bölgenin tümü üzerinde 1976 yılında bağımsızlığı ilan edilen Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'nin bu ilanı Fas tarafından kabul edilmemektedir. Bölgenin sınır komşusu olarak kuzeyinde Fas, kuzeydoğusunda Cezayir, doğu ve güneyinde Moritanya yer alırken, bölgenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Coğrafya. Bölgenin toplamda sahip olduğu 2.049 km sınırın 41 km'si Cezayir, 1.564 km'si Moritanya ve 444 km'si bölgenin üçte ikisini ilhak ederek elinde bulunduran Fas ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu ile 1.110 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Toplamda 266.000 km² bir alana sahip olan Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'nde kıyı kesiminden iç kesimlere ilerledikçe 400 m'ye çıkan yükseltiler yer almaktadır. Bölgenin en yüksek noktasını 805 m ile Cezayir sınırına yakın konumda yer alan ve herhangi bir ismi bulunmayan nokta oluşturmaktadır. Nüfus. Batı Sahra bölgesinde 2013 tahmini nüfus sonuçlarına göre 570.866 kişi yaşamaktadır. Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti genç bir nüfusa sahip olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %57,46'sı 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,75'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %37.83 (erkek 109,147/kadın 106,789) 15-24 yaş: %19.63 (erkek 56,412/kadın 55,624) 25-54 yaş: %33.93 (erkek 95,296/kadın 98,391) 55-64 yaş: %4.87 (erkek 12,974/kadın 14,829) 65 yaş ve üzeri: %3.75 (erkek 9,406/kadın 11,998) Etnik gruplar. Asıl Sahra Demokratik Arap Cumhuriyetliler "Sahravi" olarak bilinmektedir. Bunun haricinde bölgede Araplar ve Araplaşmış Berberiler yaşamaktadır. Dil. Bölge genelinde Arapçanın yanı sıra belli bir kesim tarafından eski koloni ülkesi İspanya'dan miras kalan İspanyolca konuşulmaktadır. Din. Bölgede yaşayan nüfusun neredeyse tamamı Sünni İslam inancına göre yaşamını sürdürmektedir. İdari yapılanma. Fas kontrolü altında tuttuğu bölge üzerine kendi idari yapılanmasına uygun bir idari yönetim planlaması yapmaktadır. Buna göre Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti olarak adlandırılan bölgede Fas'ın on iki idari bölgelerinden olan Guelmim-Oued Noun bölgesinin küçük bir kısmı ile birlikte Laâyoune-Sakia El Hamra ve Dakhla-Oued Ed Dahab idari bölgeleri bulunmaktadır. Fas bölgenin sadece üçte ikisini fiilen elinde tutmasına rağmen bölgenin tamamında hak iddia etmektedir. Bölgenin geri kalan üçte biri üzerinde yönetimi elinde tutan ve bu bölgeleri "özgür bölge" olarak adlandıran Polisario ise ilan ettiği Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti üzerindeki iddiasını sürdürmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16478", "len_data": 2904, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
Kromozom, (Yunanca, "chromos" (renk), "soma" (vücut)); DNA'nın "histon" proteinleri etrafına sarılmasıyla, yoğunlaşarak oluşturduğu, canlılarda kalıtımı sağlayan genetik birimlerdir. Kromozomlar mikrometre boyutunda olup hücre bölünmesinin metafaz aşamasında ışık mikroskobu ile görüntülenebilmektedirler. Hücre, bitkisel ya da hayvansal her türlü yaşam biçiminin en küçük birimidir. Her hücre bir sitoplazma ve çekirdekten meydana gelir. (Prokaryot canlılar hariç) Kromozomlar hücre çekirdeği içinde bulunurlar ve ipliksi yapıdadırlar. Kromozomlar, molekül yapıları çok iyi bilinen DNA (deoksiribo nükleik asit) zinciri ile "histon" denilen protein zincirinden oluşur. DNA zincirleri de özgül proteinleri sentezlemekle görevli gen adı verilen birimlerden oluşur. Oluşum. Karyokinez bölümü sırasında mitoz bölünmenin interfaz evresinde kromatin ağı şeklinde bulunan DNA, profaz evresinde kısalıp kalınlaşmaya başlar ve metafaz evresinde en kısa duruma gelir. Yaklaşık 10.000 kat kısalmış haliyle ışık mikroskobunda 100'lük objektifte incelenebilir. Kromozomlar, İ, V, J harfleri gibi biçimlerde görünür ve boyutları mikronla ölçülür. Kromozomların sayısı canlı türlerinde değişiklik gösterir. Örneğin sirke sineğinde 8, kurbağada 26, farede 42, köpekte 78 kromozom vardır. İnsanın kromozom sayısı ise 46'dır. 22'si çift otozom kromozomdur. İnsan hücresinde 1 çift de eşeysel kromozom bulunur ve toplam sayı 46 eder. Eşey kromozomları kadınlarda XX, erkeklerde XY dir. Döllenme sırasında annenin yumurtasındaki 23 kromozom, babanın spermindeki 23 kromozomla birleşir. İşte bu 46 kromozom insanın yaşamında belirleyici rol oynar. Kromozomlarda yer alan ve sayıları 25 bin ile 30 bin arasında olduğu tahmin edilen genlerin oluşturduğu zincir, kişinin göz renginden boyuna, yaşam süresinden yakalanacağı hastalıklara kadar pek çok şeyi programlar. Bu genetik programlar, nükleotit denen (A, T, C, G) yapıların farklı dizilimleriyle şifrelenir. Kromozomların mikroskop altında incelendiği bilim dalına "Sitogenetik" adı verilir. Bu şekilde kromozom sayısında (ör. Down sendromunda 47, Turner sendromunda 45) veya yapısındaki (delesyon veya translokasyon vb.) değişiklikler bu şekilde saptanabilir. Ancak kromozomlardaki bir değişikliğin mikroskopta görülebilmesi için en az 3 milyon nükleotitlik bir kısmın değişmesi gerekir, daha küçük değişiklikler ancak moleküler genetik yöntemlerle incelenebilir. İnsan Kromozomları. Hücrede bölünme zamanının dışındaki dönemlerde uzun ve ipliksi şekil alır. Bu şekle "kromatin ağ" denir. Bölünme esnasında kromatin ağ kısalır ve kalınlaşır. Böylece kromozomu oluşturur. Kromozomun yapısında DNA ve protein vardır. Kromozomların şekli, büyüklüğü ve sayısı her tür için farklı ve sabittir. Aynı kromozom sayısına sahip olma iki canlının birbirine benzemesini gerektirmez. Canlıların benzerliği farklılık ve gelişmişlik kromozom sayısına değil DNA'daki bazı dizilişlere bağlıdır. İnsan hücresinde 46 adet kromozom bulunur. Bunların içerdiği baz sayıları şöyledir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16479", "len_data": 2995, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.13 }
İbnü'l-Cevzî (1116 - 1201), 12. yüzyılda yaşamış Arap din, tarih ve tıp bilgini. Yaşamı. Tam ismi 'Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî Ebu Abdurrahman bin Ebi'l Hasan' olan İbnü'l-Cevzî, 1116 yılında doğmuştur. Doğum tarihi üzerinde bazı ihtilaflar olmuştur, bazı alimler doğum tarihinin 1116 değil, 1114 olduğunu söylerler. Daha çok küçük yaşlarda dönemin büyük alimlerinin yanına girmiş, onların himayesinde yetişmiştir. Özellikle hadis ve tefsir alanında birçok çalışmaya imza atmıştır. Her ne kadar en çok hadis ve tefsir alanında kaleme aldığı eserlerle adı duyulsa da, özellikle tarih üzerine birçok önemli eseri vardır. Bunların dışında dil üzerine de bazı çalışmaları olmuştur. 1201 yılında ölmüştür. Kişiliği. Çok fazla okumaya düşkünlüğüyle bilinir ölmeden kısa süre önce hala öğrenmeye doymadığını söylemektedir. Çok fazla okumasıyla eşit şekilde yazmıştır. Çoğu eseri günümüze ulaşmamıştır. Ölmeden önce ev hapsine mahkûm edilmiştir. Beş yıl orada kalmış ve kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılamış hapsi bittikten bir hafta sonra ölmüştür. Üçü erkek sekiz çocuğu olduğu söylenmektedir. İyi bir aile babasıdır. Çok fazla maddi sıkıntı çekmemesi, kitaplara düşkünlüğü ve kütüphanesini geliştirmekteki avantajlarından olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16480", "len_data": 1224, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.37 }
Ahmet Vefik Paşa (3 Temmuz 1823 – 2 Nisan 1891), Rum asıllı Türk devlet adamı, diplomat, çevirmen ve oyun yazarı. İlk ilmî Türkçülerden biridir. İki defa Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanı) yaptı; ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda, İstanbul vekili olarak yer aldı ve başkanlığı üstlendi. 4 Şubat 1878–18 Nisan 1878 ve 1 Aralık 1882–3 Aralık 1882 tarihleri arasında iki defa sadrazamlık görevine getirilmiştir. "Lehçe-i Osmânî"'nin yazarı olan paşa, devlet adamlığının yanı sıra, 16 dil bilen bir bilim insanıdır. Bursa valiliği sırasında bu kentte bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmıştır. Yaşamı. Kimi kaynaklara göre 3 Temmuz 1823'te İstanbul’da doğdu (ancak doğum tarihi hakkında 1813’ten 1823’e kadar değişik kaynaklar gösterilir.) Yunan kökenli Hariciye Nezareti memurlarından Ruhittin Efendi’nin oğludur. Dedesi Yahya Naci Efendi, Müslüman Osmanlı memurlara yabancı dil öğretmek için kurulan ve devletin yıkılışına kadar varlığını sürdüren Tercüme Odası’nın ilk Müslüman çevirmenidir. Babası da Fransızca bilirdi ve çevirmenlik yapmış, Tercüme Odası’nda çalışmış bir kişiydi. Türk edebiyatının büyük şairlerinden Abdülhak Hamid Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi ile de kardeş çocuğu olan Ahmet Vefik Paşa’nın yetiştiği aile çevresi onu dil öğrenmeye, çevirmenlik yapmaya yöneltmiştir. 1831 yılında İstanbul’da başladığı eğitimini, babasının görevi nedeniyle gittiği Paris’te dönemin gözde okullarından "Saint Louis Le Grand Lisesi"’nde tamamladı. Babası, Paris’e elçi olarak atanan Mustafa Reşit Paşa’nın tercümanlığını yapmaktaydı. Kendisi de Paris’te bulunduğu süre içinde Fransızcayı ana dili gibi öğrendi. Fransızcanın yanı sıra İtalyanca, Yunanca ve Latince de öğrendi. Tercüme Odası. 1837’de yurda döndüğünde Tercüme Odası’nda memuriyet hayatına başladı. 1840'ta elçilik katibi göreviyle Londra’ya gitti ve İngilizce öğrendi. İki yıl sonra Sırbistan’da, İzmir’de, Memleketeyn’de (Eflak ve Boğdan) geçici ve özel görevler aldı. Bu arada İstanbul’a döndükçe aşaması yükseltilerek Tercüme Odası’na atandı. Kısa bir süre pasaport dairesinde müdürlük yaptı. Sonra uyrukluk işlerini çözmek ve sonuçlandırmak için İzmir’e gönderildi. 1845 yılında İzmir’den dönünce görevi yükseltilerek “"Tercüme Odası Mümeyyiz’i"”, 1847’de “"mütercim-i evvel"” (baş çevirmen) oldu. 1847’de devletin ilk resmî salnamesinin hazırlanması işi kendisine verildi. 1849’da mütercim-i evvel rütbesinin yanı sıra başmümeyyizlik rütbesini aldı. Aynı yıl Reşit Paşa tarafından kendisine Aydın’da bir çiftlik hediye edilen ünlü Fransız şair Alphonse de Lamartine’in rehberliği ile görevlendirildi, onunla bir buçuk ay geçirdi. 1849 yılında Macaristan mültecileri olayını çözmek için görevlendirildi. Olağanüstü yetkilerle Memleketeyn’de komiser vekili olarak görevlendirilen Ahmet Vefik Paşa, İstanbul’a döndüğünde Memleketeyn ile ilgisini kesmedi ve bu yerler hakkında rahatça bilgi edinebilmek için Rumence öğrenmeye başladı. Encümen-i Dâniş üyeliği. 1851’de pek çok konudaki derin bilgisi nedeniyle, diğer resmî görevlerinin yanı sıra, yeni kurulan Encümen-i Dâniş adlı bilim kuruluna üye seçildi ve bu üyeliğin gerektirdiği çalışmaların içinde yer aldı. Tahran elçiliği. Vefik Paşa, 1851’de Encümen’i Daniş’de görevlendirilmesinin hemen ardından Tahran’a elçi olarak atandı ve dört yıl bu görevi sürdürdü. Tahran’da elçilik binasını Osmanlı Devleti toprağı olarak ilan edip bayrak çektiren Ahmet Vefik Paşa, elçilik binalarına bayrak asma adetini getiren kişi oldu. Paşa, gittiği yerlerde resmî görevlerinin yanı sıra özel olarak dillerini, kültürlerini, geleneklerini öğrenmek adetinde idi. İran’da Fars dilini ve İran tarihinin kökenlerini öğrendi; bu ülkenin edebiyat, felsefe ve din konuları ile de yakından ilgilendi. Tahran’da doğu dillerini incelemesi ve dillerin tarihsel gelişimine kafa yorması onu Osmanlıcanın Farsça ve Arapçanın etkisinden kurtarılması düşüncesine sevketti. Türkçü bir tutum geliştirdi. Diğer devlet görevleri. Küçük yaşlardan beri kendisini koruyan Reşit Paşa’nın Abdülmecid’e sadrazam olması ile önemli görevlere getirilen Ahmet Vefik Paşa, “"Meclis-i Valay-i Ahkâm-ı Adliye"” üyeliği (1855), “"Deavi Nazırlığı"” (1857), Paris elçiliği (1860) yaptı. Paris büyükelçiliği sırasında III. Napolyon ile aralarında yaşanan gerilim, fıkralara konu oldu. Paris sefaretinden İstanbul’a döndükten sonra 1862’de Darülfünun’da "Hikmet-i Tarih" (tarih felsefesi) hocası, aynı sene içinde Bursa’da "Evkaf Nâzırı" oldu. Darülfünun hocalığı sırasında “Şecere-i Türkiye” (Türklerin soy kütüğü) adlı eseri Çağatay Türkçesinden İstanbul Türkçesine çevirdi; Türklerin tarihinin Osmanlı tarihi ile başlamadığını savundu. Ayrıca “Lehçe-i Osmânî” (Osmanlı lehçesi) ve Türk lugati hazırlayacak değişik Türk lehçelerinin varlığını gösterdi. Evkaf Nazırlığı görevi sırasında çeşitli zelzelelerde, özellikle de 1855 depreminde hasar görmüş ve o güne kadar onarım görmemiş Osmanlı yapılarını tamir ettirdi. 29 Mayıs 1862 yılında Padişah Abdülaziz tarafından Divan-ı Muhasebat Reisliği'ne tayin edilen Ahmet Vefik Paşa bugünkü adıyla Sayıştay'ın ilk başkanlığını yapmıştır. 1864 yılında halkın şikayetleri üzerine Bursa'daki görevinden alınarak yıllarca resmî bir görev verilmedi, bu süre içinde Türk tarih ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler kazandırdı. Mehmet Emin Ali Paşa’nın ölümünden sonra Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazam olması ile kendisine yeniden devlet görevleri verildi. 1872’de birinci defa olarak Maarif Nâzırı olarak atandı ama 1873'te görevden alındı. Kısa bir süre Edirne Valiliği yaptı. 1876’da Petersburg Bilim Akademisi’ne üye seçildiği için Petersburg’a gitti. "Lehçe-i Osmânî" adlı eserini ortaya çıkarmasında, ona Türk lehçelerini inceleme fırsatı veren bu seyahat etkili olmuştur. Meclis-i Mebusan Başkanlığı. 18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebusan’ın İstanbul üyesi olarak seçilen Vefik Paşa, Mebusan’ın başkanlığını yaptı. Divan-ı Muhasebat Reisi oturumlarını diktatörce idare ettiği yolunda eleştirilere uğradı. 30 Ekim 1877'de Meclis-i Âyan üyeliğine atanmıştır. Sadrazamlığı. 1878’de tekrar Maarif Nazırı, daha sonra da sadrazam oldu ve yüzyıllardır kullanılan “"sadrazam"” sözcüğünü “"başvekil"” olarak değiştirdi. Bu göreve geldiği sırada İmparatorluk, 93 Harbi’nden yenik çıkmıştı. Rusya ile yapılan ağır anlaşma koşullarını hafifletmek için çalıştı ve donanmanın teslimini önledi. Abdülhamid’i hal edeceği yönündeki bir jurnal nedeniyle 18 Nisan 1878’de görevinden azledildi. Bursa valiliği. 1879-1882 yılları arasında Bursa valisi olarak görev yaptı. Valiliği sırasında Bursa yolları ve caddelerini Paris belediye başkanı George Euègene Haaussmann’dan esinlenerek yaptırdı. Bursa’da zarar görmüş pek çok önemli anıtın onarımı şehre getirttiği Fransız mimar Leon Parvillee tarafından gerçekleştirildi. Ayrıca şehre Hükümet Konağı, Memleket Hastanesi, Belediye Binası, Tiyatro binası yaptırdı. Yaptırdığı tiyatro binasında çevirdiği Molière eserlerinin sahneye konulmasını sağladı; İstanbul’da yıktırılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun oyuncularını himayesine alarak Bursa’ya getirtti; sahnelenecek oyunların dekorundan provalarına kadar her şeyiyle ilgilendi. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu bu tiyatro, İstanbul dışında Anadolu’da kurulan ilk tiyatro idi. Onun izinden giderek Adana valisi Ziya Paşa da 1880 yılında Adana’da bir tiyatro yaptırdı. Paşa, ayrıca valiliği sırasında “"Müntehabât-ı Durub-ı Emsal"” (Atalar Sözlüğü) adlı yapıtının içeriğini 5000 maddeye çıkarıp Hüdevandigar Matbaası’nda yeniden bastırdı (1881). Son yılları. 1882’de Bursa valiliği görevinden alınan paşa, Mehmet Sait Paşa’dan boşalan başvekillik makamına tekrar başvekil atandı ama üç gün sonra görevden alındı ve bir daha kendisine resmî bir görev verilmedi. Padişah II. Abdülhamid’in onu başvekilliğe atayıp üç gün sonra görevden almasının bâzı vekillere gözdağı vermek için olduğu öne sürülür. Ahmet Vefik Paşa, bu olaydan sonra ölümüne kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmi ve edebi çalışmalar yaptı. Oluşturduğu kütüphane, “"İstanbul’un en zengin kütüphanesi"” olarak tanındı. (2 Nisan 1891’de (bâzı kaynaklara göre 1890’da) İstanbul’da Rumelihisarı’ndaki köşkünde hayatını kaybetti; Rumelihisarı’nda Kayalar Mezarlığı’na defnedildi. Kütüphanesi. Ahmet Vefik Paşa’nın ünlü kütüphanesi, ölümünden sonra kısım kısım satılmış, satış 1902’ye kadar sürmüştür. 1902’de kütüphane binası ve kalan kitaplar Rıza Paşa adında biri tarafından satın alındı. "Rıza Paşa Koleksiyonu" daha sonra Maarif Nezareti tarafından satın alınmış ve Darülfünun’a verilmiştir. Kütüphane binası ise 1927 yılında satıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16487", "len_data": 8503, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara'nın Altındağ ilçesinde bulunan bir tarih ve arkeoloji müzesidir. Müzede, Anadolu'da yaşamış olan uygarlıklardan geriye kalan arkeolojik eserler kronolojik olarak sergilenmektedir. Bu yapının oluşumunda, Mahmud Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han adlı tarihi ve mimari öneme sahip iki yapının çeşitli dönemlerdeki restorasyonları ve düzenlemeleri sonucunda müze olarak yeniden kullanılmak üzere düzenlenmesiyle oluşturulmuştur. Bu iki yapı, özgün mimari özellikleri korunarak birleşmiş ve böylece Anadolu'nun zengin kültürel mirasını yansıtan bir müze ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün kültürel ve sanatsal vizyonu doğrultusunda, Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınıp restorasyonu yapılarak müze haline getirilmiştir. Bu müze, "Ậsar-ı Ậtika Müzesi" ismiyle bilinir ve Bedesten'e taşındıktan sonra 1968 yılına kadar Arkeoloji Müzesi olarak adlandırılmıştır. Ayrıca, Hitit eserlerinin topluca sergilendiği ilk müze olarak Hitit (Eti) Müzesi adıyla da tanınmaktadır. Anadolu’nun tarih boyunca ev sahipliği yaptığı uygarlıkları anlamak açısından adeta bir “hafıza deposu” niteliği taşıyan Anadolu Medeniyetleri Müzesi, koleksiyonunda barındırdığı eserlerle Anadolu’daki kadim kültürlerin mirasını yansıtmaktadır. Günümüzde ziyaretçilere sunulan eserler ise müzenin sahip olduğu tüm koleksiyonun yalnızca yüzde 5’inden daha azını oluşturmaktadır. Tarihçe. Ankara'daki ilk müze, Kültür Müdürü Mübarek Galip Bey tarafından 1921 yılında kalenin Akkale adı verilen burcunda açılır. Atatürk'ün önerileri doğrultusunda merkezde bir "Eti Müzesi" oluşturma düşüncesinden yola çıkılarak, diğer bölgelerden Hitit eserlerinin Ankara'ya gönderilmeye başlamasıyla beraber daha geniş bir müze yapısına ihtiyaç duyulur. Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği üzerine Ankara'da bir Hitit müzesi kurulmasına yönelik ilk girişim; 1921 yılında, dönemin "Hars Müdürü" Mübarek Galip Bey ve "Maarif Vekili" Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından başlatıldı. O döneme kadar Augustus Tapınağı ve Roma Hamamı gibi arkeolojik alanlarda çeşitli kalıntılar ele geçirilip depolandıysa da mevcut tarihî eserlerin ilk defa kapsamlı ve düzenli bir şekilde korunması, 1 Ekim 1921 tarihinde Akkale'de açılan "Eti Müzesi" veya diğer adıyla "Asar-ı Atika Müzesi" sayesinde oldu. Böylelikle, ileride Anadolu Medeniyetleri Müzesi adını alacak ve dünyanın en kapsamlı Anadolu uygarlıkları müzesine dönüşecek olan bir kurumun temelleri atılmış oldu. Fakat bu müze öylesine küçük bir alanda kurulmuştu ki, kısa bir süre sonra envanterdeki eserlerin muhafaza edilebileceği daha geniş bir alana olan gereksinim arttı. Bir dönem bu müzenin müdürlüğünü üstlenen Remzi Oğuz Arık'a göreyse; Ankara Kalesi'ndeki bu müze, bir müze olmaktan çok düzene konmuş bir depo görünümündeydi. Ayrıca; müzenin koleksiyonu o yıllarda halka değil, sadece tarih alanında çalışmalar yürüten bilim insanlarına açıktı. Bu kısıtlı koşullar altında müzenin daha fazla idare edilemeyeceğine kanaat getiren dönemin "Hars Müdürü" Hamit Zübeyir Koşay; 1936 yılında Ankara Kalesi'nin güneydoğusunda ve metruk bir hâlde bulunan Mahmut Paşa Bedesteni ile Kurşunlu Han’ın onarılarak müzenin yeni binası olarak kullanılmasını teklif etti. Bu fikrin kabul görmesi üzerine "Maarif Vekili" Saffet Arıkan devreye girerek bu yapıların bakanlık bünyesine geçirilmesini sağladı ve böylece 1938 yılında başlayıp 1968'e kadar devam edecek olan uzun bir restorasyon çalışmasına başlandı. 1940'ta, henüz yenileme çalışmaları devam ederken, bedestene ait bir bölümün onarımı hızlıca tamamlanarak Akkale'deki eserler Alman Hititolog Hans Gustav Güterbock'un başkanlığında bir heyet tarafından buraya taşındı. 1943 senesinde ise müzenin ilk bölümü tamamen ziyarete açıldı. O sıralarda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Güterbock ayrıca Alacahöyük, Kargamış, Sakçagözü, Malatya ve Cerablus'tan çıkartılan eserlerin de restorasyon ve teşhire hazırlık işlerini üstlenmiştir. 1948 yılına gelindiğinde ise Kurşunlu Han'da devam eden yenileme çalışmaları büyük ölçüde tamamlanmıştı ve müze müdürlüğü Akkale'nin depo olarak kullanılıp geri kalan bütün eserlerin bundan böyle burada sergilenmesine karar verdi. Müzenin bugünkü adını alarak kurumsal anlamda son haline ulaşması ise 1968'de gerçekleşti. Mahmut Paşa Bedesteni'nin Sadrazam Mahmud Paşa tarafından inşa edildiği, Kurşunlu Han'ın ise Sadrazam Rum Mehmed Paşa tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Günümüzde Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han'ın büyük bir kısmı teşhir salonu olarak kullanılmakta; hanın bodrum katındaki ahır kısmı ise depo görevi görmektedir. Müze bünyesinde ayrıca kütüphane, fotoğraf ve restorasyon atölyeleri, konferans salonu, laboratuvar ve araştırmacı odaları bulunur. Tarih öncesi çağlardan başlayarak günümüze kadar Anadolu topraklarında medeniyet kurmuş topluluklara ve halklara ait eserlerin kronolojik bir sıra ile sergilendiği ve bu yönüyle dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Anadolu Medeniyetleri Müzesi; Avrupa Konseyi’ne bağlı Avrupa Müze Forumu ("European Museum Forum ") tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü’nü 19 Nisan 1997 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde 68 müze arasından birinci seçilerek almış ve Türkiye’de bu ödülü kazanan ilk müze olmuştur. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi avlusunda, envanter numarası bulunmayan bir ambona(1) ait olduğu sanılan iki levha ile bir templon(2) sütunu yer almaktadır. Bu üç eserin pembe beneklere sahip mermer malzemeden yapılmış olmaları, bunların aynı kiliseye ait yapısal unsurlar olduğunu ortaya koymaktadır. Koleksiyon. Bir "Hitit Müzesi" olması niyetiyle kurulan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin koleksiyonunda ilk yıllarda sadece Hititler'e ait eserler bulunmaktaydı. Fakat; ilerleyen yıllarda Maarif Vekâleti ve Hars Müdürlüğü'nün Anadolu'daki valiliklere sahip oldukları eserleri Ankara'ya -Eti Müzesi'ne- sevk etmelerini isteyen tebligatlar göndermeleri sonucunda müzenin envanteri hızlı bir şekilde büyümeye ve diğer Anadolu uygarlıklarına ait eserlere de ev sahipliği yapmaya başladı. Günümüzde yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın da önde gelen tarih ve arkeoloji müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin zengin koleksiyonu arasında 1926-1932 yılları arasında Yozgat'taki Alişar Höyüğü'nde kazı çalışmaları yapan Von der Osten'ın buluntuları; 1931-1939 aralığında Alman Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Kurt Bittel'in yürüttüğü Çorum'daki Boğazköy kazısından çıkan eserler; "Maarif Vekilliği" tarafından 1932'den 1934'e kadar Ahlatlıbel, Karalar ve Göllü Dağ'da yapılan kazılarda ortaya çıkartılan kalıntılar ve Türk Tarih Kurumu'nun 1935-1942 yılları arasında Alacahöyük, Pazarlı Höyük, Çankırıkapı, Ankara Kalesi, Etiyokuşu Höyüğü, Karaoğlan Höyüğü, Hacılar Höyük, Bitik Höyük, Alâeddin Tepesi, Hacı Bayram Camii ve Demirci Höyük gibi mekanlarda yaptığı kazı ve araştırmaların buluntuları yer alır. Müzede yer alan ve MÖ 6200 yıllarına tarihlenen Çatalhöyük kent planını içeren harita, dünyanın bilinen en eski haritasıdır. Arması. Müzenin arması olarak Hitit Kralı IV. Tuthaliya'nın ("MÖ 1237-1209 arasında hüküm sürmüştür") mührü kullanılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16489", "len_data": 7174, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.73 }
Bursa Arkeoloji Müzesi, Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş MÖ 3000'den Bizans devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserlerin sergilendiği arkeoloji müzesidir. 1904 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin bir şubesi olarak kurulan müze, İstanbul Arkeoloji Müzesi (1899) ve Konya Arkeoloji Müzesi'nden (1902) sonra Türkiye'nin en eski üçüncü müzesidir. Günümüzde Bursa Kültürparkı içinde yer alır. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı müzede 25 bin eser bulunur, 2 bin kadarı sergilenmektedir. Tarihçe. Bithynia ve Mysia bölgesinde bulunmuş, MÖ 3000 yılından Bizans dönemi sonuna kadar devirlere ait ele geçen buluntular, 1904 yılından itibaren Bursa İdadi-i Mülkîsi'nin (Bursa Erkek Lisesi) bir bölümünde toplanmaya başlandı. Sultan II. Abdülhamit'in tahta çıkış yıldönümü olan 1 Eylül 1904'te, Bursa Maarif Müdürü Azmi Bey'in (Akalın) çabaları ve valilik onayı ile lise binasının bir bölümünde Müze-i Hümâyun'un şubesi açıldı. Müzenin ilk kataloğu Fransız arkeolog "Gustav Mandel" tarafından hazırlandı. 1908 yılında basılan bu Fransızca katalog, 189 sayfadan oluşmaktaydı. Müzeyi 1929'a değin içinde bulunduğu lisenin ilgilileri tarafından yönetildi. 1929'da lisedeki yapıtlar Yeşil Medrese'ye taşındı ve 8 Nisan 1930'dan itibaren bu yeni yerinde sergilenmeye başladı. Müze, 1972 yılında mimar Ertem Yücel'in projesi uyarınca Bursa Kültürpark içinde inşa edilen yeni binaya taşındı 15 Temmuz 1972'de ziyarete açıldı. Müzenin MÖ 650 yılından MS 1453'e kadar ikibin yılık döneme ait sikkelerden oluşan “"sikke teşhir kataloğu"” 2007 yılında, Türkçe- İngilizce olarak arkeolog Recep Okçu tarafından hazırlandı. 2010-2013 arasında restorasyon nedeniyle kapalı bulunan müze, Mayıs 2013'te yeniden ziyarete açılmıştır. Eserler. Müzede sergilenen eserler arasında; 15 milyon yıl öncesine dayanan fosiller; Aktopraklık Höyüğü'nden Kalkolitik Döneme ait kadın cesedi ve diğer buluntular; Yortan kültürüne ait pişmiş toprak mezar buluntuları; Antandros (Edremit) Nekropolü'nden figürin, kap kacak ve süs eşyaları; Bursa ovasında bulunmuş Greko-Pers mezar steli (ikisi İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde olan dünyadaki üç örnekten birisidir); Roma dönemine ait taş eserler; Zeus ve Herakles tasvirleri, Kibele heykelleri, Athena ve Apollon'un bronz büstleri; değişik formdaki keramik kaplar, Bizans dönemine ait gümüş, bronz ve pişmiş toprak eserler ile Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait altın, gümüş ve bronz sikkeler bulunmaktadır. Müze bahçesinde ise zengin bir stel koleksiyonu sergilenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16491", "len_data": 2514, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }